- 682 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'kapatılamayan'
tarih birdir. yalnızca dramlar tekrarlanır.
‘yokluk’
Oturmak güzeldir ama otururken bağdaş kurmaksa vazgeçilmezdir. Onun bağdaş kurduğunu anımsarım. Baldırlarında mutlaka külot kısmı yırtılmış bir taytın parçaları vardı. Ben o parçaları ayak bileklerinde gördüğümde fark ederdim. Sonra koyu yeşil renkte başka bir pijama daha giyinirdi. Hava biraz daha soğuk olduğunda, o koyu yeşil renkteki pijamanın üzerine siyah bir pijama daha giyinirdi. Tüm bu pijamaları romatizmasını azdırmaması adına gizlenmiş özne yapıveren, en üstte bulunan eteğiydi. Upuzun eteği genelde hep aynıydı. İki üç tane farklı eteği vardı ve bunları devri daim yapıp sırayla giyinirdi. Misafirliklere gitmek için ayrı bir eteği vardı. O eteği gardolabında saklardı. Gar dolabı kompozit ahşap malzemeden değildi. Bildiğimiz ağaçtı sanki. Ağacı kesip, üzerine beyaz bir boya sürüp buraya, yıllar önce tam da şu kullanılmayan soğuk odanın köşesine taşımışlardı. Üzerinde herhangi bir koruyucu vernik, cila da yoktu. Ellerini görürdüm bazen. Hayalimde elleri daha canlıydı ama ellerini elimin arasına aldığında, feri gitmiş, kemik yığınının etrafına ve belirgin mavi damarlar üzerine deri bir eldiven giydirilmiş gibiydi. O elleriyle domates getirirdi pazardan eve. Konserve yapardı. Lahana getirirdi, turşu, dolma yapardı. Yeşil fasulye, tavuk, kırmızı et onun parmaklarının ucuyla birer şahesere dönüşürdü. Her şey güneşin evine dönmesiyle biterdi, o yine de ellerini kullanırdı. Elleriyle bedenine abdest aldırırdı. Çoraplarını giyip, seccadeyi yere sererdi. Namaz kılardı. Namazı bitince elleri bir süre havada asılı kalırdı. Gözlüğünü takar, vaktine göre de Kuran okurdu. Öğle namazından sonra Fetih, ikindi namazından sonra Nebe, akşam namazından sonra Vakıa ve yatsı namazından sonra da Mülk suresini okurdu. Sesini pek yükseltmezdi okurken. Ancak yanına ilişince ayetler duyulabiliyordu. Her şey biterdi bu sefer de çay faslı başlardı. Çay demlerdi. Elleriyle; güçsüz, fersiz, cansız elleriyle çaydanlığı getirirken, demir nihaleyi de diğer elinde tutardı. İkisini birden hiç düşürmeden yıllarca taşıyıp durdu her akşam. Ona bir gün şakayla karışık ‘her şeyini seviyorum ama bir türlü şu demlediğin çayları sevemedim’ demiştim. Üzülmüştü. Kim bilir içten içe hüznünü büyütmüş, kederlenmişti de! İçli bir kadındı çünkü dürüstlüğüyle nasıl bir erdem sahibiyse, kederiyle de nakış gibiydi yeryüzünde. Bir zaman sonra bana ‘nasıl çayım, güzel demliyor muyum’ diye sormuştu. Hakikaten demlediği çay güzeldi. Tadını alabiliyordum çayın ve üç dört bardak asla yeterli gelmiyordu.
Sahil kenarında piknik alanında oturmuş, semaverdeki çayın demlenmesini bekliyorduk. Denize bakınıyor, kimseyle konuşmuyordum. Paketindeki sigaradan birini çıkarıp, ağzıma doğru uzatan elleri gördüm. Daha ince, daha uzun ve daha canlıydılar. Sigarayı yakıp, derin bir nefes çektikten sonra gözlerine baktım. ‘Ne düşünüyorsun’ dedi. Tam olarak bir şey düşünmüyordum. Her şey bir yana, o illa ki bir şey düşünmem gerektiğini düşünüyordu. ‘O zamanlar anlamamıştım. Nedendir bilmiyorum, bazen çok ince olduğum konularda, aklım kabalaşır, düşünemez olurum.’ Çay mevzusunu ona da bir gün anlatmıştım. ‘Hani o iyi demlenmiş çayların bir hikayesi vardı da, anlatmamıştım. Sadece bir kelimeydi o hikayenin özeti.’ ‘Nasıl’ der gibi bakınıyordu.
’bir gün susmak için’
Ekmek alırken seçebilme hakkının olması çok önemli. Sanırım bu yeni bir hak bizim gibiler için. Eskiden bu çok ekmek yoktu. Ya somun vardı ya da tandır. Şimdi onlarca çeşit ekmek fırınlarda. Bazı marketlerde fırınların showroom mağazası gibi. Her neyse, fırınlarla kafayı yiyecek değilim ya, yiyemem de. Ayşe’yle uzun bir süredir görüşmemiştik. Bana İstanbul’a geleceğini, müsait olursam benim de yanında olursam iyi hissedeceğini söylemişti. Rızasını kırmadım, çünkü uzun süredir ben de İstanbul’a gitmemiştim. Gitmek için bir sebep olmadıktan sonra, bir saatlik yakınlıkta şehre gitmenin de anlamı kalmıyor. Bana Beşiktaş’a gelip gelemeyeceğimi sorunca, ‘demek oralarda bir işin olacak, bari az yürü de Kabataş’a gel’ diyerek, onu Belediye’nin kafesine çağırmıştım. ‘Yolu bulabilir miyim’ diye sorduğunda, ‘birine sor işte, bulursun’ demiştim. Ben Yenikapı’dan Kabataş’a yürürken, onunla buluşacağımız saate bakmak için telefona bakındığımda da, yaklaşık iki buçuk saate yakın bir zaman vardı. Biliyorum, yorulacaktım, otobüse binebilirdim ya da sahil yerine kestirmeden de gidebilirdim. Hayır, yürümek güzeldi! Yalnız birinin yorulmak için pek çok seçeneği yoktur. Bu yüzden ben de kendi seçeneğimi üretiyordum.
Şehir otel odaları gibiydi. Hücrelere ayrılmış ve uzaktan görünüyordu her biri. Daha çok asfalt, araba ve su gördüğüm için şehri düşlemek de ayrı bir delilikti! Herhangi bir şehrin diğer şehirlerden pek farkı yoktur bazıları için. O bazılarından biri içerisine de kendimi koyuyorum. Koymaya bayılıyorum. Boş koymaya, koyuvermeye, aslında koy kelimesinin hiçbir manası olmamalıydı. Önce mağara, sonra küçük körfez, hafif girintili filan, güzel koyları olan bir Yunan adası misali gibi, Mikonos’da olabilir bu ada. Nereden aklıma geldiyse, bir arkadaşın teklifi vardı bu adaya gitmekle alakalı. Niye diye sormuştum. ‘Ne için olacak, manyak mısın, bu adada çıplaklar var, öylece çırılçıplak uzanıp, denize girip, güneşleniyorlar.’ Gülümsemiştim. Biliyordum gitmeyeceğini o an için. Gidemeyecekti çünkü yeni boşanmış ve eski eşinin istediği nafaka parası için bankadan kredi çekmişti. Barda da işe başlamış, beşte mesai bitince bara gidip barmenlik yapıyordu. Eve gelince, Mikonos adanası araştırdığımda genellikle Fransız, İtalyan, Rus ve Alman turistlerin gelip, çırılçıplak soyunup tatillerini yaptıkları adanın bu kişiler için özel kumsallar düzenlediğini de öğrenmiş olup, fevkalade bilgi sahibi olmuştum. Herhalde bir gün ‘nude party’ yapmak istediğimde, gideceğim yer belliydi. Hem Yunanlarla bu aralar da pek didişmiyoruz. Adalar ve çıplaklar bir yana, yürürken yine kulaklıktan mustariptim. Koşarken nasıl da rahat kulaklıklar kulaklarında, hiç de kaygısız tempo tutuyor insanlar şaşırıyorum. Ben yürürken bu kulaklıklar düşüyor, takılıyor boynuma, kemerime, hep bir şeyler oluyor ve bunalıyorum. Bana ağız tadıyla ‘chinawoman’ dinleme zevki vermeyen kulaklıklara elbette suç bulacak değilim ama kulak içi ya da kulak kepçesinden girintili, düşmeyi engelleyen değişik tarzdaki kulaklıklara pek alışamadığım için en basit haliyle, ilk formlarını kullandığım bu kulaklıklara kızsam da, pek vazgeçecek gibi durmuyorum. İyi ki de bot giymemişim diye dua ediyordum. Her bot, devlet botu değildir mantığını da ben çıkardım sanırım. Eskiden ‘Sümerbank’ her şeyi hallederdi. En kaliteli içlikler, pantolon kumaşları, ayakkabılar, nihayetinde montlar, çoraplar filan derken, bir bankadan fazlasıydı Sümerbank. Bence Atatürk’ün cumhur başkanı olduğunu dönemdeki gelişmelerin en önemlilerinden biriydi. Bu kuruluş aynı zaman da ülkenin pek çok şehrinde tekstil gelişiminin öncüsüydü. Bir gün eski Bursa’da dolaşırken, Merinos fabrikasının olduğu mekanın kapitalizm aklıyla ölüme terk edildiğine tanık olmuş, zamanın artık kar güdüsüyle, kaliteye ve değere önem vermediğini anlamıştım. Her ne kadar zor dönemlerde olsa, zamanı gelince çağın getirisine pek de uygun olmayan Sosyalizmdi bu kuruluşun aklı. Nereden nereye! Ayağımdaki İtalyan marka ayakkabıların rahat oluşunu düşünürken, bir yandan asrın en büyük devrimlerinden Sümerbank’ın ölümüne de hüzünlü bir selam çakmıştım.
Şehir ibaretler dahilinde olmalıydı ya da bir tanıma ihtiyaç duymayabilirdi. Ruhlar aleminin resmine kimse bu şehirdeki kadar zarar veremezdi. Gözlerim yaşarıyor. Biraz soğuktan olmalı. Kosterlerin ısmarlama sallanışları ve amatör teknelerin vazgeçmemek için çürümeye ait olacakları denizden esen biraz poyraz, biraz da lodos. Rüzgar biraz daha şiddetlenirse bu küçük tekneler yerlerini Beşiktaş civarına kaydırsa iyi olur. Hafif, biraz daha büyük teknelerse buraya demir atmalı. Şehir buna alışabildiği gibi insanlarda alışabilmeliydi tekneleriyle beraber.
Şarkı rüzgarlara karşın ritmini öyle iyi koruyordu ki, adımlarımı şarkıyla beraber atmaya başladım. Sözcükler basit olduğunda, komplike teknik bir işlemi anımsatmadığı zaman müzikle beraber daha uyumlu geliyor. Dinlediğim bayan şarkıcıyla beni arabasında tanıştıran insan da onun sesini bir barda duymuş ve barmene ‘kim bu adam, şarkıları söyleyen’ diye sormuş. Barmen gülerek ‘abi kadın bu ya, çaynavomın mı ne tam olarak, grup bunlar da asıl söyleyen solistleri işte ünlü olan’ gibi hafif saçmalayarak da olsa arkadaşa cevap vermiş. Bunların bir önemi yokmuş gibi dururken, Kennedy bitmek bilmiyordu. Aslında Laleli’den direk olarak Atatürk Bulvarına inip, oradan da Eminönü’ne geçebilirdim ama yolu uzatmak fıtratımda var. Bu şehrin böyle güzel olup, böyle delicesine, vahşi bir şekilde hırpalanması da fıtratında var. Güzelliğin kaynağına inmek isterken insan çok hata yapabilir ama sanırım güzellik diğer bütün kavramlardan birkaç adım önde. Başarı, mutluluk, iyilik, adalet de olması gereken ve asla sarsılmaması gereken kavramlar olmasına rağmen, hiçbiri güzelliğin yolunda olmak kadar insana haz vermiyor. Kendimi böyle ilginç bir yol içerisine koyduğum için de deli olmalıyım. Hayır, hayattan böyle bir beklentim de yok! Galata köprüsünden ilerlerken gözlerimi yumuyorum. Mumhane de adres sorduğum günleri anımsıyorum. Trajikomik geliyor. İnsan kaybetmeye alıştığından beri midir böyle yaralı aslan gibi kendine katlanamıyor? Dramların bir çoğu da zaten devrik olur. Necatibey’den Kemeraltı caddesine iner, oradan da yoluma devam ederim. Tabi, yol belli, iz belli! Her şey bu yol kadar bilindik olsaydı mesela. İstanbul’a gelen turistler bile ezbere bu caddelerde yürüyorlar. Buraya kadar gelmişken kaçak sigara almadan da geçilir mi hiç köprüden? Gözüm yine Marble’yi arıyor. Capital biraz daha masum ve agresif. Her tezgah da onunla karşılaşabilirmişim dominantlığı üzerinde ama tadını sevdiğim Marble nazlı gelin gibi. Yüzünü gören cennetlik! İnsanın ait olduğu bazı zamanlarını paylaştığı şeylerle anıları olmalı. Sahiplikte, ait olmakta olmak fiili kadar kesin ve doğurgan bir yapı yok elbette! Erich Fromm güzel söylemiş, anlatmış da kitabında. Derin sevmelerden, ihtirasla aşk yaşamalardan bahsediyordu ayrıca. Yaşamanın en güzel yolu budur diyor. Doğru diyor, güzellikten kasıt elbette sevmekle yücelen bir kavram. Bir diğer yandan başka bir sözünü anımsıyorum. Tam olarak anımsayamasam da şöyle diyordu. Bu arada nasıl da özlemişim buraları! Ayşe’nin umurunda değildir, beni bekliyor olmalı. Erich diyordu ki:’ Herkes mutlu olamaz çünkü gereksiz yere dünü özler. Hak ettiğinden fazla yarını düşünür ve hiç hak etmediği kadar da bugünü harcar. Her insan mutlu olamaz çünkü gereğinden fazla özler hayatından çıkanları ve bir o kadar da büyük umutla bekler hayatına girecekler ve yanı başındakileri göremez.’ İşte yine güzelliğin büyüklüğü! Böyle güzel insanlar olmasaydı bu sözleri daha öz haliyle kimlerden duyabilirdik? Tabi yine güzel insanlardan. Saçmalıyor olabilirim çünkü yürüdüğüm yerde yaşadığım her şeyi çok özledim.
Ayşe bugün İstanbul’dan ayrılmalıydı. Ben de geri dönmeliydim ama aklıma gelen bir şey vardı. Yanına varınca ona söyleyecektim. Hayır deme ihtimaline karşın söyleyeceğim şeyi de geciktirmeliydim. Telefona cevap verdiğinde arkadaşının onu söylediğim yere yarım saate bırakacağın söylüyordu. Zamanım vardı. Daha ağırdan alabilirdim adımlarımı. Tadını çıkararak yürüyordum. Hayat garip, buralarda yürüyen insanların dramlarını bir kenara not etsek, kütüphane dolusu kitaplar ortaya çıkar ama hepsinden öte bir anlık o doyum yok mu, işte o doyum uğruna şu an kuş olup uçabilirim. Bundan da sıkılabilirim çünkü insan sıkıntıdan ancak sevgiyle kurtulabilir. Tabi sevmek için de sıkıntıdan kurtulmak mantıklı bir çıkarım olur. Ama sıkılmamak için sevmeli fikrine daha sıcak yaklaşmak lazım. Ne de olsa insanlar çok sıkılıyor ve biraz da olsa hayal dünyalarında sevildiklerine dair güzel hayaller kuruyorlar. Ecnebilerin deyimiyle ‘in dreams blue’ sakıncasız bir arzu gibi dalgaların koynuna yaslanıp, saçlarını uzatabilir. Üzerimdeki bir ton elbiseden uzakta, belki de Mikonos’da olmalıydım!
Ayşe işte orada. Ayşe saçlarını sarıya boyatmış, gözlerinde kalem. Benim saçlarım daha kısa ve gözlerim sürmeli. Ayşe daha zayıf, ben daha şişman. Ayşe’nin göz altları şişman, ayakkabısı çamurlu, benim ellerim soğuk, onun kuyruk sokumu daha soğuk. Canımız sıkılana kadar sıkılabiliriz şimdi. ‘Biliyor musun, iki seneyi geçti ama buradan köfte ekmek yemek delisi de değilim. Yalnızca burayı özlemiştim. Gidelim buradan’ dedim ona ve o da kabul etti. Yürüdük, yürüdük yine de ve daha çok yürüdük artık yürümemek üzere. Kulaklığın birini ona verdim. Böyle olunca adımlarımız yavaşlamış ve şarkıya ritim tutarcasına mimiklerimizi ikide bir değiştirmeye başladık. Ayşe’ye kitap satışlarını sormadım, o da bana bir şey sormadı. Soruşmadık. Sıkıldığımızı anlayınca oturduk. Hava kararıncaya kadar oturup, sonra yine sıkılıp yemek yiyebilirdik. Acıktık. Pahalı bir restorana girdik. Seçtiğimiz menüden gelen yemeklerin, mezelerin ve içeceklerin kritiğini yaptım. Yemek ücretini hak etmeyen pahalı bir restoranda soyulduktan sonra, ona bugün geri dönüp dönmeyeceğini sordum. ‘Aslında…’ dedi ve ona vazgeçebileceği bir soru sordum.
‘Bir otel odası tutalım bu gecelik. Hiç uyumayalım sabaha kadar. Yanımıza yiyecek, içecek bir şeyler alalım. Manzaralı bir yer olsun. Her şey olsun. Kederli olsun hatta gece. Sıkılalım, sıkalım geceyi biz de. Fazladan birkaç paket sigara alalım. Çerezi de unutmayalım.
…
Nasıl olsa döneceğiz…’
‘dile dolanan gecelerde’
Dilime dolanan geceden bahsediyorum. Mum ve karanlık hiç bu kadar yakışmamızdı! Soğuk çarşafa emanet yorganın dili olsa konuşsa. Kim bilir yastıklar nasıl da çaresiz kalmışlar! Tüm güzel sözleri önce emekten başlayarak dizsek, hecelesek ve anlatabilsek çocuklara önce. ‘Ali senin baban bir emekçiydi. Yine böyle bir gece, köpekler havlıyordu. Baban köpeklerden çok korkardı. Sahil yolundan bisiklet gelirken, karşısına çıkan köpeklerden korkup, dengesini kaybetmişti ve kayalıklardan aşağı yuvarlanmıştı. Baban emekçiydi oğlum, biliyorum henüz anlayacak yaşta değilsin bu yüzden ‘çi’ bile fazla, baban emekti oğlum. Onun gibi olacaksın, büyüyeceksin. Büyük adam olduğunda sen de emek olacaksın, adam olacaksın, merhamet olacaksın, dağ olacaksın karına. Baban gibi seveceksin dünyayı. Köpeklerden de korkmayacaksın, yaşayıp, çocuklarının baban gibi olduğunu görünceye değin…’
Güzel sözler üretmek için geceden daha prestijlisi olamaz. Evin sıcak şeyi şu an için kalorifer peteği. Neyi söylemek istesem, önce güzellik; dilime dolanıyor. Kurşunlanıp kaldırıma düşen ağır bir beden benimkisi. Kurşun işler de, isyan işlemez. Dirilmek nedir bilmez, tenha, kötürüm ve bariz hastalıktan bahsediyorum. Gazete sayfalarında anlatmaya benzemiyor ya da bir emek soluğunda tavuklu pilav yeme olgunluğuna. İnsanlar önce paradan bahsediyorlar. Bunu bilmeyenler ne mutlu aptallar! Aptallık para olmadan önce saflığa, para olduktan sonra da vurdumduymazlığa kendini iteliyor. Yeni elbiseler giyiyor aptallık.
Sarıl bana, sarıl. Sen sudan ibaretsin, sıcak bir su, gaz ve elektrik. Ağır ağır zam gelir size yine ve ben sizi yine de severim. İnsan şartsız saymalı ve sevmeli. Sizin de hatalarını görmemek için diretiyorum. Tabi insan biriktirmeli, arttırmalı bugünleri. Yarınlar için gerekli olacak. Yaralar bir gün toplanıp, habersiz yumruklardan bahsedecekler. İnsan diyorum, ne yavşak bir ağaç bu insan dedikleri! Hiç de yerinde durmuyor. Tabi ki ‘kimin dikkatini çeker küçük bir bulut, güneşin önünü kapatmadan önce?’ Apartman kapısı önünde uzanmış, kendi içine yumulan kediden farkı ne o küçük bulutun? Şimdi boynu bükük ve hep içeri bir halde. İki ayrı tenin ağır yalnızlığı iner yeryüzüne. Sonra her şey ateştir. Tutuşunca kaçanlar varken, yanmak söz de kolaydır.
‘Babamın kendini atıverdiği bu kayalıkların arasına bir bayrak diktim. Beton döktüm arasına. Emek dedim adına, emek koyduk ölümün adını. Babamın yıllar sonra cebinden düşen bir fotoğrafını buluncaya kadar emeğe saydı durdu dalgalar. Annemin resmiydi. Annem nasıl da güzeldi! Babamı sevmişti.’
'kapatılamayan' Yazısına Yorum Yap
"'kapatılamayan' " başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.