- 487 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Şehr-i Gâvur
Aralık, Ankara’ya bir farklı gelir. Yani öyle olduğunu zannediyorum zira geçen kış soğuk iliklerime dantelalar örmüştü. Otobüs muavini valizimi alırken nereli olduğunu soruverdim bir refleks mahiyetinde. “Keçiören bebesiyim.” deyince elbette ki gülmedim çünkü o gülmüyordu. Benim nereli olduğumu sorunca -ki bu da hayli hızlı bir refleks ürünüydü- “Ben de İzmir’in bebesiyim.” diyememenin acısını hala duymaktayım ama olsun ben bir İzmir beyefendisi olarak içten ama sade bir şekilde “İzmir” dedim. Cümlem bitmemişti bile muavin “Ha, gâvur İzmir!” diye atlayıverdi ve bu sefer harbiden gülüyordu. Suratıma okkalı bir tokat yemiş kadar oldum. Havanın soğukluğundan mıdır bilinmez tokat hayli yakıcı oldu doğrusu. Kendime gelmem zaman aldı mı? İlla ki. “Ulan, biz gâvurları suya dökeli bir asır oldu!” demek vardı ama -İzmirliler bilir- bir İzmirliye yakışmazdı. Tepkimi ikramları kabul etmeyerek gösterdiysem de pek büyük bir etki uyandıramadığım için aç kalmaktan öteye geçemedim. Bu da zaten zehir olmuş yolculuğumu bin beter etti. Otobüs İzmir’e vardığında sabah ezanının okunuyor olması muavine bir şey ifade etti mi bilmiyorum ama bence manidardan ziyadesi olmalıydı.
Olaydan bir-iki hafta sonra Karşıyaka’da sahaflarda dolanıyordum. Öğrenci işi ucuz kitaplar baktıktan sonra sahil yolunda biraz yürüdüm. Birkaç bardak “çiğdem” aldım, tatlı dilli bir teyzeden. Körfezin tam kıyısında oturup çitlemeye başladım. Ankara’da hava dondurucuyken burada en güzel demlerindeydi. Yani şu canına yandığım İzmir pek güzel bir peri kızı gibiydi. “Peh, Ankara’da deniz bile yok!” demek geldi içimden, fakat demedim deme mi bekliyorsanız yanılıyorsunuz, beyefendilikte bir yere kadardı hani. Der demez de kalkıp bir vapura attım kendimi. Orta şeker bir körfez keyfi çektim. Martıları seyrettim ciğerlerim deniz havasını tadarken. Ankaralıların ne olduğu hiçbir zaman bilemeyecekleri martıları seyrettim usul usul. Konak’ta iner inmez beni karşılayan saat kulesine bir tebessüm bıraktım. Aman Allah’ım ne kadar da güzeldi İzmirli olmak. Ellerimi bir kucak dolusu açarımdım ama göremezdiniz zaten. İnsanların İzmir’in simgesi olarak gördüğü bu saat her fotoğrafta yalnız gözükürdü hayranlarına fakat onun kadim bir dostu vardır hemen yanı başında. Kameranın arkasında kalan yanında eski bir dostu vardır onun. Beraber not düşmüşlerdir tarihin bir köşesine ‘İzmir’ diye… Evet, tam da Konak Camii’nden bahsediyorum. Bedenen küçük ama alabildiğine büyük bir Osmanlı Camii… Oradan Kemeraltına geçiyorum. Herkes de alışveriş derdinde. Sıra sıra dizili kuyumcular, gelinlik ve sünnetlik mağazalar, kuru yemişçiler, ayakkabıcılar… Herkes bu kadar meşgul iken kaçırdıkları bir şeyler olmalı illa ki diye geçti aklımdan buna terminolojide “Cambaza bak!” diyorlar. Herkes ‘Cambaz’ ile ilgilenirken ben kafamı yukarı kaldırdım, işte tam da aradığım buydu, bir tarih… Kimi asırlık, tahtaları cilaya hasret. Kimi daha dün dikilmişçesine canlı… Bazılarında fark ettim ki Osmanlı Tuğraları var, sevindim. Bazılarında ise kapatıldığı her halinden belli olan ve şuan yerlerinden yeller esen tuğra zeminleri gördüm, üzüldüm. Salepçioğlu camii, Kestanepazarı Camii, Şadırvanaltı, Hisar ve Kemeraltı Camilerini görünce “Kimmiş oğlum gâvur, iki adımda bir cami var.” Diyesim geldi ama ne yazar. Zaten zamanında şehir bu kadarmış oda cami dolu, tarih dolu, harbi bu gâvurlar neredeydi ya? Birkaç ecnebi görmedim değil ama onlarda turist denen türdendi hani.
Çocukluğumda çok gittiğim tarihi bir tatlıcıya uğradı yolum. ‘Since… Bilmem ne bilmem ne’ gibi gâvur işi reklamlardansa “1938’den beri” yazarken olabildiğince bizden biri gibi görünüyorlardı. İçeri girdim “küçük mekân her zaman iyidir.” vecizesinin vücut bulmuş haliydi burası. Annem bana hep kazandibi alırdı buradan küçüklüğümde, tarih tekerrür etsin diye bende kazandibi söyledim, hemide kaymaklı… Kazandibimi yerken duvardaki resme takıldı gözüm. “Sefer Usta” yazıyordu altında. Burayı onu açtığına kanaat getirdim ve hey gidi günler çektim içimden. Bir zamanlar Sefer Usta’nın nefesine ev sahipliği yapan bu yer şimdi beni misafir ediyordu. Hey gidi günlerdi ve hey gidi tatlılar… Sokaklarında dolandım Kemeraltının, aslında tarihinde dolanıyordum bilerek bilmeyerek. Kızlarağasında kahve ile doldurdum midemi ve ciğerlerimi. Gümüşün tarihini görüm üst katta çırakların ellerinde ve yıllanmış ustaların dillerinde. Birçok antikacı gezdim. Tarihe karışmış insanların eşyalarına dokundum onların izni olmadan, olamadan…
Gerisin geriye eve döndüğümde. Odamda uzanıverdim halının üzerine, ne kadar yorgun olduğumu anlamış olarak. “Ayağıma kara sular indi be !” derken bu ‘karasuyun’ kana yapılmış bir dolaylama olabileceğini düşünerek ayağımı yatağımın üzerine attım ‘karasular’ tekrar yerli yerine oturun diye. Ellerimi başımın arkasına kavuşturunca şöyle bir düşündüm: Dedem Koca Hüseyin, Kosova’dan buralara gelirken bir gâvur olarak mı gelmişti, yoksa asırlarca İslam’ı temsil eden bir “iskân ailesinin” son ferdi olarak mı? Gördüklerim “gâvur İzmir” miydi yoksa Osmanlı Medeniyetinin gizli tarihi mi? Bu sorulara cevap vermek, İzmir’e giden bir otobüsteki yolcuya ‘ha, gâvur İzmir!’ demek kadar abes olurdu herhalde, sustum. Boyozun ne demek olduğunu bilebilenlere selam olsun…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.