BİR BİLSEM
Bir Bilsem
Evden çıkıp yürüdüm. Güneşli güzel bir gün. Aydınlık yeşillik her yer. Ilık bir mutluluk, hatta mutlulukla hüzün arası bir şey bu. Ağlamaklı oluyor içim bazan.
Bir ağırlık hissediyordum. Zor taşıyorum kendimi. Bütün gün sarhoş gibi dolaşıp durdum. Geçmedi.
Başım da ağrıyacak gibi oluyor şimdi.
Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum olmuyor. Kafamın içi boşalmış gibi. Görüp duyduklarım siliniyorlar sanki. «Beni sarhoş eden nedir?» diye soruyorum kendime yeniden. Ara sıra birşeyler hatırlar gibi oluyorum. Tutamıyorum hiç birini aklımda.
Sevgilimin terketmesi mi? Yoksa aylar önce taşındığım odamda, duvarın dibinde duran ve bir türlü asamadığım resimler mi? Yalnızlık mı? Tamamlayamadığım şiirlerim mi? Ne?
Ellerim uzanmıyor bir şeylere.
Durup dururken, köyde bahçemizdeki ağaçları kim kesmiş diyorum. Yıllar önce bir mektupta anlatılan, bahçedeki ağaçların kesilmesi şimdi neden aklıma geliyor. Nasıl kıydılar ağaçlara. Büyük ceviz, iki dut, bir kaç nar. Ve o kavaklar. Dut ağacına kuşlar gelirdi. Bunları anlattığım biri bana,
«Onda ne var ki, insan insanı kesmiyor mu her yerde. Hem tabiat, hem insanlık hızla yok olmuyor mu? kapitalizim insanlığın sonunu hazırlıyor, anlamıyormusun» demişti.
Anlaşılmaz bir uzaklık sıkıntısı boğazıma sarılıyor.
Öğle sonrası bir kahvede bulunduğum sıra, yan masada üzgün görünen bir adamın anlattıklarını duyuyorum. Üzgün adam,
«Yaşım elli ve ben hala birşeylere hırs duyuyorum, az da olsa. Bunun ise sonra farkına varıyorum ve tuhafıma gidiyor, hem de gülünç buluyorum bu durumu. Hatta utanıyorum da hırsımdan dolayı kendimden.
Daha dün bir arkadaşımı kaybettim. aniden.
Şaştım kaldım.
Dünden beri hiç birşeye elim varmıyor.» diye söyleniyordu.
«Ne yapacağım hiç önemli değil artık.» diye de ekliyordu.
O sözünü bitirir bitirmez, öteki, «Ben çocuklarımı göremiyorum. Ah, içim nasıl yanar bir bilseniz. Anlatılmaz bunun acısı.
Bir aptallık ettim. Bu hatamdan dolayı, söylemek istemediğim bazı şeyler ağzımdan çıkıverdiler bir an. Ben de şaşırdım buna. Sonra bu aptal davranışımı bana karşı kullandılar. Yerden yere vurdular beni. Özürlerim, yalvarmalarım bir işe yaramadı. Kanunun onlara verdiği hakkı kullandılar. Onlar benim bu halime gülerken, çocukları da buna alet ettiler.» diye anlatıyordu.
Dördüncü katta kuzeye bakan pencereden, oturduğum yerden dışarıya bakıyorum. Sabah güneşi vuruyor ağaçların tepelerine. İleride kilisenin sivri ucu yeşilliğin arasından çıkıyor. Ortalık sessiz. Kuşların ötüşü duyuluyor. Yeni bir günün sancısı başlıyor. «Bu gün neler yapsam?» Az birşey bilinmezlik olmasına seviniyor gibiyim.
Olmadık şeyler aklımı işgal ediyor, rahatımı kaçırıyor. Küçük radyodan yayılan haberleri duyuyorum ara sıra, duyduğum küçük şeylere dalıp gidiyorum. Haberlerde, dünya genelinde zenginlerin zenginleştiği, fakirlerin daha da fakirleştiği ve bu durumdan en fazla çocukların etkilendiği söylenmekte. Diğer yandan, dünyanın her yerinde, yüz milyonlarca insanın kaçak durumda olduğunu. Birçoğunun kültürel ve etnik kimliğinden ötürü, ya da aşırı sömürü yoksulluk ve savaşlar yüzünden, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldıkları haber olarak verilmekte.
Milyonlarca insan hayatları boyunca değişmeyen bir, «Ne olacak?» sorusunun ağırlığı altında ezilmekte.
Bu kaygıyı yaratan nedenler nedir? :kapitalizm!
Neden böyle bir soru insanı çileden çıkartmakta?
Ne olacak sorusuna nasıl bir yanıt beklenmekte insan?
Ne olacak sorusunu sormadan yaşama imkanı var mı? Bu hiç olmayacak kadar uzak mı insana?
Evden çıkıp yürümem lazım.
Yürümek iyi gelir, belki.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.