- 568 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Daha Bir Sahici
Bir yaprak gibi uçuşabilmek dalından kopup da bir rüzgârın peşinden… Rüzgâr ne görünümünde olacak peki? Bir tebessüm mü apansız karşına çıkıp da gününü ışıtan? Veya belki küçük bir kızın gözlerindeki, hayatı tanımayanlara mahsus o uçsuz bucaksız, berrak gökyüzü mü? Ya da o gökte tek bir bulut olmasın diye çırpınan içindeki şefkatli kadın..?
Ne olursa olsun öyle bir rüzgâra ihtiyacı var mutlaka her insanın. Yoksa saatlerce havasız bir odada kalmışlara mahsus birinin tepkilerini göstermeye başlıyorlar. Boğuluyormuş gibi çırpınmaya başlıyorlar birden, tutunmak istiyorlar onlara bir gıdım nefes olacak şeylere.
Bu kırıp dökmeler, ezip geçmeler de hep bu rüzgârsızlıktan değil midir zaten? Mızmız bir çocuk gibi yanıp yakılmalar, tepinip durmalar… Bağırıp çağırmalar gecenin bir köründe… Bol alkolde yumuşatmaya çalışmalar sert köşelerini gerçeğin… Zaten o geç vakit bağırmalar da bu yumuşatma çabasının bir ürünü olmuyorlar mı genelde?
Alkolün etkisiyle bulutsu bir perde geriliyor arana dünyayla birden. Onun ardında, sanki bir rüyanın içinde var olmaya başlıyorsun… Ve rüyalarda hep olduğu gibi de gerçekte olduğundan çok daha güçlü hissediyorsun kendini. Bu yüzden öyle var gücünle bağırabiliyorsun ya zaten! Toplumsal yanın çoktan karanlığa karışmış; yalnızca isteyen, yiyen, içen, “ben” diyen yanın kalmışken seninle, nasıl güçsüz hissedebilirsin ki zaten kendini?
Ama ne kadar uyuştursan da kafanı, gerçekle arana bulutlar yığsan da, eninde sonunda güneş gösteriyor başını ufuktan… Evler, ağaçlar an be an nasıl belirginleşiyorsa, ellerin de aynı netlikte belirginleşip sana “bir rüya değil bu” diyorlar. Alkol takviyeli güçlü olma halin de azalırken gitgide, geceden sana kalansa sadece nahoş bir tat…
“Böyle olmamalı!” diyorsun. “Önceki günden bugüne geçerken küçücük de olsa bir lezzet bırakmalı hayat damağımda…”. Bir şeye tutunmak istiyorsun o anda, gece gelmeden o karanlığa karşı kuşanmak tüm silahlarını. Uzlaşmak istiyorsun dünyayla, güçlü olmak falan değil… Bu yüzden karanlığa savaş açıyorsun ya zaten… Onun seni çekip yutmasından korkuyorsun çünkü, güneş ufuktan başını doğrulttuğunda geriye “sen” diye en küçük bir şey kalmamasından…
Bambaşka bir gözle bakmaya başlıyorsun dünyaya. Önceki gibi öylesine, “bahtıma ne çıkarsa” der gibi bakışlarla yalayıp geçmiyorsun çevreni, bir şey arar gibi bakıyorsun. Seni dalından çekip koparabilecek kadar güçlü bir esinti getiren dünyana, boşlukta uçarcasına bir özgürlükle her şeyi bir bütünün parçaları olarak görmeni sağlayacak kadar yükseklerde bir yere çıkaran…
Aşkın tanımını yaptığını fark ediyorsun birden… Güçlü bir ürperti sarıyor bedenini, zihninde art arda sahneler belirirken. Rüzgâr var sahnelerin hepsinde de; renkler, şekiller belirginleşmiş… Ama acı da var aynı zamanda kimilerinde, aynen şimdiki gibi içinde ne rüzgâr ne acı olan bir hayatı özletecek kadar güçlü…
Ama şunu da unutmuyorsun: Özlemler içinde bulunulan zamandan bağımsız değil… Geçmişte bir an özlediğin bir şey; bir insan, bir kitap, bir duygu, şimdine hitap etmiyor olabilir pekâlâ. Hava soğukken sarındığın mantonun sıcaktaki gülünç görünümüne bürünebilir, o özlenen şey her neyse…
Şimdi canım acımıyor mesela. Acıması ya da herhangi bir his duyması için öncelikle ruhsal bir devinim gerekli… Bir hamle yapmalı ruhum, tıpkı pencereyi açar gibi derin bir nefes alabilmek için aralamalı tüm duvarlarını… Onun sayesinde hiç bakmadığım gibi bakmalı, baktığım o şeyler aracılığıyla dokunmalıyım dünyaya. Ta ki gölgeler ete kemiğe bürünüp “aynı dünyadanız senle” diyene kadar…
Belki o zaman karşıdan gelen şu genç kız daha bir sahici görünmeye başlar, başka bir dünyaya ait gibi değil… “Mutlu mu acaba” derim, sadece bir görünümden ibaret olmadığını hatırlayarak… Bir parça ben kaçmışımdır içine sanki. Çünkü böyle gerçekten görerek bakılan her şeyin içinde bir parça bakan kişi de vardır. Onu içeri buyur eder o parça… “Kendi evin gibi bil, çekinme” der, o şeye kattığı geniş tebessümle.
İşte ben de öyle, bir yanlarını bana benzeterek, gülümsetebilmeliyim baktığım şeyleri… O zaman ben de tebessüm ederim onlara, onlarla arama benden uzak durmalarına neden olacak duvarlar dikmem.
Şu karşı banktaki şirin kedicik bir başlangıç olabilir mi acaba? Bir yaklaşıp hatırını sorsam, okşasam tatlı tatlı sırtını, gölge kalan yanlarını azar azar gerçeğe çevirsem… Aşkın coşkusunu getirebilir miyim o zaman hayatıma? Aşkla atan bir kalp kadar ısıtabilir miyim üşüyen kalbimi? Ama rüzgârsız da kalmadan… İçime tatlı bir ılıklık yayılırken, ruhumun tüm pencerelerini ardına dek açarak dünyaya…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.