- 806 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'cüruf'
Uzaktan ampulleri rengârenk görünen sarı bir yalnızlık karanlığın sırtına dayanmıştı. Dişlerimi kaşıyordum. Diş doktoruna randevu alıp gitmemiştim. Randevuları sevmediğim halde doktora randevu almama sebep bu arsız kaşıntıdan başka bir şey yoktu. Haberleri yoktu. Bembeyaz bir güvercinin taklalarını anımsatan yahut parmakları yeni kremlenmiş bir kadın eli kadar parlak ve taze haliyle dans edenler hayal dünyasında gibiydiler. Umursamıyordum. Misafir gittiğimiz evde erkeklerin pijamaları dizlerine kadar çekiliyordu. Üşümüyorlardı. Evleri sıcacıktı. Bir yandan garip bir his kıskanma içgüdüsünü ortaya çıkarmasına rağmen, soğuğun önemli bir güç kazandırabileceğine inanmak deliceydi ama fevkalade neşe kaynağıydı. Kısaca delilikti bu. Akşamdı. Aylardan güzel bir aydı. Bir şey kalmıştı ilkinde. Öncelikle güzel göğüsleri olan ana kraliçe doğruluklarına güvenebileceği doğumun kaynağında şehveti değil, teslimiyeti kabul ediyordu. O böyle inanıyordu. Bir şey kaybetmiyordu. Kaybetmesi için gerekli bir fecaat da yoktu. Uzaklaşmadan, kolayca anlaşılır biriydi ama bunun yanı sıra olağan güçleri arasında teslimiyetinin verdiği sıkıcı havası onunlaydı. Tüm bu sıkıcılık tamamen kanıtlanması gereken bir varlığın dışa vurumu gibiydi. Bir doğumdu. Sahi, insan ölünce ölmüyordu ya! İnsanın ölümü demek, bedenin ruhu doğurması demek! Evet, öncelikle nerede doğurduğunu bilmeli ve nasıl doğurduğunu. Oysa kafası almayan bir hiç kadar da yılışık olmanın zaferini tadıyordu savlar. Çürütülüyorlardı. Dua mırıldanıyordu. Hiçbirinin haberleri yoktu. Kraliçenin anaç doğurganlığı bir kovan içindeki hiyerarşinin yumuşaması için yeter, artardı. Unutulmaya yakın bir şiirin unutulmaması gereken mısra gibi sıcacıktı elleri. Ellerinden bahsederken ciğerleri sızlıyor mudur kedilerin? Hiç sanmıyorum. Aynı sokakta yirmiden fazla kediyi bir anda aynı yöne doğru ağır adımlarla yürüdüklerini gördükten sonra onların insanları pek önemsemediklerini düşünüyorum. İnsanlar yerine bir insan daha anlaşılır olabilir. Buna hiç de gerek yoktu. ‘Kula sorma, beni yüreğine sor’ yazılı duvar yağmurun hırçın damlalarına maruzdu. Önce duvarın yapılış amacını, sonra duvarın hiç yapılmasaydı hayatta nelerin değişebileceğini düşündüm. Bu bir nevi sonu olumsuz biten bir iş için ‘keşke daha etkili çözümlere başvursaydım’ demesi kadar insanın çaresizliğini anlatıyor. Örneğin insan kendisinden prototip olarak benzer ya da benzerlerini var edip, ulaşamadığı şeylere sahip olabilmesi adına çaba gösterebilmeliydi. Tabi benzerleri ne hissediyorsa o da onu hissedecekti ama biri, herhangi bir küçük bir mutluluk içerisinde bulunsa öz hissedebilecekti bunu. Zor olan bir şey! Dudaklarımı annemin bana öğrettiği şekilde dua edesim geliyor. Düş görüyor da olabilirim ama nimet saymalıyım bazı güne doğanları. Unutuyorum. Aralık başlarından beri çitlerin sararan sivriliğinin içleri boşaltılmış saydam gövdeleri hatırlatan dinginliği bir engelle yine de gölgelere dahi izin vermemek için diretiyor. Kasap dükkânı, emlakçı, elektrikçi, fırın, market, hırdavatçı, pideci, kahve… Hangisinin önünde durup beklesem herhangi bir sokak köpeğinden farkım olmayacak. İnsan olunca neden insan olduk sorusunu rahatça sorabilme lüksüne takılıp kalmak da var. İnsan olmak meydan saatlerinin durmuş olabileceğini, kaba kumaşların etleri sararken nasıl bir ustalık gerektirdiğini, çarşaf üzerindeki sarımtırak lekeleri götürmek için hangi çareler gerektiğini, perdelerin yıkanırken fazla kırışmaması için neler yapıldığını biliyor olmam pek bir şey değiştirmez ama şunun farkındayım, bazen insanlar kıyas yapmak ister. Karşıdaki birini düşünür. O üzgünse, hastaysa bu durumlar her ne kadar can sıkıcı da olsa, kendini unutma halini insana tattırıp, garip bir haz duyumsamasını sağlıyor. Bunu beyaz minibüse binince unuttum. Yanımdaki de unuttu. Erkenden indim. Erkenden onu da indirdim. Bacaklarım iki koltuk arasına sıkıştı. Bağırsaklarımı hissettim. Önünde durdum arkadaki koltuğun. Dört cephesi bomboş bir evde yaşamanın dayanılmaz soğukluğunu düşündüm. Hayır, diyebildim, daha fazla düşünmek için üşümeliyim. Sonra ben sigara uzatırken benden sigara almak istemeyenleri düşündüm. Yine aynı yerden ağlama ve dua sesleri geliyordu. Ağır bir yorganın altında seslerin bölüşüldüğü uyku problemine yakın bir unutuş hali soluklanıyordu. Göğsümün tam ortasından ciğerlerimin kas spazmına maruz bıraktığı kocaman fısıltının sessizce damarlarımda dolaştığı cenahta kısa bir süre boyunca sırtımı duvara dayayıp, imitasyon derimi parçaladığım anla alakalı gururlu hatıralar karalamaya karar verdim. Rüya uykular görebileceği saatlere yakın kocaman bir göt kibarlığın ortasında yatak hüzünlü kalıyordu. Onun en sevdiğim ismiyle ona seslendim bu sefer de: ‘Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım ya, seni çok seviyorum. Ne olur ben sana çok dua etmek istiyorum ama edemiyorum. Bilmiyorum beni alıkoyan şeyleri. Göremiyorum onları ama ne olur dayanma gücü ver sana dua etmemi sağla.’ Biliyordum, eğer bir gün dua etmeye başlarsam gerisi gelecekti. Yani yine dua edecektim ona. Sevgiyle, saygıyla dua edecektim. Yine bağırsaklarım sıkışacaktı. Sıkışık bağırsaklarımın arasından geçen kılcal damarlarım olacaktı. Belki birkaç damar toplayıp kirli kanı kalbime getirecekti ve kalbimde ağzıma çıkaracaktı. Ayakta olacaktım. Yürüyecektim. Yürümeyi seviyordum bir ara. Yine seviyorum. Yürüyemesem de hala sevmemi engelleyecek bir durum ortada olmayabilir de! Gırtlaktan çıkaramadığım tüm kelimeler adına da özür dilerdim sonra. Yine ondan, yine samimiyetler. Ama bunun benim öykümle ne alakası olabilir ki? Bu bir öyküyse tabi ki, yaşanmalı, yaşamalıyım. Birisi yazar, birisi oynar ve sonunu da yine başkaları izler. İşin ilginci bu öyküyü adamakıllı izleyen yine benim. Peki, kamerayı neden gözlerime koymuşlar ki? Gözlerim ağrıyor. Azıyor da diyebilirim. Böyle olunca sürme farz. Çevremi kolluyorum. Daha çok kediler ama köpekler de artık sarıyor etrafımı. Hayır, araba motorlarından bahsetmiyorum. Hiçbir hayvan motor yağına bulaşmak istemez. ‘Patilerim, patilerim’ diye miyavlayan zavallı kedinin ne suçu vardı ki? Ya ‘mahvoldum’ diye havlayan köpeğin? Caddede fışkıran bir renk karartısının nedeni akşamdı. Cami önünden geçiyordum. Herhalde cumadan cumaya uğradığım bir yerdi burası. Sağır da olabilirdim ama duydum. Birisi birine bir yerden bir şeyler okuyordu. Sanırım okunan cümleler çok etkiliydi ki, diğer adam ‘ah ah’ diyordu. İşin daha da garibi bir şey anlamıyor oluşumdu. Arapça konuşuyordu iki kişi. Biri siyah çarşaflı kadın, diğeri adam. Belki karı koca, belki abla kardeş, belki de hiçbir şey! Nazar değecek diye korkuyorum yine bir yerlerime. Her ne kibarlık duygusu yine beni sanki çiçek açan bir evin bahçesinde misafir olmaya çağırıyormuş gibi his verdiyse, yine kazaya uğrama fikri aklımı iyice yormaya başladı. Adam kıyamet süresini okuyordu. İlk önce pek umursamadığım şey, saniyeler bocalarken beni içine doğru çekmeye başlamıştı. Eve gidince ilk işim kıyamet süresine bakmak olacaktı.
Çekmeceyi açtım. Parmaklarım birbiriyle buluşmuyordu. Bana aldırış etmeyen bir yığın düşünce üzerime basıp hızla önüme geçiyorlardı. Dur diyorlardı, hayır duy! Daha iyi olamazdım. Karanlıktım. Biraz metal, biraz cıva ve biraz da tiner. Atların en rahvanıydı bu şekil düşüş. İçimde kırpılan tüylerin haddi hesabı yoktu. Daha berrak olması adına büyük bir çakmak ruha tutulmuş ve yangın çıkıp çıkmayacağı düşünülmeden ısının şiddetinden dolayı yanmayı öncü saymış ve küle dönmek için dokunulmayı bekleyen et haline bürünmüş o şeyi düşündüm. Bunların hepsi birden parmaklarımın arasında ölümüne sürüklenen tütünün misafir olduğu içleri boşaltılmış kirli bir pantolonun arka cebinde mevcuttu. Asla sıcak olmayan götün, oturduğu yerden kalkarken bıraktığı ısının hangi enerjiyle dolu olduğunu bilmek güzel olurdu ama en kısa yol sürtünme ve potansiyel enerjisinden bahsediyordu. Elektrik, titreşim vesaire pek çok şey alımlı birer fizik konularıydı ama metandan daha gayretli ve zahmetli enerji kaynağı olamazdı da. Elbette ruhun enerjisini saymazsak! Sırt üstü oturduğum bebekliğin kapalı sisteminde yavaş bir patlama, çılgınların devrimsiz kalışını açıklayabilecek mevcut özellikler taşıyordu. Meydanda ki simitçinin arka sokağında hayattan kaçmaya yakın bir adamın sattığı kazı kazanlar kadar da her şey bir anlık heyecan ve gerisin geri burukluğun devamıydı. Elbette insan her şeye hüzünlenebilir ama ben kendimde suç buluyorum. Ağaçlar, yollar, parklar, cami bahçeleri, okul duvarları, kanalizasyonda akan suyun sesi, yağmur, radyosu çalışan bir otomobil, yarım ekmek kokoreç, nasırlı eller, vals yapabilen varisler, tutkuyla dile getirilmiş gece ve nicesi… Ölümlerin bile ayak sesleri varken benim de olmalı ama ben kendi ayak seslerimi tanımıyorum. Paytak da yürüyebilirim, bambaşka bir beklentiye girmeden parmak uçlarıyla sokaklarda cirit atabilirim. Bunların hiçbiri hiçbir şey gibi önemli değil ya, bu yüzden basit bir tulumun ayak kısmından sızan havanın bağırsaklar arasında şişkinliği de sebep olabileceğini bilmek kötü. Her şey kötü! Beyaz gelinlik, yapay çiçekler, dar pantolonlar, mini etekler, şalvarlar, kasketler, şanzımanlar, pedallar, krikolar, taksitler, krediler, soğuklar kötü. Hepsini bir den daha kötü birine onları bırakıp kaçmayı da düşünmüyor değilim. Bu kaçışın sonunda yaratıcının hiç memnun olmayacağını bilmek bu saçma fikirlerden bir an için kurtulduğunu hissettiriyor insana. Oysa ben yanımdan geçip giden tırın bir anlık sıcaklığını dahi seven bisikletim. Bulunduğumu var saydığım yer sırılsıklam nöbette bekleyen erin uykulu gözlerinden başka bir şey değil.
Eve girdiğim anda aklıma gelen ilk şey ‘makarna yapalım’ demekti. Her zaman çiçek yağı kullanırdım ama bir kere de margarin kullanayım dedim. Eski katı margarin reklamlarına bile duygulanabilen ayının hazin sonuydu tüm yemek uğraşlarım. Güzellik beklenmiyordu. Yalnızca tarafsız kalınıp, adaletin iyice kök salması bekleniyordu. Sürdürülen öykünün masasında çay bekleyen yaşlı adamın titrek dişlerinin kirli derisine batan beyaz kılları görüyordum. Çay istiyordu sanki herkes. Herkes çay istiyordu. Çaydan adamdım resmen. Fotoğrafımı çekiyorlardı ve çay içiyordum. Gülüyordum çay gibi, ağlıyordum çay gibi. İşerken çaydı, üşürken aklıma gelen ilk güneş. Bir çayın kinematiği ivmeli hareketti. Grafiğini çizemesem de eğrinin düz bir çizgiden daha estetik olabileceğini düşünürken, işin içine karelerin girebileceğini bilememek üzücüydü. Daha kısa, daha zayıf ve daha güzel olmalıydım. Gözlerim kırmızı çıkmamalıydı hiçbir fotoğraf da. Özellikle gömleğimin yakasını açabilmeliydim doya doya. Hiçbir bağ, kravat, papyon sarmamalıydı boğazımı. Derinlere işlenen ten uyuşukluğunun tüm ter damlaları buharlaşana dek son kırılmalıydı indislerini belirtip.
Sokak taşlardan ibaretti. Taş sokak olmuştu. Düz olması için taşı belli boyutlarda tıraşlayıp, orantılı hale getirmişlerdi. Taş sokağın az ilerisinde oturan ve dizlerine kadar elbise giyen balıketli sarışın kadın bugün mavi bir kot pantolon giymişti. Akşamdı. Sokak çoktan siyahtı, siyah sokaktı. Kadın balık satıyordu. Balıklar tazeydi. Yanımdaki dudakları uykuya dek susturmayı becerebilirsem, bir gün bende balık yiyecektim. Balık güzeldi. Tazeydi. Deniz derindi. Mavi yeşildi, yeşil mavi ve hepsi birden siyah. Bağırsaklarım griydi. Gri siyah değildi. En uzaklara çekiliyordu dostlarım kendi aralarında. Dostlarım balıklardı. Balıklar beni tanımazdı, ben de onları. Taze balığı bakışından anlardım. Yaşam suretiyle ölüme yakışıyordu. Araba yanaşıyordu yavaşça. Gururluydum, eve gelene kadar hiçbir şey üzerime su fışkırtmamıştı. Ne bulut, ne bir araba ne de minibüs, otobüs, kamyon. Gözlerimi kontrol edersem öykü olabilirdi. Devam etmeliydim.
’..ya yalnızca mosmor bir kalışsa. orada her şeyin bir çıkışı olmalıydı demek isterdim. yeniden bir çıkış da yaratabilmek itici olurdu güçler adına. yanıt vermem gerekiyor gibi geliyor ama yanıt vermek hiçbir zaman gerekli değildir. yanıt verirken, sorular ortaya çıkar. soru çoğu zaman da sorundur. birisinin sorusu varsa, birisiyle sorun yaşıyordur. taşralı bir ağızla iç çekişler, evetler, hayırlar ve fayans taşının üzerinden bir bornoz ve pişmanlık. derken çıkışı belli olmayan bir sonlandırılmışlık hissi veren duvarın ardında ne var diye de merak etmemeli ya, merak etmiyorum. duvar, duvardır. ötesinde olan biten her ne ise bilmeden dinlemeli sesleri. bu çıkışın ayak sesleri de uzarken, mezarda bitecek uzun ve haraketli bir yaşamın aslında kısa olduğunu fark ederken, gittikçe hızlanacak her şey. sabırla nereden geldiğimi bilseydim, nereye geldiğimi de bilebilirdim tezini kuruyorum. kurgular kadar saçma şeyler yok ama insanlar kurgulara bayılıyorlar. bir kurgu bulmalıyım. hayır, kurgu bulunmaz. saçmalık, insanlar bayılmaz. örneğin ben hiç bayılmam. eter, keder ve davranan tüylerin tığ kıkırdanışlarında uçak motorunun azimli haykırışına benziyor bu çığlık. ekmek her gün daha çok bayatlıyor ve maya ölüyor. ’
Devam edemedim. Parmaklarıma bakınırken içimi hadsiz bir korku saldı. Sigara ağzımdan düştü.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.