- 718 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
ÜÇ HARFLİLER (bölüm üç)
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
---Yooo! Ben gitmem artık oraya! Köye gitmek istiyorum ben.
Dedi ve başını kaldırıp arkadaşının yüzüne baktı, kocaman iki iri gözle karşılaştı, sürekli kirpiklerini kırpan. Sırtını sıvazlayan kocaman parmakların ağırlığını hissetti omzu çöktü titreyen bedeni taşıyamadı bu ağırlığı...
Ve devam edemedi sözlerine, oracığa yığıldı kaldı.
...
Gözlerini açtığında kasabada bir hastane odasında ve başında arkadaşı Emine vardı. Gözlerini dikip baktı arkadaşına.
Acaba bu karşısında duran kimdi?
Sıkı sıkı kapadı gözlerini. Emine uzanıp Zehra’nın ellerini tuttu:
---Zehra aç gözlerini. Neyin var arkadaşım? Köyün girişinde bulmuşlar seni. Beni aradılar koşarak geldim. Seni buraya getirmişler. Kocanı aradım geliyor. Nasılsın şimdi?
Niye beni bırakıp köye döndün? Korktun değil mi? Kaynanamın anlattıklarından, tüh yaa! Üşütük karı!
Zehra çığlığı basmıştı yine. Sürekli sinir krizl geçiriyordu. Hemşirelerin yaptığı iğnenin etkisiyle uyumaya başladığında kocası kasabaya gelmek üzereydi...
Emine köye gittiğinde ilk işi kaynanasını kilitledikleri odaya girip, bir güzel azarı basmak oldu.
Bağırdı çağırdı öfkesinden tir tir titriyordu. Yaşlı kadının umrunda değildi,sürekli kahkahalarla gülüyordu. Sesi incecik ve gülüşü cadı gülüşünü andırıyordu. Bir taraftan da konuşuyordu:
---Biliyordum. O kadın aynı benim kafadan. Biliyordum gözlerinden anlamıştım. Bakışlarından anlamıştım!
Emine kapıyı çarpıp çıktı odadan, anahtarla kilitledi tekrar. Kocasıyla burun buruna geldi. Eliyle itti kocasını göğsünden:
---Bıktım sizin ininizden, cininizden ömrümü yediniz!
Emine arkadaşının durumundan çok etkilenmişti, misafir olarak geldiği yerden kafayı oynatarak geri dönecekti zavallı kadıncağız...
Kocası homurdanarak, mutfağa geçti:
---Kadın başıyla ne işi varmış bilmediği yerlerde, iyi oldu buldu belasını! Hiç hazetmemiştim zaten.
Emine öfkeyle baktı kocasına, fazla üzerine gitmekten korkmasa tartışmaya devam edecekti.
Eline sopayı alması an meselesiydi, az yememişti kocasından, bazılarının ’cennetten çıkma’ dediği dayağı.
"Ya sabır" çekti ve bahçeye çıktı. Elinde çalı süpürgesiyle bahçeyi süpürmeye...
...
Zehra aradan üç ay gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen tam olarak kendine henüz gelememişti. İlaç kullanıyor, sürekli terapilere devam ediyor, geceleri kabuslarla uyanıyor ve evinde tek başına kalamıyordu.
Dışarı çıkamıyordu, işin güzel tarafı bir daha gözüne görünmemişti, cüce adam.
Bir oğlu bir kızı olan Zehra’ ya hem kocası hem de çocukları elinden gelen desteği vermişlerdi. O’ nu hiç yalnız bırakmıyorlardı.
Bir daha telefonla dahi görüşmemişlerdi arkadaşı Emine’yle. Aradığı zamanlarda da telefonlara cevap vermemişti. Kızına "annem yok" dedirtmişti her seferinde...
Ama o gün ilk defa gafil avlandı, numaraya bakmadan açmış bulundu telefonu...
Defalarca özür diledi Emine. Gayri ihtiyari sordu Zehra:
---Teyze nasıl? Ne var ne yok!
Aldığı cevapla elleri titremeye başladı:
---Hiç sorma! Bir hafta önce kayıplara karıştı, hiç bir yerde bulamadık. Kayınbabam gibi bir günün içinde buhar oldu uçtu sanki. İyi de oldu. Kurtulmuş oldum ben de...
Telefon elinden kaydı gitti Emine’ nin. Kapının zili acı acı çalıyordu. Kanepeye boş bir çuval gibi bıraktı kendisini.
Seslendi kızına, sesini kendi bile zor duymuştu:
---Kızım kapıya bak!
Kızı Hande çoktan açmıştı bile kapıyı. İçeri seslendi annesine:
---Annee! yaşlı bir teyze seni soruyor, Zehra’nın kaynanasıyım diyor, bi bak kapıya!
Emine gözlerini sürekli kırpıştırarak kalın bir ses tonuyla gülmeye başladı:
Gelsin! Gelsin! Al içeri. Benim arkadaşım O!
Kocaman ve kıllı elleriyle yere düşen telefonu aldı yerine koydu. Yere düşerken artık gülmüyordu.
Halının üzerinde boylu boyunca uzanmış bir halde bulduklarında gözbebekleri fır fır dönüyor gibiydi. Göz kapaklarını titretiyordu...
Zaman su gibi akıp geçti ve Zehra Bolu’da bir klinikte üç ay kadar süren tedaviden sonra evine döndü.
Ev kalabalıktı ve evin salonu ziyarete gelen bir kaç yakın arkadaş ve akrabalar ile derin bir sohbete tanık oluyordu. Konuşan Zehra’nın teyzesi Yeter Hanım’dı.
---Çocukluğunda da buna benzer rahatsızlıklar yaşamıştı.
Teyzesi konuşmasına devam edecekti ki; konuşmayı dikkatle dinleyen Zehra’nın kızı Hande birden bire öfkeyle atıldı söze:
---Ben annemin kulağına söylenen sözlere ve gözüne görünenler her ne ise inanıyorum teyze! Benim annem deli değil!
Salondakiler bir an birbirlerinin gözlerine baktılar. Zehra’dan sonra Hande’ye mi sıra geliyordu yoksa? Kafayı sıyırma sırası...
Hande neredeyse ağlayacaktı. Bugüne kadar sessiz kalmış, ama bir taraftan gizliden gizliye, olayları inceleyip annesinin başına gelenleri araştırmıştı. Kendi çapında adeta bir dedektif gibi...
Hatta bir arkadaşının dayısı olan Sadık Hoca ile bir kaç sefer konuşmaya bile gitmişti. Annesinin arkadaşı Emine’yle de saatlerce telefon görüşmesi yapıp, en baştan neler olup bitti anlamaya çalışmıştı.
O gün annesinin söylediği gibi kapı çalmış, kapıyı açtığında yaşlı bir kadınla karşılaşmıştı.
Kadın dilenciye benzemiyordu, ama yiyecek bir şeyler istemişti.
---Ben annenin arkadaşı Emine’nin kaynanasıyım" diye bir şey söylememişti. Annesi olayı anlatırken:
---Hande içeriye seslendi ve bana; arkadaşın Emine’nin kaynanası olduğunu söyleyen bir kadın seni çağırıyor" dediğinde korkudan bayılmışım. Gerisini hatırlamıyorum diye açıklama yapmıştı.
Bu kısım hariç kapının çalması ve yaşlı kadının gelmesi gerçekti.
Yaşlı kadına yiyecek bir şeyler getirmek için mutfağa doğru giderken, annesinin yerde baygın yattığını görmüş kapıdaki kadını da doğal olarak unutmuştu.
Daha sonra dışarı çıkıp bakmıştı ama kimseler yoktu.
Hande annesinin arkadaşı Emine’nin anlattıklarına dayanarak, kaybolduğu gün üzerinde olan yeşil kazağı, mavi çiçekli pazen eteği, kenarı oyalı siyah yazması ve lastik ayakkabısı ile tarifle bire bir örtüşen kapıya gelen kadının Emine’nin kaynanası olduğuna inanıyordu. Bu cinlerin bir oyunu olmalıydı...
Zira Sadık Hoca’nın anlattıkları kendisine oldukça mantıkli gelmişti.
Cinler, çeşitli şekillere girebilecek kabiliyettedir. Müslümanları ve kâfirleri vardır. Dine uymakla mükelleftirler.
Varlıkları, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerle sabittir. İnkâr eden kâfir olur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
Zariyat Suresi, 56. ayet: Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.
Hud Suresi 119. ayet: Cehennemi insan ve cinlerle dolduracağım.)
Ahkaf Suresi 29. ayet: Hani, cinnilerden bir grubu, Kur’an-ı kerimi dinlemek üzere sana sevk etmiştik.
İslam dininde cinlerin ateşten yaratıldığına inanılır. İslam dininin kutsal kitabı Kur’an’da cinlerin insanlardan önce yaratıldığı da geçer.
İnanan cinlerin inanan insanlarla beraber cennete gideceğine, inanmayan cinlerin ise inanmayan insanlarla birlikte cehenneme gideceğine inanılır.
Sadık Hoca’nın anlattıklarını nasıl aktaracaktı şimdi bu insalara. Tekrar hafızasında canlandırmaya gayret etti tek tek hatırlamaya çalıştı.
Sadık Hoca’ya büyü hakkında şüphelerinden de bahsetmişti Hande.
Annesine büyü yapılmış olabilir miydi?
Tüm soru işaretlerine cevap bulabilmişti Sadık Hocayla yapmış oldukları sohbetlerde:
---Büyünün özü, kökü cinlere dayanır. Bir kelime gurubunun belli sayıda, yan yana okunması ile meydana gelir, demiş ve devam etmişti:
İnsan beyninin devamlı ürettiği elektromanyetik dalgalar belli kelimelerin tekrarı ile adeta bir şifreyi oluştururlar. Bu şifre belli cinleri harekete geçirir ve o şifreyi açan kişinin isteklerini yapmak durumunda kalır.
Büyü vardır fakat dinimizce haram kılınmıştır.
Özetle cinler camdan geçen güneş ışınları gibi maddeye nüfuz edebilme özelliklerine sahiptirler. Fakat her halükarda insanlar cinlerden üstündür.
Gerek zeka, gerekse ( ayetler okuyarak) cinlere tesir etme yönünden.
Yeter ki cinlerden çekinmeyelim korkmayalım. Yüce yaratıcı; ahiret gününün sahibi olan Allah’tır. Allah’tan yalnız ve yalnız sadece Allah’tan korkana ne cin ne de insan tesir edemez ve onu korkutamaz.
Çünkü O Allah insanın vekili, koruyucusu her şeyin üstündedir. Rab, İlâh, Malik, Hafız olan Allah’ü Teala’dır...
Hande bu anlatılanlardan belki pek çoğunu anlamış değildi. Kafası karışmıştı. Ama artık cinlerden korkmuyordu.
Kendisini ve cinleri var eden Allah’a teslim olmuştu. Artık kendini güvende hissediyordu.
Zamanla bu konularda daha fazla bilgi edinmeye karar vermişti. Dini bilgilerinin yok denecek kadar az olduğunu görmek Hande’ yi son derece üzmüş ve utandırmıştı.
Mensup olduğu dinle ilgili tek bildiği okulda ezberlediği bir kaç sureydi. Onların da manalarını Sadık Hoca’dan öğrenmiş ve hayran olmuştu.
Annesini korumak ve ona yardım etmek istiyordu. Bunu başarmak için de sadece Allah’ın gücüne iman etmesi gerekiyordu.
Annesinin de tek ihtiyacı buydu. İlaçlarını düzgün kullanacak ve Allah’a tevekkül edecekti.
Hiç kimse annesine inanmiyordu. Hande inanmıştı. Diğer insanlar gibi yargısız infaz etmemiş annesini anlamaya çalışmıştı.
En önemlisi de annesinin ruh hastası değil, bir takım varlıkların etkisi altına girdiğini ve bunun için O’ na yardım edecek birilerinin olacağına inanmış ve ikna olmuştu.
Annesi delirmiyordu...
Allah yardım edecekti annesine; buna kalpten inanıyordu.
Şimdilik bu kadarı yetmişti kendisine. Artık nasıl ve ne şekilde hareket edecekler bu önemliydi sadece.
Babası ve ağbisi ile konuşup onları da tanıştırmak istiyordu Sadık Hoca ile.
Hande bu tür bir konuşma için sakin bir günü tercih etmeliyim diye düşünerek bir anda vazgeçti öğrendiklerini aktarmaktan.
Ani bir kalkış ve dimdik vakarlı bir yürüyüş ile salonu terk etti.
Annesinin yakalandığı bu hastalık, acaba genetik olabilir mi? Diye düşündüler hepsi aynı anda. "Tüh! Vah!’ Sesleri yankılandı beyinlerinin içinde.
---Bu tazecik bari yemeyeydi kafayı!" Dedi içlerinden biri. Diğerleri de mırıldandılar:
---Şeytan kulağına kurşun." diyerek vurmak için tahta arayanlar da vardı.
Hande bunların hiç birini duymadı. Dudakları kıpır kıpırdı odasına geçerken. İçi ferah bir şekilde bir şeyler mırıldanıyordu:
"Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
De ki: ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe sığınırım,
Yarattığı şeylerin şerrinden,
Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
Düğümlere üfleyenlerin şerrinden,
Ve hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden. (Allah’a sığınırım)."
(Felak Suresi)
Felak suresi, 5 ayetten oluşur. Kur’an-ı Kerim’in 113. suresidir. .
....
Muavvizeteyn sureleri: İki koruyucu demektir. Bundan maksat,
Kur’ân’ın Felak ve Nâs sûreleridir. Kur’ân’ın son üç suresi olan İhlas, Felak ve Nâs sûrelerine ise muavvizât (koruyucular) denir. İhlas sûresi, Allah’ı anlatmaktadır.
Felak ve Nâs sûrelerinde ise; yaratıkların, karanlık gecelerin, büyücülerin, haset edenlerin, insanların göğüslerine kötü düşünceler fısıldayan cin ve insan vesvesecilerinin şerrinden insanların ilahı, meliki ve Rabbi olan Allah’a sığınılması tavsiye edilmektedir.
YORUMLAR
İnsan neye inanmak isterse,neyin hayalinden korkarsa kapısına dayandığını hisseder. Tıpkı en korktuğunuzun gelmesi gibi...
Hayatımızda şeytan oldukça yer kaplar...Arada sırada melekleri de hayatımıza dahil ederiz.
Oysa üç harfliler....İnsan beyninin bir tarafı onlarla dolu...İstediğinizde,düşündüğünüzde,emin olun hemen ortaya çıkarlar...Tabi siz istemedikçe asla o zindandan dışarı çıkamazlar :)
Öneri.Yazılarda satır aralarına bu kadar ara vermek ,insanı okumaktan uzaklaştırır. Hem yazıyı uzun gösterir ,hem de dikkati dağıtır.
Çalışmalarınızda başarılar
saygılar,sevgiler