BİR VEDA, BİN BAŞLANGIÇ…
Garip bir durum olduğunu sezmiştim. Çalıştığım işyerinde. Herkes fısıldaşıyordu bana bakarak. Az sonra kapıdaki aracı fark ettim. Sivil polisler yanıma geldiler ve acilen evime gitmemiz gerektiğini söylediler. Önce şaşkınlıkla karşıladım. Lakin ilk saniyede aklıma henüz 95 günlük olan küçük bebeğim geldi. Kesinlikle bebeğime bir şey olmuştu. Komiser büyük antlar içerek:
-Hayır, bebeğiniz çok iyi, lütfen gidelim her şeyi anlatacağım, dedi.
Çantamı alarak sivil araca bindim. Arka koltukta yanımda komiser oturuyordu.
-Bakınız hocam, size büyük görev düşüyor. Her şeyden evvel son derece metanetli ve güçlü olmanızı istiyorum, dedi.
O an hıçkırarak ağlamaya başladım:
-Bebeğime ne oldu, öldü mü, diye bağırıyordum.
-Hayır, hocam, bebeğiniz çok iyi ve emin ellerde. Ne var ki eşiniz şu an evde silahlı bir kişinin saldırısına uğradı, dedi bir çırpıda.
Aklımdan geçenleri yüksek sesle ifade etmekte zorlanıyordum. Korkmamıştım, sadece şunu düşünüyordum. Acaba ben neden sivil polislerce iş yerimden alınıp olay yerine götürülüyorum? Demek ki bebeğimin babası ölmüştü. Bu kez gayet şaşkın bir halde;
-O öldü mü? diye sordum.
Şaşırma sırası komiserdeydi. Meslektaşı olan eşimin; ölmesi ihtimali karşısındaki rahatlığıma şaşırmıştı sanırım.
-Hayır, ölmedi hocam. Ancak size çok ihtiyacımız var, dedi.
Geriye dönüp düşünecek senelerim yoktu. Yalnızca 20 aylık evli idik eşimle ve ne yazık ki büyük bir talihsizlikti bu evlilik. Her iki taraf içinde şartların ve mecburiyetlerin doğurduğu bir nikâhtı. Ancak her ne olursa olsun bir insanın ölümüne kayıtsız kalma lüksüm elbette olamazdı.
Evimin önüne geldiğimizde mahşeri bir kalabalık vardı. Polis arabaları,2 ambulans, bir itfaiye aracı ve bir dolu insan seli yığılmıştı ana caddeye. İlk an istem dışı komiserin eline sarıldım. Sanki birine, bir insana dokunmam mecburiyetti. Yoksa ayakta duramayacaktım.
7. Katta ki dairemin önüne geldiğimde koridorun ve asansörün arkasında saklanan ve bana el işareti ile sessiz olmamı söyleyen özel giyimli, ellerinde uzun namlulu tüfekler bulunan polisler gördüm.
Kapıda ki komiser benimle hiç konuşmadan zili çaldı ve yüksek sesle seslendi:
-Haydar aç kapıyı! Sana söz verdiğim gibi istediğin kişiyi getirdim. Hoca yanımda aç girsin içeri, dedi.
İçerden çok tanıdık bir ses geldi. Soğuk duş ya da şoke olmak bu muydu acaba? Bu ses benim mesai arkadaşım, memurum Tuğba’nın kocası Haydar Bey’in sesi idi.
Elini sıkı sıkı tutup bırakmadığım komiser:
-Hocam şimdi içeri giriyorsunuz. Adamın dikkatini dağıttığınız an biz orada olacağız, evin yedek anahtarını verin bize, dedi.
Bana denilenleri uyguluyordum ama sanki aklım başımda değildi. Taşlar bir türlü yerine oturmuyordu. Herkes geri çekildi kapı hafifçe aralandı ve:
-Gir içeri, diye emir verir ses le seslendi Haydar Bey.
İlk tepkim:
-Neler oluyor, diye sormak oldu…
-Gel içeri, bak neler olduğunu gör; dedi adam bana…
Yatak odamın kapısına geldiğimizde bir an yere düşeceğimi sandım. Kapıyı hırsla açan Haydar Bey:
-İşte bu oluyor diye bağırdı.
Eşim ve Haydar Bey’in eşi Tuğba yatakta çıplak vaziyette birbirlerine iple bağlanmış bir şekilde karşımdaydılar. Boş gözlerle bakıyordum. Kaç saniye sürdü bilmiyorum ama Haydar Bey’in sesi ile irkildim:
-Şimdi bu kocan olacak alçak ile karım olacak pisliği öldüreceğim. Ama ölmeden evvel kocan ne hissettiğimi anlayacak; yani ben de senle olacağım, dedi.
-Tamam, kabul ediyorum, haklısın bence de bu olmalı, dedim. Ama önce Tuğba’yı öldürmeme izin ver ellerimle öldüreyim. Sonra sen diğerini gebertirsin, dedim.
Adamcağızın zaten aklı, artık muhtemelen başında değildi. Silahı bana uzattı ve saniye değil yalnızca saliseler süren bir anda silahı camdan dışarıya fırlattım. Cam kırılarak aşağı düştü sanırım ve o anda polisler içeriye girdiler.
İlk yaptığım şey üzerimdeki mantoyu çıkararak Tuğba’ya vermek oldu:
-Dışarısı çok kalabalık, lütfen şunu üstüne al; dedim. İple bağlı olduğu için ben mantoyu omuzlarına bıraktım.
Karşı odaya geçtim. Bebeğime hediye gelen battaniyenin paketi duruyordu. Paketi elime aldım ve içine o an ne buldumsa doldurdum.
Komiser yanıma gelerek:
-Hocam harika bir işti. Şimdi ifade için sizi karakola alacağız, dedi.
-Ben bebeğimi görüp geleceğim siz gidin, dedim.
Derhal çalıştığım kurumun İl Müdürlüğüne gittim. Meslekten ve memuriyetten istifa ettim. Sonra bakıcı kadınıma gittim.
Bebeğimi kucağıma aldım. Cennet gibi kokuyordu. Gülüştük karşılıklı ana oğul.
Bakıcı kadın olanları duymuştu. Ne diyeceğini bilmez hallerde ağzında lafları geveliyordu. Ben tebessümle tombik yanaklarını sıktım:
-Üzülme sen tombiğim. Ben bebekle gezmeye gidiyorum biraz dolaşacağız, dedim.
Ankara yine çok soğuktu. Doğduğum büyüdüğüm yaşadığım üniversiteyi okuduğum şehir… Memleketim Ankara.
O sene yeni açılan A.Ş.T.İ ‘ye gittim. Saat 16:30 gibiydi. Gece saat 22:00’ ye kadar terminalin bayanlar tuvaletinde hiç kımıldamadan mememi bebeğimin ağzına vermiş bir şekilde bekledim.
Sonra dışarı çıktım. Bir adam avazının çıktığı kadar bağırıyordu:
-İstanbul.İstanbul,İstanbullllllllllll……
Hayatımda hiç gitmemiştim. Ama adres belliydi. Bebeğimle heybeyi nereye vurursak orası memleketimiz olacaktı artık… Ve şimdi memleket İstanbul’du.
Bir daha Ankara’ya hiç gitmedim. Özlemiş miydim Ankara’yı? Hayır.
Küs müydüm hala? Hayır.
Maziyle hesaplaşmayı ve barışmayı öğretmiş bana geçen yıllar… Ne Mutlu!
Aşk ile eyvallah
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.