PAZAR ERTESİ
Günlerden Pazartesi
Aylardan Kasım
Hava yağmurlu, soğuk ve kasvetli
Bu kadar içime keder doldurmaya ne hakkın var ey şehr-i İstanbul …
Bu koca şehirde tüm kötülüklerin başrol oyuncusuyum sanki.
Haftanın ilk iş günü olması da cabası.
Suratım sirke satıyor, müdürüm ne bu halin diyor. Uykusuzum diyorum. Oysa ne çok isterdim, böyle havada işe mi gelinir … demeyi, bilmiyor ki şu anda sıcacık sobanın başında kestane pişiriyor olmayı istediğimi, üzerinde kaynayan, kaynadıkça taşan çayın kokusunu içime çekiyor olmayı . Geçen aydan hazırladığım odunları (çalı- çırpıları) almak için üşüye üşüye odunluğa gitmeyi, giderken sümüklü böceklerin yaprakların üzerinde bıraktığı izleri takip etmeyi. Islak toprak kokusu ile bacadan çıkan yanmış odun kokusunu özümsemek. Çamurlu yolda yürürken lastik ayakkabım ile çamurun kavuşmasından çıkan sesin armonisiyle küfür etmeyi. Kaşif dedenin ördüğü sepete odunları doldururken içindeki talaşlarının gözüme kaçması. Talaş zerreciklerini gözümden çıkarmak için üst göz gözkapağımı kaldırarak alt kapağa doğru ustaca çekiştirerek başarmak ve başarının verdiği sevinçle gülümsemek. Sonra eve dönüşte ellerim ve ayaklarım öyle üşümeli ki elimi ve ayağımı ısıtmak için sobaya uzandığımda ısırır gibi ısınmanın tadına varmalıyım.
Evet bunları özleyeceğim o yaşlarda aklıma gelmezdi, kışın su alan çizmelerimden bir an önce kurtulmaktı tek derdim. Islanan tek-tük (biri başka-biri başka) çoraplarımı kurutmak ya da üşüyen ayaklarımı ısıtmaktı tek amacım, uzun bir okul yolundan dönerken. Bazen de çoraplarımı çıkarmadan ıslak haliyle sobanın borusuna dayayıp ayaklarımla beraber çoraplarımı kurutmaya çalışırdım, nitekim biraz sonra da çoraplarımın yanan kokusunu duyardım. Sanki çok çorap varmış gibi birde onları yakardım. Çocukluk işte ayaklarıma üzülmez çoraplarıma üzülürdüm. Yarına bir çift çorap bulmak büyük bir zaferdi. Çoraplar bir de eşli ise, gönül rahatlığı ile okula hazırsın demektir. Çünkü ertesi gün okulda genel vücut temizliği kontrolü vardı. En çok ayakkabılar çıkarılıp kontrol edilecek diye sıkıntı duyardım, sanki tüm foyam meydana çıkacak, suçüstü yakalanacağım. Çoraplarımın biri başka diğerinin başka olmasını yoksulluğun simgesi olarak algılardım. Mahcupluk kaplardı içimi, kontrol sona erene kadar. Neyse ki öğretmenimiz her defasında sadece tırnakları, saçları, kıyafetlerimizi kontrol ederdi. Oysa şimdi çocuklarımız sırf moda diye böyle çoraplar giyiyor.
Annemim sabahları kuzinede sana yağ sürüp kızarttığı ekmeğin kokusundan mest olurduk, bazen de yanına patatesleri de atarsa yeme yanında yat. Kumpirin yanında lafı bile olmaz. Tabii önce ekmekler kızarır, yanında süt kaymağı tüm orijinalliği ile damağımda. En çok üvezin pekmezi olurdu bizim oralarda. Kuşburnu pekmezini andırır tadı. Rengi daha kahve idi, tadı ise enfes, bugün hiçbir yerde rastlayamıyorum. Ya yumurtalar, tavukların yumurtlayacağını sesinden anlardık; gıt gıt gıdaak, yumurtam sıcak, inanıp gider bakar ve alırdık. Tere yağda pişirip en çok yemece yarışı ederdik, çaktırmadan.
Bu mevsimde buzalayan ineği ve danasını da anmadan geçemeyeceğim. Dişilerin nasıl doğum yaptığını ilk defa hayretler içinde izlediğim anlardı, hiç unutmam. İsmi Altun olan ineğimizin doğum sancıları ve ıkınması beklendiği üzere bir gece yarısı başladı, annem Altun doğuruyor demesi ile hepimiz ayaklanmıştık. İlk defa bir dişinin kendisine benzeyen bir yavruyu nasıl dünyaya getirdiğini görecektim, müthiş bir şeydi. Annem ineğimizin başını karnını okşaya okşaya ona cesaret vermişti, hadi kızım diyerek babam bacaklarının arasından o yavruyu nasıl da çıkarmış, eşini de jiletle kesip danayı kucağına almıştı. Nasıl güzellik, tüm canlıların hem saf hem de pis halini doğum esnasında görürsünüz. Tatlı ile tuzlu suların birbirine karışmaması gibi. Hemen Altun’un danasını yanına verdi babam, yoksa acayip bir ses çıkararak kızgınlıkla bakmıştı, inek. Şimdi anlıyorum tamamen duygusalmış, yavrusunu koruma isteği, yalayarak temizledi yavrunun tüm vücudunu. Hiç unutmuyorum annem hava çok soğuk diye yavruyu birkaç gün evde baktı, bizde bir bebek gibi onu sevebildik. O birkaç gün emzirmeden emzirmeye annesinin yanına battaniye sarılı olarak götürülürdü. Altun’un o anki heyecanını gözlerindeki kırpışmadan çocukta olsak anlıyorduk. Ya o ayaklarının üzerinde duramayıp yıkılan tekrar doğrulan o danayı hiçbir belgeselde bu denli izleyemezsiniz. Çünkü hayatın içinde olmanın verdiği lezzet ile erkandan seyretmenin farkını bizler biliyoruz ve bu anlamda şanslıyız .
Oysa bizim çocuklarımız bunları yaşamadığı gibi o tadın ve tuzun farkında değiller. Onlar için her şey ekran önünde. Oyunları, gülmeleri, eğlenmeli hepsi ekranlarla çevrili. Duyguları bile yönetilebilir oluyor hal böyleyken. Üç veya dört boyutlular, playstation, AVM’lere sıkıştırılan lunaparklar v.s. Bizim daha önce sahip olup tadını aldığımız üçü beşi olamayan tam boyutlu dünyanın tatlarını şimdiki çocuklar bilmiyorlar ve onların bilmediğini biz biliyoruz. Bu nedenle bazı yollarla bunları vermeye çalışıyoruz. Örneğin bahçeden bir şeyler toplamanın tadını, dalından meyve koparmayı, çiçek dikmeyi v.s. ancak ne çare ki bu hayat onlara hiç de cazip gelmiyor, görev gibi hissediyorlar ve mutlu olmuyorlar. Onlar için bilmem hangi oyundan kaç puan almışsın, en yükseğe hangi aletle çıkmışsın, adrenalinle mutlu oluyorlar. Kuşak farkı mı, burun farkımı bilemem ama dünyada doğanın bir tadı var, bunları kaybedersek yaşamı da kaybederiz. Ölüler diyarına geçmiş oluruz, öldüğünün farkında bile olmamak. Bir çiçeği görmek yetmez, onun kokusunu ve tensel olarak dokusunu da hissetmeli insan. İnsan olmanın tadına varmak için mutlaka görmemiz ve hissetmemiz gerekir.
Bu anlamda gerçek dünyanın tadına ancak tüm duyu organlarımızı katabiliyorsak yaşıyoruz demektir. Öyle camdan kafeslerle neyi, ne kadar sevebilir ki insan. Ekosistemden uzaklaşarak tükeniyoruz ve tüketiyoruz geleceğimizi, farkın da bile değiliz .
“Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz.”
YORUMLAR
Kentlerin boğucu, sıkıcı, katlanılmaz, duygusuz kuşatmaları karşısında sığınağımız gibidir doğa İnsanlığımızı öğrendiğimiz, anımsadığımız.
Ki;
Yitik özlemler biriktiriyoruz sadece geçip giden ömürde şehirlerin bizi boğan sıkıcı ve anlamsız karmaşasında..
Tebrik ederim güzeldi yazı....
Aba
"Bu kentin ne çatılarını aydınlatan ayları sayabilisin,
Ne de duvarlarının gerisine gizlenenen bin muhteşem güneşi"
KHALED HOSSEINI