- 413 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Üzeyir'in Çil Çil'leri
Çay içiyorum. Sabahtan beri elden ele gezerken eskimiş tek gazeteyi evirip çeviriyorum. Birilerinin damdan samanlıktan sohbetini dinliyorum. Oyun seyrederken bir çay daha içiyorum…
Olmuyor. Köyün eski havası yok!
Küçücük bir dağ köyünde bile kahvede sigara içmek yasak; kalkıp dışarı çıkıyorum. Tepeden sarkan ampulün turuncu ışığında okey oynayanlar, ceviz ağacının altındaki ahşap bankta oturanlar var. Çıkarıp bir sigara yakıyorum. Yalnız kalmak hayallerle yaşamakmış; en iyisi biraz yalnız kalayım…
Yan tarafa geçiyorum. Oradaki bir ucu kırık masada da iskambil oynayanlar var. Yanlarından geçip beton köprünün üstüne yürüyorum. Demir korkuluğuna dayanıp aşağıları, söğütlerin, ekşi eriklerin, dikenli böğürtlenliklerin gölgelediği karanlık dereyi seyreyliyorum...
Işıklı gecede uykusu şaşmış ötüşen kuşlar var ama gene de olmuyor. Köyün eski havası yok!
Kaybolmak, kendini bulmakmış; en iyisi biraz kaybolayım. Bitmiş sigarayı dereye fırlatıp çekiliyorum. Ayaklarım bir yol tutuyor; ellerim ceplerimde, sokak lambalarının gün rengi ışıkları altında mezarlık tarafına doğru yürüyorum.
Öğrencisi, öğretmeni olmayan okulun orada duruyorum. İlerideki evlerden gelen köpek sesleri var. Köpeklerle iletişimim iyidir ama gece olduğu için tırsıyorum…
Yok, yok, eski hava yok!
Dönüyorum. Çeşme yanından, iki kahve arasındaki mıcırlı yoldan, bakkal önündeki akasya ağacının altından, cami duvarı yanından geçerek kilitli taş döşenmiş başka bir yola giriyorum. Ellerim ceplerimde. Ayaklarım eski alışkanlıktan olsa gerek kendi bildiğine yürüyüp beni asfalt boyuna götürüyor. Ama kavşaktaki küçük kahve yerinde yok. Far ışığı yok, geçen vesait yok, asfalt boş! Ve karanlık. Ve sessiz. Yeni yolu köyün dışından geçirmiş medeniler. Canım sıkılıyor…
Aynı izlere basa basa yürüyüp meydana geri geliyorum. Şerefesi ışıklı minarede ezan sesi var. Karşı yamaçları yankılandırıyor ama duymazdan geliyorum. Geçip cevizli kahveye giriyorum. Bu sefer oturmuyorum. Çay istiyorum Erkan’dan. Verirken gülümsüyor. Tabağı, fayansları kırık tezgâhta bırakıp yarım şekerli çayımı karıştırarak dışarı çıkıyorum. Sarkık ampul altındakilerin, banktakilerin, yan taraftakilerin yanlarından geçip gene köprü üstüne gidiyorum. Bardağı korkuluk demiri üstüne koyup uzak karşıları seyreyliyorum...
Yok, olmuyor! Gökte ay var, yıldız var ama eski hava yok!
“Yok, mu?” diyor birisi. “Yok.” Diyorum, kendimden emin. “Hadi canııım!” diyor, ı-yı uzatarak. “Hele dene bakalım!” Burnumdan derin derin çekiyorum, ağzımdan uzun uzun üflüyorum. İlkokul öğretmenimin beden eğitimi dersinde öğrettiği gibi… “Yok mu?” Susuyorum. “Eskisi gibi tarlalar ekilmiyor, buğdaylar, gündöndüler hasat edilmiyor olsa da yazlar gene aynı yaz. Sıcak var, çimenler soluyor, dereler kuruyor, toz tütüyor. Eskisi kadar kar yağmasa da kışlar gene kış. Don oluyor, tipi oluyor ve soğuk üşütüyor. Sonbaharda ölenler ilkbaharda gene diriliyor…” derken gülümsüyor. “Bitkiler, bitkiler; insanlar değil!” diyor, üstüne basa basa. “Sen ölünce bir daha dirilmek yok!” “Üüüf!” diyorum ona, “sen kimsin be! Onu mu diyorum ben? Bak şu köprüye; demirden, betondan! Çirkin. Eskiden böyle miydi? Üzerinden geçerken gıcırdayıp yaylanıyor mu? Hani ayakucundaki bin yıllık içi kovuk servi? Yel estikçe titreyen yaprakları ninniye benzer şeyler söylüyor mu? Hani dallarında vıcırdaşıp oynaşan serçeler? Yok! Bak şu çeşmeye! Oluk oluk akan tek kurnası vanalı mıydı eskiden? Hani Ahmet çavuşun bahçesindeki ulu ceviz? Hani meşe kazıklı, gürgen çalılı avlular? Şu cami böyle miydi? Çelebi hoca, Bilal gibi taşa çıkıp avazı çıktığı kadar bağırarak okurdu ezanı. Mikrofon var mıydı, hoparlör var mıydı? Getirip taş yerine minare dikmiş gösterişçi yezitler! Geceleri ay ışığında yürüdüğümüz tozlu, çamurlu yollarda birbirine geçmiş şu beton taşlar, kenarlarına dikilmiş şu biçimsiz direkler, şu sarkan teller var mıydı?”
Yok, yok! Eski hava yok!
“Yok, mu dedin?” diyor o birisi. “Yook!” diyorum ısrarla. “Bu köyün eski havası yok! Kaçmış. Sönmüş. Buruşuk balon gibi…” “Hiçbir şey eskisi gibi değil Oğuz Bey! Kalamaz. Dünya durmaksızın dönüyor, döngü, bildiği gibi sürüyor. Evrim, aksak topal da olsa devam ediyor. Mesela kaç yaşındasın sen?” “Elli yedi.” “Gördün mü? Yedi değil, on yedi değil de neden elli yedi? Gene iki elin, iki gözün, iki kulağın var ama başın kel, hani eski saçların? Alnın neden kırışık, neden aklaşmış sakalların? Sen eskisi gibi misin ki, her şey eskisi gibi olsun?” “Üüüf! Nerden çıktın sen? Akşam akşam! Felsefe, felsefe, felsefe! Bi rahat bırakmadın be! Yok dediysek onu mu dedik biz?”
Olmuyor, olmuyor, olmuyor! Ne yapsam da rahatlasam?
“Al üç beş bira, çık çıplak tepe sırtına” diyor. Bak sen yezide! “Git başımdan!” diyorum ona, “içkiyi bıraktım ben. Dost musun düşman mı, belli değilsin ha!”
**
Sırtında, eskiyip rengi kaçmış basma mintanı, ayağında aynı desenden şalvarı vardı. Üç beş tel kalmış ak saçları eski bir tülbentle bağlı, elinde de gürgen dalından sopası vardı. Yaşlı, hem de zayıftı. Lastik pabuçlu ayaklarını sürüyerek küçük adımlarla gelip köşedeki akasya ağacının altına dikildi. Sopasına dayanarak başını uzatıp kahve önündeki terasa baktı. Olsaydı, birini elçi edip gönderecekti ama kimsecikler yoktu. “Akşam vakti” dedi içinden. “Kalkıp gittiler elbet. Karılara yardım edecekler, karanlık basmadan sığırın, sıpanın işini bitirecekler, sonra sofra başına toplanıp hep birlikte yemek yiyecekler. Herkes bizim Üzeyir mi?” Kapı da kapalıydı. “Üzeyiiir!” diye seslendi ağzını uzatarak. Seslendikten sonra bir süre bekledi öyle. Kapı açılmadı, çıkıp bakan biri de olmadı. Biraz bekleyince tekrar seslendi. Bu sefer daha yüksek sesle ve daha da uzatarak; “Üzeyiiiir!” Seslenişine oğlu Üzeyir değil de ev önündeki tozda, toprakta pirelenip yuvarlanan köpek geldi yanına. Tiftik keçisi gibi tülü, boz tüylü bir köpek. Tülü kuyruğunu, sağa, sola sallıyor, gözlerini kocaman açmış yılışık yılışık yüzüne bakıyordu. Sopasıyla vurdu ona. “Git Barak!” dedi. “Yılışma!” Kapı açılmıyor, kimse çıkmıyordu.
Kahvede kimse kalmayınca başını masaya koyup sızdı mı acaba? Ne olacak; içkiyle yatıyor, içkiyle kalkıyor! Buna can mı dayanır? Hadi canı domuz canı da bu şekil nasıl muhtarlık yapıyor? Hadi yapıyor diyelim şöyle ya da böyle; badem bıyıklıların hükümeti buna nasıl katlanıyor?
“Üzeyiiir, Üzeyiiir! Gulağına ot mu tıkadın?”
Sonunda kapı açıldı, dışarı kocaman göbekli, ince bacaklı biri fırladı.
“Neye bağırıp duruyon? Üzeyiir, Üzeyiir! Ne oldu gene?”
“Tek göz gelmedi de…”
“Eee?”
“Sırtmaç kavede yok mu?”
“Yok.”
“Gidip bulsan…”
“Eee?”
“Sorsan da ne oldu?”
“Baa ne! Ne olduysa oldu!”
“Baa ne olur mu? Kırda galıp gurtlar mı yisin?”
“Been danam mı var, düvem mi var ana? Git Azmi’ye süle!”
“Azmi yok.”
“Nerdeymiş bu vakit?”
“İşte ya gızanım! Madende…”
“Gelmedi mi daa?”
“Gelse gidip bakmaz mı?”
“İyi, tamam. Sen git şindi. Dikilip durma orda! Hallederiz…”
Üç kişi, bekliyorlardı. Kâğıtları masada kapalı… Onun kâğıtları da kapalıydı. Kendine has ağır adımlarla geçip ocaklığa gitti; tezgâh altına eğilip şişeyi aldı, bir çay bardağı dolusu susuz rakıyı bir yudumda midesine boşaltıp masadaki yerine geçti. Kâğıtları alıp baktı. Almış olduklarını saydı. Bir, iki, üç, dört, beş… İkili batak oynuyorlardı. “Kaç dediydim ben?” dedi, masadakilere.
Rakip oyunculardan Kenan:
“Dokuz.” dedi.
Üzeyir:
“Dokuz mu? Yalan atma!”
Bayram:
“Dokuz, dokuz!” diye dikleşti, “gıvıracak yer arama!”
Üzeyir:
“Battık o zaman Nuri!”
Dokuz mu, battık mı ne, sıra kimde gibi laflar ededururken telefonu çaldı. Gittikçe artan yoğunlukla ülkücülerle simgeleşmiş “ölürüm Türkiye’m” türküsünün melodileri kahve içinde yankılanmaya başlayınca gözlüğünü takıp kimdir bu diye baktı. Ama açmadı. No tuşuna basıp ret de yapmadı. Melodi çaladururken gözlüğü çıkarıp katladı, mintan cebine koydu. Bu arada masadakiler arkalarına yaslanıp dikleşmişler, gözlerini parıldatarak takılmak için an bekliyorlardı. Bahane hazırdı zaten. Derken patladılar.
“Baş koymuşum Türkiye’min uğruna…”
“Irmağının akışına ölürüm…”
“Her şey Türk için!”
“Tek bayrak, tek vatan!”
“Çakal çakaldır, bozkurt olamaz!”
“Adamın adamı değil, davanın adamıyız…” gibi simgesel sözlerle ideolojisini şişirirlerken,
Üzeyir:
“Bitti mi!” dedi, ülkücü sloganlar atan arkadaşlarına.
Bayram:
“Müzik bitti, slogan da bitti. Hadi oyna bakalım, sıra sende.” derken, oyuna başlayamadan aynı melodi gene çalmaya başladı. Baş koymuşum Türkiye’min uğruna… Mavi boncuk takışına ölürüm…
Baktı, arayan gene aynı numara; “kimsin ulan?” diye söylendi, kızmış gibi. “Akşam akşam! Kalp krizi mi geçiriyon? Ambulans mıyın ben? Zır, zır, zır…”
Kenan:
“Adı yazmıyo mu beya?” dedi.
Üzeyir:
“Yok! Kayıtlı biri diil.:.”
Bayram:
“Baksana beya! Neye çaldırıp duruyon şunu? Herkez arayabilir anadın mı? Muğtar diil misin?”
Baktı çaresiz.
“Alooo!” dedi önce, ağzını yamultup yayarak. Sonra “evet.” dedi.” “ben muğtar Üzeyir.” dedi. “Meşe Küğ… Evet. Sen kimsin? Tireli mi? Tanımadım. Tireli Bedri mi? Valla çıkaramadım. İki sene önce diyon... Evet, muğtardım gene. Candırma çavuşu… İzmirli… Berk çavuş mu? Evet, biliyom. Yok, gitmedi. Daa burda. Tamaaam, hatırladım şindi. Oluur. Gonuşalım tabii. Vaktim mi? Var var. Dur dışarı çıkayım ben. Kavedeydim de…”
Kalkıp dışarı çıktı. Terasta dikilip telefondakiyle uzun uzun konuştu. Konuşma bitince geldi, masanın başına oturdu.
“Bitti.” dedi, masadakilere.
“Ne bitti?”
“Oyun bitti arkadaşlar!”
“Oyunu bozan çayları öder! Biliyon dimi?”
“Bakii, buban yenildi! Yaz çocuğum gazanın altına! Borcum olsun. Allah baa, ben saa…”
**
Askerliğini Kıbrıs Beşparmak dağlarında yapmıştı. Askerlik vatan borcudur. Herkes gidecek, borcunu ödeyip gelecek. Hem, askerlik yapmayana erkek denmez, erkek olmamış birine de kız verilmez. Borcu bitince köyüne gelecek, helal süt emmiş biriyle evlenip mutlu bir hayat sürecekti. Ama o gelmemişti. Hem de askerden gelene diyorlardı; esas askerlik şimdi başlıyor, yirmi ay askerlik ne ki! Gelse ne olacak? Babasının beş baş sığırı, beş parça tarlası beş çulsuz kardeşin hangisine? Başka da iş yok! Askerliğini yapıp erkek oldu, belki kız verecekler ama para yok! Gözü çıksın, para yoksa hiçbir şey yok! Kıbrıs’ta kalıp en iyi bildiği tarım işinde çalışmaya başlamış. Bu sırada da tarlada tanışıp gönlünü çaldığı Mersinli ırgat bir ailenin ırgat kızıyla “bir dilim ekmek bir baş soğan, seven iki gönle sananlık seyran” deyip düğünsüz, derneksiz evlenmişlerdi. Cicim aylarında soğan katık olur, samanlık seyran olur da ya sonra? Bir yakını aracılığıyla İstanbul’da iş bulup gelmişler, bir ev tutup yerleşmişlerdi. İki çocukları vardı. Okula giderken; silgi, kalem istiyorlar, eve gelince; ekmek, yemek istiyorlar. Ev kira, maaş asgari ücret! Vatan millet Sakarya ama vatandan payına düşen bu kadar. İstanbul’da yaşamak zor! Kardeşiyle aynı evde kalıyorlar, kirayı paylaşıyorlar, mutfağı ortak kullanıyorlar ama gene de zor. Olmuyor. Babası ölünce pılıyı pırtıyı toplayıp köye dönüyorlar. Köy yeri başka! Benzer mi büyük şehre? Odun bedava, su bedava, bol bol da hava… İki inek beslerler, domates, biber ekerler, tavuklar yumurtlar, keçiler yavrular. Kira yok, iki odalı baba evi ikisine de yeter. Kız kardeşler nasıl olsa evlenip kocaya gitmişler. Üzeyir, kahvede çay yapıp satar, Azmi’nin eli testere, keser tutuyor; samanlık çatar, ahır yapar; çocukların rızkı nasıl olsa çıkar...
**
“Üzeyir abi, sen misin?” diyordu telefondaki ses. Üzeyir, “evet” diyordu. “Muhtar Üzeyir mi? Meşe Köy muhtarını aradımdı…” Üzeyir, “evet benim” diyordu, “Meşe Köy muhtarı Üzeyir. Sen kimsin?” “Abi, ben Tireli, tanıdın mı?” Tanıyamadım.” “Tireli Bedri…” “Valla çıkaramadım.” “Abi, iki sene önce muhtar değil miydin sen?” “Evet, muhtardım.” “Bir kış günü köye gelmiştik. Her yer kardı, çok da soğuk vardı. Ayberk çavuşla. İzmirli. Berk çavuş yani! Ben jandarmaydım abi! Sonra teskere alıp gittim. Berk çavuş hala orada mı? Tayin olup başka bir yere gitmedi mi?” “Gitmedi. Ara sıra gelip uğruyor. Görüşüyoruz.” “Devriye gezerken sizin köye gelmiştik. Geceydi. Siz Berk çavuşla oturdunuz. Biz cipte kalmıştık. Bize çay göndermiştin. Sıcak sıcak içmiştik de içimiz ısınmıştı. Sonra işiniz uzayınca kalkıp yanımıza gelmiştin; nasılsınız çocuklar demiştin. Karnınız aç mı diye sormuştun. Soğuktu, üşümüştük. Karnımız da açtı. Bizi eve götürüp sofra düzmüştün. İşte ben o zaman demiştim; bu Üzeyir abi delikanlı adam…” “Evet, hatırladım şimdi. Ee, nasılsın, ne var, ne yok Bedri?” “İyilik, güzellik be abi, ne olsun, yok bir yaramazlık. Sen nasılsın?” “İyiyim iyiyim de, hayırdır bu vakit, nerden aklına geldik böyle?” “Abi sorma, başıma bir iş geldi de o yüzden yani… Kendi başıma içinden çıkamadım. Biliyorsun konuşmuştuk o gece. Gariban biriyim ben. Biliyorsun. Yani, biliyorsundur. Yaşlı bir anam var, bir de zekâ özürlü kardeşim. Isım akraba var tabii de bu devirde kimseye güvenilmiyor. Çaresiz ne yapacağımı şaşırdım. Sonra dediğim gibi sen geldin aklıma. Üzeyir abi güvenilir adam dedim kendi kendime. Vatanını, milletini seven adamda yanlış olmaz. O ayrı mesele de esas olanı başka abi! Bu işin içinden herkes çıkamaz. Hem yürek ister, hem de yol, yöntem bilmek gerekir. Hem de sır tutabilecek kavilikte olması lazım. Sır saklayabilecek kaç babayiğit kaldı memlekette abi? İnsanlar kaypak. Yüzüne başka, arkandan başka… Hele bir punduna getirmeye görsünler, bir kaşık suda boğarlar insanı. O yüzden seni aradım abi!” “Hayırdır yeğenim, kız meselesi mi? Ya da Allah korusun başın belada filan mı?” “Abi, bela filan yok Allah’a şükür. Kız meselesi de değil. Aslında hayırlı bir iş de dediğim gibi ben kıvıramıyorum. Anlayacağın bu elbise birkaç beden bol geliyor bana abi!” “Ee, benden ne istiyorsun?” “Yardım etmeni…” “Meseleyi anlat da bilelim. Elimizden geliyorsa neden olmasın…” “Abi, mevzu derin, telefonla olmaz.” “Bedri kardeş, telefonla olmaz diyorsun, derin diyorsun; sonra da belalı değil, hayırlı bir iş diyorsun! Kusura bakma ama bir şey anlayamadım ben”. “Abi, atla otobüse gel; yüz yüze konuşalım. Hem göstereceklerim var sana. Zaten telefonda anlatsam inanmazsın. Kendi gözünle görürsen daha iyi olur.” “Demesi kolay da biz fakir adamız Bedri! Ha dediğinde otobüse atlayıp ta İzmir’e gidemeyiz ki!” “Abi, paran yoksa borç, harç… Gelince göreceksin ki, hakikaten değmiş. Öyle diyeceksin. Allah senden razı olsun diyeceksin. İnan bana. Zaten telefonda söyleyemediğim de öyle bir mesele. İşin içinde para var yani. Hem de az maz değil! Zengin olmak istemiyor musun abi?”
Zengin olmayı istemiyor musun? Lafa bak! Bu devirde babasının hayrına kim kimi zengin etmiş? Hem, zengin olmak öyle kolay bir şey mi? Tarlada çalıştık, zengin olamadık. Ormanda çalıştık, zengin olamadık. Fabrikada çalıştık… Ulan, bırak zengin olmayı karnımızı bile doyuramadık da gerisin geri köye kaçtık. Zengin olmak istemiyor musun? Lafa bak! Tamam, istiyorum! Söyle bakalım, nasıl olacak bu? Paşa dedemizden kalan mirası mı paylaşacağız? Soygun mu yapacağız? Adam kaçırıp fidye mi alacağız? İzmir yıkıntılarından define mi çıkaracağız?
Eski jandarma Nedim, nasıl olacağını söylememişti tabii. Kendi sorusunun cevabını kendi veremediği için de nasıl olacak, nasıl olacak diye diye sabahı zor etti. Gözüne uyku girmemişti ama kararını da vermişti. Gidecekti. Ne olacak dedi içinden; zengin olamasak da gezmiş oluruz anasını satayım! İzmir’i, Ödemiş’i, Tire’yi… Birkaç yüz liramız gider ama biz de milli piyangoya gitti sayarız. Ölüm yok ya ucunda…
**
Boş bardağı Erkin’e verip karşıdaki Üzeyir’in kahveye yöneliyorum. Dış taraftaki masada tek başına oturan Tır Ali’yi görmüş olmalıyım. Tır Ali, yaman adam. Yıllardır kamyonculuk yaptığı için İstanbul’daki dostları bu lakabı takmış ona. Hayatı gezgin yaşadığı için onda muhabbet çok. Batı Avrupa’yı, orta Asya’yı, yakın Afrika’yı gezmiş. Tahran’a gitmiş, Bağdat’a gitmiş, Şam’a gitmiş. Çok renkli insanlar, çok sesli toplumlar görmüş. “Mekke’ye on yedi kere gittim” diyor. “kadınlı erkekli insanlar, beyaz çarşaflara sarınıp şeytan taşlıyolar. Kâbe’yi tavaf ederken dört bir yana Allah Allah nidaları yayıyolar. Dana, koç kesip sel gibi kan akıtıyolar. Kimisi ölüp oraya gömülüyo. Dönüp memlekete gelen erkekler, çember sakal bırakıp cennettin anahtarı cebindeymiş gibi kasıla kasıla dolaşıyo. Ulan, şeytan tek orada mı? Buraya ayak atmaz mı? Buradayken taşlanmağa değecek fenalıklar yapmaz mı? Kurbanı, doları bırak Suudi Krala; sonra de ki her şey Allah adına! Kimi gandırıyonuz? Garılar cennetlik ama Oğuuuz! İster hacı olsun, ister olmasın. Hepisi…”
Geçip oturuyorum karşısına;
“merhaba dayı! Ne var, ne yok?”
“Oğuuuz!” diyor, beni görünce. U-yu da uzatarak. Okuma gözlüğünün üstünden bana bakarken düşünden uyanmışa benzer birinin gözlerini görüyorum yüzünde. Elini uzatıyor usulca. Ben de uzatıyorum. Tokalaşıyoruz.
“Hoş geldin beya! Ne zaman geldin?”
“Akşam…” diyorum, “geç vakit…”
“Goca gün nerdeydin ki? Görünmedin hiç.”
“Gezdim...” diyorum, “kırlarda, bayırlarda. Eşekçi yerindeki tarlanın yanındaki fındıklıkta iki elma ağacı vardı çocukluğumda; biri sarı, biri kırmızı yanaklı. Kır elması. Yok, bulamadım. Kızılcık aradım kara topraklıkta. Yok, bulamadım. Yalnız ağaç yanlarında muşmula aradım. Kesmişler, bulamadım. Eski bağlar arasında karamuk aradım. Geçmişler… Geç kalmışım.”
“İğşi elma, yabani muşmula, fındık, gızılcık… Baksana saa yahu! Çay içelim mi?”
“Olur.”
Gözlüğünü çıkarıp masaya koyuyor, başını usulca geriye çevirip içeriye sesleniyor:
“Bakiii! İki, iki…” diyor. Hem de iki parmağını gösteriyor, duymamıştır dürzü diye. Sonra dönüp konuşuyor. “Burda oturuyodu…” diyor. “aynı burda. Been oturduğum yerde. Aynı bu şekilde…”
“Kim?”
“Adaşım…” diyor, “Kır Ali… Bulgar’dan gelirken sapmıştım. Vay anasını, kaç sene geçmiş çabucak! Kamyonu şurayı çekip yanaştırdım. Duvarın dibine. Gelip seen oturduğun yere oturdum. Aynı bu şekilde… Hiç gonuşmuyo. Gözlerini dikmiş, boş boş bakıyo. Teeey ötelere. Çay içelim mi dedim. Aynı bu şekilde… Saa dediğim gibi. İstemen dedi, sen iç. Beraber içelim adaşım dedim. Bırak şindi çayı da bi cigara ver dedi. Bırak şindi cigarayı dedim ben de aynı makamda. Duymuştum, ciğerleri bitmiş. Son günleriymiş. Doktor, garısına demiş; yapacak bi şey yok. Önce cigarayı bırakacak, sonra havası bol bi yere gidip yaşayabildiği gadar yaşayacak. Burgaz’dan kalkıp gelmişler. Burada iyileşmiş. İyiymiş yani. Çay içmiyosan bakkaldan bi şeyler alayım; meyve suyu, kraker filan dedim. Gızdı. Diklendi. Bırak martaval okumayı dedi. Cigara veriyon mu, vermiyon mu onu süle! Şaşırdım. Al dedim. Al ba adaş! Çıkarıp verdim. Telleyip tüttürdü. Sonra gonuştuk biraz. Cigarasız yaşamaktansa cigaradan ölsün müş! Baksana sen! Mına kodumun naleti!” derken gülüyor, adaşına akıl veren kendisi de çıkarıp bir sigara daha yakıyor. “Biz neyiz sanki?” diye de sitem ediyor. “O gece küğde galdım. Ertesi gün erkenden gidiyom. İşim var kasabaya saptım. Bizim Özkan’ın kavede oturuken duyduk; duraktaki camide sala okunuyo. O gece hastaneye galdırmışlar. Bu sefer kurtulamamış. Ölmüş. Hay anasını! Şu Hüseyin de üle. Bakkalı kapayınca gidip yatmış, sabaha kalkamamış. Ne oluyo Oğuuuz? Genç genç ölüyo herkes. Yaşıtlarımız. Daa küçükler bile… Ara sıra mezarlığa gidip dolaşıyom. Büğün gene gittim. Biliyon mu, buradakinden daha çok tanıdık var orda. Ah ulan diyom sizin Çetin’e. Niye girdin şu garanlık mezarın içine? Gelirdin hep, çekerdin taksiyi cevizin gölgesine. Açardın hemen arka kapıyı. Kasa kasa üzüm, kirez, kasa kasa balık… Taze taze. Daa kaç yaşındaydı? Kırk yedi mi? Engin üle, Eyüp üle, Mitat üle… Bakıyom; Musa, elli üç yaşında ölmüş. Hızlı yaşadım, genç öldüm yazmışlar mezar taşına. Fena oluyom beya! Valla…”
“İlahi dayı!” diyorum, “sen de neden mezarlığa gidiyorsun? Tabii fena olursun. Gidecek başka yer mi yok? Dağa git ava, dereye git balığa; sonra gel batak çeşme yanına, yak baba bir ateş, aç rakıyı…”
“Sahi, batak çeşmeye gidelim mi?” diyor birden, “alırız üçer, beşer bira… Ateş de yakarız. Müzik de çalarız. Keklik eti, uğlak eti yoksa da bakkalda sucuk var, köfte var...”
“Gidelim de… Sabah kalktığında kulağına sala sesi gelmesin gene! Bu sefer de demesinler Oğuz ölmüş!”
“Hadi be sen de! Şeytan Arabistan’da binlerce kişi tarafından taşlanıp yaralanmış, o halde burayı gelemez.”
“Ya Azrail?”
“O da alacağı gadar can almış, bizimle ilgilenmez…”
“Haydi, be!” diyorum, ben de. “Hem, şu Üzeyir meselesini anlatırsın bana. İzmir’in Tire’sini, küp dolusu çil çilleri… Kara giysilileri. Sen de varmışsın o maceranın içinde…”
Gülüyor. “Ha, ha, ha!” Bu gülüşte mahcupluk mu var, pişmanlık mı; anlayamıyorum. “Sorma!” diyor, “bindik bi alamete, gittik kıyamete. O misal hani! Oldu bi şeyler işte…”
“Valla, sorma dedin ama sordum bile…”
“Anlatırın ba Oğuzum! Adam öldürmedik ya!”
“Nenecik ölmüş ama!”
“Orası garışık biraz Oğuuuz!”
“Bence de karışık. Şeytanı taşladılar Mekke’de; her yeri yara bere içinde; buraya gelemez diyorsun ama kalkıp gelmişe benziyor.” deyip göz kırpıyorum. “Ne dersin Tır Ali?”
Gene gülüyor. “Ha, ha, ha…”
Tır Ali:
“Dediğine göre hakikaten parası yok. Şevkodan üç yüz lira borç almış…”
“Yol parası yok, borç almış diyorsun. İyi de abi, her gün iki büyük içiyormuş, rakı fabrikası mı var bu adamın?”
Tır Ali:
“Şindi orasını garıştırma Oğuz! Anlat dedin anlatıyom, dinle! Önce İzmir’e gitmiş. Orda aktarma yapıp Tire’ye geçmiş. Anlaştıkları gibi buluşmuşlar, bi yerde oturup gomuşmuşlar. Şindi bu Nedim denen çocuk var ya, bu bi gızla nişanlıymış. Bunların köyde… Ha, aslında Tire’nin bi köyündenmiş bunlar. Köy de bizim gibi dağ başında, hem de gâvurdan galma. Çocuk nişanlı, evlenecek. Öşya düzmek lazım ama önce ev lazım. Gâvur evini yıkıp yeni ev yapmağa garar vermişler. Deli bi kardeşi varmış, vermiş gazmayı eline; hadi bakalım demiş, vur beline beline! Fakir ya bunlar! Garip. Hem de saf, temiz. İçinde kötülük yok! Hani garip kuşun yuvasını Allah yaparmış ya! Allah, demiş iki kardeşe; alın bi küp dolusu çil çil size. Ev yapın, düğün yapın. Yuvanız olsun, boy boy çocuklarınız olsun…”
“Hadi canım! Garip kuşun yuvasını Allah yaparmış, eski evin temelinden bir küp altın çıkarmış! Sen mi söylüyorsun bunu?”
“Ben neye süleyen Oğuzum! Süleyen Üzeyir… Anlayacağın, gâvurun, eski ev temeline gömdüğü hazineyi bulmuş bunlar. Deli kardeşi rahat da altınları gören Bedri, dilini yuta yazmış. Önce sevinmiş tabii ama sonrasında korkuya kapılıp telaşlanmış. Deste deste kâğıt para olsa golay; say say harca ama altınları nasıl paraya çevirecek de nasıl harcayacak; işin içinden çıkamamış. Yakalanmak var, hapse atılmak var! Golay diil Oğuuuz, çocuğun yerine koy kendini! Bi nevi kaçakçılık... Kime güvenirsin, kime dersin al bunları sat da paraya çevir? Zor anladın mı? Herkesin yapabileceği bir iş diil! Anası deyip duruyomuş zaten; tılısımlıdır bunlar, insanı çarpar! Ağzın, teey kulağının yanına kaçar. Tılsımlı gömü, yuva yapmaz yuva yıkar! Okuyup, üfleyip tılsımı bozmadan çıkarıp aldınız, çok yanlış yaptınız. Haber ver candırmaya da gelsin alsın, ne yapacaksa da yapsın!”
**
Geçen seneyeydi. Bir yaz gecesi gene böyle ellerim ceplerimde hapisteymişim gibi bir içeri, bir dışarı, bir köprü yanına, bir yol boyuna gezip duruyordum. Bakkal önünde karşılaşmıştık. Beni görünce gülümsemiş; “hoş geldin enişte” demişti. Tokalaşıp öpüşmüştük. “Ne haber Haydar?” Elindeki bira şişesini gösterip; “ne olsun…” demişti. “İşten yeni geldim. Yorgunluk giderip eve gidecem…” Yeğen Haydar, taş ocağında çalışıyordu. Kepçeli iş makinesine binip ocak çukuruna giriyor; mevsim yazsa gün boyu güneşin alnında, eğer kışsa; kar, buz altında taş söküyordu. Ocak çukuru değil, sanki cehennem çukuru mübarek! İşi yorucuydu. Akşam olup köye geldiğinde ya bir bardak rakı, ya da iki bira içip evin yolunu tutuyordu. “Bira alayım mı? “ demişti bana. “içer misin?” “Burada mı?” demiştim. Yan taraftaki duvar dibine iki sandalye çekip oturmuş, kavrulmuş tuzlu fıstıkları çerez yapıp biramızı yudumlarken dünden, bugünden konuşmuştuk. Bir ara Üzeyir geçmişti yanımızdan. Geçerken görmüş, “hoş geldin abi” demişti bana. Babamı sormuştu. “Dayım nasıl, iyi mi?” “İyi” demiştim. “İyi sayılır bu yaşına göre. Ufak tefek geziyor, kahveye gidip geliyor. Marketten alış veriş yapıyor, eve gelip pişirip yiyor; kendi hizmetini görüyor işte. Daha ne olsun…” Bakkal dönüşü buyur etmiştik kendisini. “Sağ ol” demişti. Birkaç kalantorla birlikte Dere köydeymişler gündüz. Öğleden beri içiyorlarmış. Elindeki küçük şişeyi gösterip; “şimdi bunu içip yatarım ben. Afiyet olsun. Siz oturun, bakın keyfinize…” Bu kadar içmeye can mı dayanır, para mı? Yaptığı bir iş de yok! Küçük bir köyde kahvecilik yapıyor, günde elli çay, altmış çay satsa ne olur? Muhtar maaşı kaç para ki? Haydar, o zaman anlatmıştı bu altın meselesini.
“Tire’ye gidip bu jandarma eskisiyle buluşup konuşmuşlar. Adam, baştan sona anlatmış meseleyi. Sonra demiş; işte abi durum böyle böyle. Altınlardan bir tane vermiş, bunu bir kuyumcuya göster; sor bakalım demiş değeri nedir? Ama Tire’de olmaz, küçük yer; çabuk duyulur, yakalanırlar. Beraber İzmir’e gidelim demiş Üzeyir. Büyük yerde kaybolmak kolay… Abi sen git demiş Bedri, ben korkarım böyle işlerden. Panik yaparım. Zaten yapabilmiş olsaydım seni çağırmazdım. Sen git, sor, değerini öğren ve emin olmuş ol. Üzeyir, bunlardan kaç tane var diye sormuş Bedri’ye. Yüz altmış yedi taneymişler. Bedri’yi Tire’de bırakıp gitmiş, altını İzmir’deki bir sarrafa dokuz yüz liraya satıp gelmiş. Dokuz yüz çok para! Bizimkinin gözleri fal taşı gibi açılmış. Yüz altmış yedi tanesi ne eder? Dokuz yüzle çarpıp hesap etmiş. Üüüf, çok para! İkiye pay etseler kişi başına yetmiş beş düşer. Deli kardeşini de dâhil etseler, ellişer düşer. Elli bin çok para! Tamam, demiş Bedri’ye. Ben birisiyle anlaştım. Altını vereceğiz, parayı alacağız. İş garanti. Altınlar nerede? Köyde demiş Bedri, sağlam bir yere sakladım. Ama dediğim gibi, ben korkuyorum, seninle gelemem. Vereyim, hepsi senin olsun. Sat, parası da senin olsun. Sen şimdi bunların hepsi için kaç para verirsin bana? Kaç para mı demiş bizimki. Afallamış. Definenin ederi yüz elli bin, acaba sahibine kaç para versin? Ne bileyim Bedri demiş. Bana yirmi bin ver yeter demiş Bedri, verebilir misin? Biraz parası varmış, onunla ev yapmışmış. Yirmi bin daha olsa düğün yapacakmış. Tamam, da demiş bizimki, bende o kadar para yok ki! Satayım, getirip vereyim. Öyle olmaz mı? Bedri, razı olmamış. Yani bana güvenmiyor musun? Güveniyormuş da o başka, bu başka. İyi de bizimki nasıl güvenecek ona? Bir tane verdi tamam da ya yüz altmış yedi adet çil çil dediği yalansa! Yalan değilmiş. Köye gitmişler kendi gözleriyle görmüş, kendi elleriyle saymış. Tam yüz altmış altı tane çil çil. Tamam, demiş Bedri’ye. Ben şimdi gideyim, parayı tedarik edip geleyim. Kimseye çıt etme. Açık verme. Evvel Allah kimsenin ruhu duymadan bu iş halledilecek, hiç dert etme…”
Ağzını sıkı tut! Kimseye söyleme! Açık verme, belli etme, evvel Allah… Tokalaşmışlar, vedalaşmışlar. Önce İzmir’e gelmiş. Dönüşü, giderkenki gibi Çanakkale üzerinden değil de İstanbul aktarmalı olacakmış. Manisa, Balıkesir, Bursa, Yalova… Koltuğuna oturmuş, gözlerini yummuş; ne Manisa dağları, ne Akhisar ovası, ne Balıkesir yaylası, ne Bursa çayırı… Ne zeytin ağacı, ne kavun tarlası, ne şeftali, ne kestane… Yirmi bin az para mı? Nasıl bulacak? Nasıl? Ama bulmalı! Nasıl nasıl bulmalı! Yüz otuz bin az para mı? İnanamıyormuş. Piyango bu diyormuş kendine, piyango! Ya da Allah’ın bir lutfu. Biz de bu memleketin çocuğu değil miyiz? Asker gidip borcumuzu ödemedik mi? Biz de aynı Allah’ın kulu değil miyiz? Namaz kılmıyoruz, oruç tutmuyoruz diye bize düşman gözüyle mi bakacak? Namaz kılmasak bile onu seviyoruz, oruç tutmasak da açlığın ne olduğunu biliyoruz. Müslüman’ız evvel Allah! Kelimeyi şahadet getiriyoruz. Hem ehlibeytiz, hem de on iki imamın izindeyiz. Yol boyunca gözlerini açmamış. Gözlerini açmamış ama uyumamış da. Hayaller kurmuş, planlar yapmış. Yirmi bin, yirmi bin, yirmi bin… Çok mu? Buluruz. Yirmiye karşı yüz otuz bin! Yüz otuz, yüz otuz, yüz otuz… Çok para! Yüz otuz bin lirayla neler yapılmaz! Zengin olduk, yoksulluktan kurtulduk. Kurtulduk, kurtulduk. Kurtulduk anasını satayım, geç meç olsa da! Hem Kuran’da yazmıyor muymuş; ben zenginliği isteyene, çocuğu da istediğime veririm diye… Öyle demiyor mu hoca? Hey büyük Allah’ım, sen nelere kadirsin! Önce çocuk verdin, şimdi de para. Gözünü sevdiğim Allah’ım! Hele çil çilleri bir elde edelim, hele tomar tomar banknota çevirelim, mal, mülk edinip zengin olunca namaz da kılarız, oruç da tutarız. Şeytan taşlamaya bile gidebiliriz Arap iline, belli mi olur? İşten, güçten elimiz değmedi, yoksullukla boğuşmaktan aklımıza gelmedi ki bu güne dek! Her şeyi gören, her şeyi bilen yüce Allah; bizi görmedi, bilmiyor mu?
**
“Ortanca ablasının büyük oğlu birkaç ay önce evlenmişti…” demişti, Haydar. “Gözüne ilk önce onu kestirmiş. Takı paralarından vardır, yoksa bile altını, bileziği bozdurmamışlardır. Gitmiş ablasına. Ablası, ben bilmem, eniştenle konuş demiş. Eniştesine olanı, biteni bir bir anlatmış. Altınları, yüz altmış yedi tane olduklarını, İzmir’de bir sarfla konuşup anlaştığını, tanesine dokuz yüz lira sayacağını… Eniştesi başını eğmiş, kendine has tavırlarıyla ses etmeden dinlemiş. Ama önce yirmi bin lazım demiş, Üzeyir. Düğündeki takıları borç versen, ben de çil çilleri paraya çevirince faiziyle ödesem… Enişte, hep susmuş, olurdu, ya da olmazdı diye bir şey dememiş. Dil dökmüş, vaat etmiş, faiziyle değil, iki mislisiyle öderim enişte demiş. Eniştesi; “olmaz deye bi şey yok kayınço” demiş, sonunda. “Faiz de istemez, yeter ki işin olsun da… Been altınım, bileziğim yok ki! Altın da bilezik de Emin’in. Duğrusunu istersen Emin’in de diil, gelinin…” Neyse uzatmayalım, yeğen Emin’i de, gelin Cemile’yi de razı etmişler. Kolunda, boynunda ne varsa almışlar, kasabaya gidip satmışlar. Tutmuş on bin lira. Bizimki şaşırmış, ablasıyla eniştesi anlaşıp hepsini vermediler sanmış. Ama yapacak bir şey yok! On bin on bindir. On bini buldu ya kalan on bini de başka türlü halledecek. Önceden bir sürü plan yapmış. A plan, B plan, C plan… Üzeyir’de plan çok; gitmiş kardeşi Azmi’ye…”
“Tekgöz kırda galmıştı. Sen yoktun. Anam gelip baa süledi. Ben de sırtmacı buldum. Sırtmaç da gidip tek gözü buldu. Anam baa gelmeseydi, ben sırtmaca sülemeseydim, sırtmaç arayıp bulmasaydı gurt onu yirdi. Dudum satalım şunu! Zaten kaç oldu, kırda galıp galıp duru! Bi gün gurt taşaklarını koparacak, soona yazık olacak. On bin buldum ama on daa ilazım. Anasını da satarız. İkisi on bin etmez mi? Eder. Fazla bile eder ama on bize yeter. Denkleştirelim parayı, gidip alalım altınları. Sen de gel. İkimiz gidelim. Hatta otobüsle diil taksi tutup gideriz. Taksi paalıya gelir ama olsun. Parası önemli diil de herkeze güvenilmez. Veririz Tır Ali’nin gaz parasını… O hem yol bilir, hem yordam. Hem yabancı biri diil. Olur mu dudum? Tek gözlü danadan ne olacak, buruşuk mömeli sütsüz anasından ne olacak? Gelince ben saa iki tane cins inek alırın. İstersen otuz tane süt keçisi alırın. İstersen ortak oluruz. İki diil, sekiz inek alırız. Otuz diil, altmış keçi alırız. El ele veriz gene. Gızanlar büyüdü nasılsa, birlikte çalışırlar. Çalışıp gazanırlar. Taş ocağında çalışmakla adam mı olunur? Para, parayı çeker dudum! Para, para olan yere gider. Zengini daa zengin eder. Züğürde gidip de delik cebinden düşüp gaybolsun mu? Ne diyon dudum, tamam mı? Gel satalım şunları…”
“Yirmi bini denkleştirip düşmüşler yola. Üzeyir, Azmi, bir de tır Ali. Tır Ali’ye anlatmışlar, o biliyor olayı. Bile bile katılmış yanlarına. Ben memleketi köşe bucak gezdim, gitmediğim, görmediğim yer kalmadı ama olsun demiş. Gezgin gezmeğe bıkar mı? Evliya Çelebi bıkmış mı? İzmir, Tire ve Bağ Dere… Köyün adı, Bağ Dereymiş. Dağ başında bir yerde…”
**
Tır Ali:
“Köye vardık.” diyor “Üzeyir dedi baa; Ali dayı, sen şindi burda gal. Ben eve gidecen. Telefonda üle anlaştık. Azmi gelecek ama dışarda sinip saklanacak. Ben girecen, parayı sayıp verecen, altınları sayıp alacan. Çok durmak yok. On beş, yirmi dakkada iş biter. Çıkıp gelecen. Tedbirli olmamız ilazım. Arabayı şu sapa yola çekip sakla. Rengini, cinsini gören olmasın. Plakasını okuyan olmasın. Belli mi olur; insan dediğin çiğ süt emmiş! Altınları alıp arabaya atlayınca ver elini Ödemiş! Ödemiş mi? Tedbir Ali dayı tedbir! Kimseye güven olmaz bu devirde. Vay anasını! Baştan hiç düşünmeyip olur demiştim ama tırsmağa başladım. Gene de pek korkmadım ama. Onlar ikisi gitti. Çektim taksiyi bağçelik arasındaki çalılık yola, kendim de gidip oturdum bi incir ağacığının altına. Başladım beklemeğe… Çok da beklemedim hani. Ya elli dakka, ya da bilemedin bi saat. Baktım koşa koşa geldi bunlar. Telaş içinde, korku içinde, ter su içinde… Hem de Üzeyir’in yüzü, gözü gan içinde! Ne oldu ba Üzeyir? Yörü dayı yörü! Çalıştır taksiyi, hemen kaçalım burdan… Allah Allah! Ne oldu acaba? Bi aksilik mi çıktı? Çıkar mı çıkar, para meselesi bu! Ellerinde çanta yok, torba yok! Defineyi alamadılar mı acaba? Ama Üzeyir’in yüzü, gözü gan; üstü, başı yırtılmış. Gözleri korku dolu, elleri, ayakları tir tir… İki de bi geri bakıyo, dönüp bas dayı bas diyo. Kaçalım, uzaklaşalım. Mına kodumun iti! Mına kodumun delisi! Durmadan da sövüyo. Paralar da gitti, altınlar da gitti! Bas Ali dayı bas, canımızı kurtaralım bari…”
Tır Ali, burada yüzüme bakıp gülümsüyor gene. Bu seferki gülümsemede mahcupluk var gibi. Utangaçlık gibi bir şey… Sanki içimden ona; “böyle bir tongaya nasıl düştün Ali aga? Yakıştıramadım valla!” dediğimi sanıyor. Doğrusu da diyorum. Ne umdun bu yaştan sonra hey bre Tır Ali? Hani, çocuklar evlendi, hepsinin işi, gücü var diyordun? Hani, artık özgürüm deyip geri gelmiş, köye yerleşmiştin? Hani, tek yiyip içecektin de başka bir şey düşünmeyecektin? Birkaç çil çil de senin payına düşer diye mi umut ettin? Yok valla! Parayla pulla işim yok! Var Allah’a şükür yetecek kadar. Emekli maaşım da var… Macera olsun dedik galiba. Ya da durup dururken kaşındık. Ne dersen de işte…
“Ben orda galdım ya... Üzeyir’le Azmi gittiler. Üzeyir, gidip eve girmiş. Bedri’yle anası onu beklermiş. Sofra indirelim de yemek yi demişler. İstememiş. Çay demleyelim de iç demişler, istememiş. Misafire yemek verilmesin, çay ikram edilmesin olur mu? Üzeyir, başka zaman inşalla demiş. Yirmi bini getirdim deyip orta yere koymuş. Tomarları görünce Bedri candırmanın gözbebekleri parlamış. Üzeyir, para tamam, altınlar nerde demiş. Ne gadar suğuk ganlı olsa da insan endişelenir elbet. Yirmi bini tedarik etmeğe uğraşırken bayağı zaman gaybetmişti. Ya bu arada İzmirli tilki sarraf gelip Bedri’yi bulduysa! Eline üç beş kuruş verip defineyi kaldırdıysa! Olamaz mı? Ama olmamış. Bedri, parayı orta yerde bırakıp camdan arka bağçeye atlamış; az sonra da aynı yoldan geri gelmiş. Hem de altınlarla. Tam o anda tahta kapı tekme darbesiyle açılmış; ızbandut gibi iki adam içeri dalmış. Azmicik de sindiği duvar dibinde beklemedeymiş. Beş dakka, on dakka, yirmi dakka... İçi güp güp! O iki adam nerden geldi, ne zaman kapıyı kırıp içeri girdi; görememiş. Hayalet gibi. Bi ara içerden gelen kavgaya benzer, buğuşmaya benzer sesler işitmiş. Aklından, ben de gitsem mi acaba diye geçirmiş ama hele az dur bakalım demiş. Hem de korkmuş. Hatta aklından kaçmak bile geçmiş. Derken gümleyen bi silah sesi işitmiş. O zaman korkusundan altına işemiş. Ama abisi içerde! Gidip içeri mi gireyim, tabanları yağlayıp dön geri mi edeyim ikilemindeyken Üzeyir’in düşe kalka koşarak kendisine doğru geldiğini görmüş…
“Azmi, yağla tekem tabanları! Tufaya geldik! Neneciği öldürdü pezevenkler! Canımı zor kurtardım…”
**
Bedri’nin kardeşi Bahri, aklı kıt bir çocukmuş. Hani, her köyün bir delisi vardır derler ya işte öyle. Bu köyün delisi de oymuş. Bilirsiniz; akıllı insanlar, delileri rahat bırakmazlar. Bırakın yardım etmeyi, rahat bıraksalar yetecek. Delinin deliliği geçmeyecek belki ama zırt pırt da nüksetmeyecek. Akıllılar, “muhtarın sarı gızı seni isyiyo, bubası da gelip istesin vereyim diyo.” diye takılıyormuşlar. Bu da sahi sanıyormuş. “Sarı gız, sarı gız, sarı gız…” Kafayı takmış buna. Bir gün gidip istemiş. Muhtar, hadi canım sende deyip gülüp geçmiş. Deliyle deli olacak değil ya! Birileri girmiş zavallının aklına! Şeytanın işi yok ki! Daha sonraki günlerde bir daha, bir daha, bir daha… Bahri, bunu kendine iş edinmiş. Muhtarsa mesele… Önceleri gülüp geçerken sonraları kızmaya başlamış. Ama gene de hoş görülü davranıyormuş. “Ulan Bahri!” diyormuş ona, “vermesine vereyim de senin paran yok ki! Kızıma ne yidirip ne içirecen? Üstünü başını nası giydirecen?” Evlilik ciddi meseledir. Muhtarı nerede görse karşısına dikiliyor, elinde tuttuğu beş lirayı, on lirayı gösterip; “para var, para var!” diyormuş. “Kızını alacam… Vermesen kaçıracam…” Ulan aldık başımıza belayı! Delinin şakası olmaz ki! Bu kadarına da katlanılmaz ki! Muhtar, dayanamaz olmuş; ana avrat sövmeye, tekme tokat dövmeye başlamış. Lakin bu sefer de köylünün gözünde kötü insan olmaya başlamış. Böyle muhtar olur mu? Aklı kıt biriyle bir olunur mu? Deliyle sidik yarışına tutuşulur mu? Deliyle uğraşmak zor da akıllı geçinen akılsızlarla uğraşmak ondan da zor! Vaziyeti agası Bedri’ye, anası Vecibe’ye söylediyse de faydası olmamış. Deli Bahri, edindiği bu huyu bırakmamış. Nerede görse; “muhtaaar, para para! Hani vereceğdin gızı baa?” deyip durmağa devam etmiş. Fesuphanallah! Aldık başımıza belayı! İşte o günlerdeymiş gene; köy meydanında çıkmış muhtarın önüne. “Bak, para para! Hani vermiyon mu gızı daa?” Bu sefer elinde tuttuğu beş lira değil, on lira değil; çil çil bir altınmış. Muhtar, şaşalamış. Uzanıp sarı lirayı almış. Evirip çevirip bakmış. Gözleri fal taşı gibi açılmış. “Ulan deli, nerden buldun bunu?” demiş. Bahri de; “bundan çok var bizde, şindi verecen mi?” demiş… “Verecen, verecen; hele az daha bekle sen…”
**
“Yani muhtar mı varmış bu katakullinin içinde?” diyorum.
“Valla bilmem!” diyor Tır Ali. “Üzeyir’in anlattıkları büle. Ben gidip görmedim. Bahçelikte bekledim. Azmi de görmemiş. O da sinip duvar dibinde beklemiş…”
“Ama silah sesi duymuş…”
“Duymuş dediğine göre…”
“İçerde kavga, gürültü olmuş…”
“Olmuş dediğine göre…”
“Tekmeyle kapıyı kırıp içeri giren kara giysilileri görmemiş…”
“Görmemiş ne hikmetse!”
“Ama Üzeyir’in yüzü, gözü kan içindeymiş.”
“Onu ben de gördüm.”
“Üstü, başı yırtılmış…”
“Ben de gördüm; yırtılmış. İçerde adamlarla boğuşmuş dediğine göre. Bedri de boğuşmuş. Onlar boğuşurken, nenecik, hem paraları, hem de altınları kapıp kaçırmağa çalışmış. O zaman adamlardan biri silahına sarılıp tetiğe basmış. Güm! Nenecik, cansızmış gibi düşmüş yere. Hani hesapta bu yoktu?”
“Nenecik, oğluna dememiş mi Ali Abi? Her gömünün sahibi vardır! Bırakıp giderken tılsım yapmıştır! Bu; yılan olur, çıyan olur; sadık bekçidir, cin olur, peri olur. Cinin kötüsü vardır da perinin var mı Ali abi? Ben bilmiyorum da…”
Gülümsüyor; “ne bileyim Oğuz!” diyor, “sorduğun şeye bak! Ne cin, ne de peri… Hadi bakalım şindi batak çeşmedeyiz… Gece ve garanlık bi yerdeyiz. Varsa gelsin! Yani, cin dedikleri, peri dedikleri... Sıkıyosa gelsin! Gelip çarpsın! Gücü yeterse ağzımın bi ucunu gulağımın yanına yollasın! Sıkıyosa…”
“Abi, korkmuyor musun?”
“Sen korkuyon mu?”
“Galiba onlar korkanları çarpıyor abi!”
“Ha bileydin…”
“İyi de Ali abi, Tire’nin Bağ Dere Köyündeki o cin, kimi çarptı? Üzeyir’i mi?”
“Kimin boynundaki altınları, kolundaki bilezikleri gitti? Kimin tekgöz danası ve de az süt veren inek anası gitti? Yapma Oğuzum! Hadi şerefe! Kaldır bakalım kadehi!”
“Tır Aliiii! Nerde kadeh? Meyhanede miyiz? Batak çeşmedeyiz! Zeki ne yapıyor?”
“Bırak beya! Fırçası iyi, boyası iyi; bi sürü resim yapıp satıyo ama arkadaş çevresi yaramaz. Canımı sıkıyo it!”
“Yapma be aga! Hani, çoluk çocuk yetişip evlenmişti? Evleri vardı, eşleri vardı, işleri vardı? Hani artık özgürdün? Biz de bu günleri görebilecek miyiz?”
Kendine dert ettiği çocukları unutarak rahat tavırlara bürünüp gülümsüyor gene. Ne ressam oğlu Zeki umurundaymış, ne de eloğlundaki kızı Zekiye; “görürsüüün, görürüsün!” diyor, “hayat uzun, daa neler neler görürsün!”
“Uzun mu dedin?”
“Çok safsın ba Oğuz!”
“Ben hep saf oldum be Tır Ali! Hep… Yapacak bir şey yok, böyleyim işte…”
Kasım/2014/ Lüleburgaz