Yitik Zamanlar
Yaşadığını anlamak için derin bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan buz gibi hava “işte buradasın” dedirtiyordu. Buradasın ve yaşıyorsun.
Oysa uzun zamandır öylesine derinlerde, öylesine eskilerdeydi ki. Artık özlemler gözlerinin önüne gelir olmuştu. Yüreği kimi söylese gözleri onu görüyordu. Görür görmez de sohbete başlıyordu onunla, etrafında dolaşanların anlamsız bakışlarına aldırmadan. Alışmıştı zaten o anlamsız bakışlara. Önemli olan kendi sohbetiydi. O anlamlıydı, capcanlıydı.
Neyin eski neyin yeni olduğunu karıştırır olmuştu uzun süredir. Zaman ise onun için yoktu zaten. Sabah mı, akşam mı, kahvaltı etti mi unutuyor, sorup duruyordu çevresindekiler de şu gençliğinde bahçeye diktiği ortancaların canlı canlı ona bakışlarını hiç unutmuyordu. Hele rengarenk sardunyalarını, onlara su verirken, otlarını ayıklarken yaptığı sohbetleri unutması mümkün müydü?
Her yaz misafirle dolup taşan evi, onlara kurduğu sofralar, yıkadığı bulaşıklar, yorgunlukları, kırgınlıkları… hepsi özlemin gülümseleriyle yıkanıyordu bir bir.
Onun için bugün zaten belirsizdi. Gelecekten ise söz edilemezdi bile. Tüm geleceği sabah mı akşam mı sorusundan ibaretti. O yüzden çoğunlukla geçmişte takılı kalırdı yitik zamanını fark etmeden.
Yine unuttu bugünün günlerden hangi gün olduğunu. “Ne olursa olsun fark etmez” dedi ve derin bir nefes daha aldı. Ciğerlerine inen buz gibi havayla anladı, yaşıyordu. Buna yaşamak denirse eğer.