"mona liza örneğin"
“Modern insanı eleştirirken kullanacağımız argümanların ilkel birer refleks olmanın dışında, hakikate işaret eden çekinceler şeklinde algılanmalarını arzu ediyorsak eğer, onları kanıtlarla destekleyerek yine modernitenin en güçlü enstrümanlarından biri olan bilimsel disiplin içerisinde biçimlendirmemiz gerekecektir.” dedi.
Kelimelerindeki bıkkınlık ağzından çıkarak yüzüne, özenle seçilmiş ama biraz eski moda olan elbiselerine oradan da koca amfinin duvarlarında yankılanarak bütün okul binasına sirayet ediyordu. Orta sıralardan fısıltıyla karışık homurdanmalar yükselmeye başladı. Belli ki, öğrencileri konunun dönüp dolaşıp bir şekilde yine modern insana gelmiş olmasından memnun değillerdi.
Gözü ikide bir ön sıralarda oturan delikanlının saçlarına takılıyordu. Bu haliyle delikanlının kafası, üzerine belirli açılarla konumlandırılmış ve içinde unutuldukları parlak boyanın etkisiyle kuruyup taş kesilmiş yağlı boya fırçalarını andırıyordu. Böyle bir görüntüye kendisi karar vermiş olamazdı. Öğrencilerin birçoğunun saçlarına bu tarzın gah hafifletilmiş gah değiştirilmiş modellerini veriyor olmaları yeterli bir işaretti. Bu görüntü, kuvvetle muhtemel ünlü birinden, bir gençlik idolünden devşirilmişti. Kendisini de gençliğinde Antonio Banderas’a benzetiyorlardı. Gerçi o zamanlar kara yağız, esmer bozkır çocuklarını ekseriyetle Anotino’ya benzetiyorlardı. Antonio da sağolsun galadan galaya geziniyor, bulduğu bütün güzel kadınlarla masum fotoğraflar çektiriyordu. Antonio’ yu en fazla andıran resmini gerçek Antonio’ nun resminin yanına koyuyor, benzerlikleri ve bu benzerliklerin korunması gerektiğini aklına not ediyor, benzemeyen noktaların ne gibi düzenlemelerle bertaraf edilebileceği üzerine kafa yoruyordu. Saçların bir miktar uzatılması gerekiyordu. Gülerken gözlerden biri hafiften kısılmalı, dudak manalı bir şekilde sağa doğru bükülerek tek yanakla gülünmeliydi. Bağrını açıkta bırakacak açık renkli ve dökümlü bir gömlek, altına yine tercihen açık renkli ve bol bir pantolon giyilmeliydi. Antonio kendisine oranla bir miktar kısaydı. Fakat bu konuda yapılabilecek bir şey yoktu. Hem erkekte boy önemliydi. Varsın uzun olsundu. Bunu Antonio karşısında kendi hanesine bir artı puan olarak yazıyordu.
Ne var ki, Antonio’ya olan bu genel benzerlik pratik anlamda pek bir şey ifade etmiyordu. Yerli Antonioların en kabadayısı yolda gördüğü herhangi bir kızdan göz ucuyla atılan kısacık bir bakıştan daha fazlasını elde edemiyordu. Gerçek Antonio dünya güzeli kadınlarla düşüp kalkarken yerli muadillerinin namı hesabına arkadaş arasında kulağa çalınan bir kaç kuru iltifattan ötesi geçmiyordu. Iskaladıkları, tam olarak yerine getiremedikleri bir şeyler olmalıydı.
Derin bir soluk aldı. Bakışlarını yağlı boya fırçası saçlı çocuktan kaçırarak “Geometri örneğin, günümüz toplumunda geometrinin yeri modern bir rahatsızlığın tezahürüdür” dedi.
Ne ara yaşanmıştı bütün bu değişim? Ne ara o çok kıymetli saatlerini ayna karşısında mükemmel Antonio replikasını yaratmak yerine modern insan eleştirisine harcamaya başlamıştı? Film nerede kopmuştu? Bu iki durum biribirlerine öylesine zıtlardı ki, aralarında öyle zamana yayılmış, yavaş adımlarla, doğal bir geçiş yaşanmış olması imkan dahilinde bile değildi. Öyleyse düşünce dünyası nerede kırılmıştı? Buna ne sebep olmuştu?
“Geometri, evet! Bilhassa mimaride geometri ve simetrinin yeri...ve modern insanın zihninde, görüntüler dünyasını besleyen mimarinin ve günlük hayat görüntülerinin yeri. Neye güzel deriz? Ne bize huzur verir? Neye bakarken ne hissederiz?” diyerek konuyu kendi bataklığına çekmeye başladı. Amfideki herkes bunların cevap bekleyen sorular olmadığını, birazdan zaten hepsinin bir şekilde bir yere bağlanacak yeni konu başlıkları olduğunu biliyordu.
“Genel anlamıyla korku, günlük hayata bulaşan manasıyla ise huzursuzluk. İnsan neyden korkar ve neden huzursuz olur?" diye muzaffer bir komutan edasıyla ekledi. Gençliğinde Antonio’ya benzeyememekten korkuyordu örneğin. Daha doğrusu Antonio’ya benzemezse neye benzemesi gerektiğinin bilinmezliğinden korkuyordu. Benzediği veya benzeyebileceği kimseyi bulamamanın verdiği huzursuzluktu rahatsız edici olan.
Sonunda birkaç kişinin dikkatini çekebildiğini farketti. Bunlar saçları çekimser yağlı boya fırçalarına benzeyen, modayı küçük harflerle takip eden dalikanlılarla, yüzleri sarının insan tenine daha yakın tonlarına boyanmış genç kızlardı. “Korkularımızın temelinde yatan temel ögenin bilinmezlik olduğunu zaten bildiğinizi varsayıyorum. İşte goemetri ve simetri takıntımız da bu bilinmezlik korkusundan beslenir. Arkadaşlar! Günlük hayatımızın her yanına sinmiş olan, evlerimizde, arabalarımızda, cep telefonlarımızda, aşık olduğumuz erkek ve kadınların yüzlerinde ve bedenlerinde aradığımız, bulamayınca huzursuzluğa kapılıp bazen yüz çevirmemize, bazen irkilmemize sebep olan şey düz çizgiler, yani öngörülebilirlilik ve bunun bulunamaması durumunda bilinmezlikten kaynaklanan korkudur. Çünkü biliriz ki, insan elinden çıkan düz bir çizgi kuvvetle muhtemel bir köşeyle, yahut bir başka çizgiyle buluşana kadar düz kalmaya devam edecektir. Çizginin ilk parçasına bakan gözlerimiz devamını görmezden evvel çizgiye birazdan ne olacağı hususunda gayet isabetli fikirler yürütebilmektedir. Bir saat kulesinde asılı duran devasa bir saat kadranının bir bölümünü görmemiz, gördüğümüz bu yay parçasının birazdan kusursuz bir daireye tamamlanacağını öngörmemiz için yeterli bir done verecektir. Bir binanın bütün pencerelerinin birbirine paralel çizgilerden oluşuyor olması, birbirlerinin kopyası oluşu insan zihnindeki bilinmezlik korkusunu bertaraf etme çabasının bir ürünüdür. Estetik beğenilerimiz bizi öngörülebilir olanı yüceltmeye, bilinmez olanı ise sahne dışına itmeye, hayatımızdan çıkarmaya itmektedir. Bir memesi olmayan bir kadının korkunçluğu işte tam da bundan kaynaklanır.” diyerek kürsüde duran su şişesine yöneldi. Kadın ve meme kelimelerinin aynı cümle içinde geçtiğini yarı açık bilinçleriyle duyumsayan öğrencilerin yattıkları gaflet uykusundan uyanarak en azından bir kaç dakikalığına konuya odaklanacaklarını adı gibi biliyordu.
Aradan sadece on beş yıl geçmişti. Hayatının ilk on beş yılında insan ailesinden bağımsız bir hayat kuracak seviyeye dahi gelemezken, o, nasıl olmuştu da geçen on beş yılda kendi varlığını ve içerisinde neşvünema bulduğu sosyal yapının varlığını eleştirir, inkar eder bir konuma gelmişti. İnkarında tutarlıydı. Haklı olmayabilirdi fakat tutarlıydı. Bu böyleydi. Hayat ağacından kopardığı meyvelerin tadı ne zaman değişmeye başlamıştı? Nehir ne zaman aksi yönde akmaya başlamıştı? Karısından ayrılalı epey zaman geçmişti. Karısı kafi derecede muhalifti de. Sebep bu olamazdı. Acaba karısı o’ nun bu konuşmalarını duysa kendisinden utanarak aylık nafakasından feragat edip, “ben seni hep yanlış anlamışım, kusura bakma, büyük adam, büyük düşünürmüşsün meğer sen, kıymetini bilememişim” deyip yeni bir şans için yalvarır mıydı? Yalvarmazdı... bunu çok iyi biliyordu. Karısıyla ilişkileri artık bu tür konuşmaların etkili olabileceği bir zemin üzerinde değildi. Bu tür konuşmalar olsa olsa yeni bir ilişkinin yeşermesine olanak veren ortamlarda etkili olabilirdi. Örneğin insanlardan sadece bir kaçının birbirini tanıdığı, geriye kalanların arkadaş davetiyle icabet ettiği, bilinmezliklerin ve dolayısıyla korkuların hüküm sürdüğü, bu nedenle de söylenilen her şeye körü körüne inanıldığı, gerçek olmaları ümidiyle yanılıp tutuşulduğu meclislerde etkili olabilirdi. Antonio’ya olan fiziksel benzerliğini bir filozofun düşünce evreniyle harmanlayabileceği meclislerde.
Öğrenciler tekrar uykuya dalmadan önce vurucu hamleyi yapmalıydı. “Peki ya sanat?” dedi. Derse ilgi had safhadaydı. Sanat ile ilgili sıra dışı her cümlenin aşk pazarında sarf edene misliyle mükafat kazandırdığı zamanlardan geçiyordu modern insan. Az önce boş gözlerle tahtaya bakan öğrencileri, kendilerinden beklenen hamiyeti göstererek kulak kesilmişlerdi. “İşte gerçek sanat bize bilinmez olanın, öngörülemez olanın dünyasından bir pencere açarak bizi korkularımız karşısında bilinçsiz birer birey haline getirdiği için kıymetlidir. Gerçek sanatın tarif edilemezliği, sanat nedir sorusunun, her daim, tatmin edici bir cevaptan mahrum kalmasının altında, bu sorunun cevabının, işin doğası gereği, olamayacağı, verilemeyeceği gerçeği yatmaktadır. Sanat eserlerinin zirvesinde doğa ve doğanın bize sunduğu nesneler yer alır. İnsan elinden çıkan en ince sanatın ürünü eserler bile, Mona Liza örneğin, doğanın her gün gözümüzün önüne serdiği şahaserlerin yanında acemi birer eskizden öteye gidemezler. Bunu naif bir yeşilaycı söylevi olarak değerlendirmek işin kolayına kaçmak olur. Bahsetmeye çalıştığım şeyin -yeşili sev- ile ilgisi yok. Var aslında, ama sizin anladığınız bağlamda değil.” dedi ve tekrar soluklandı. Lafı doğaya, yeşile getirdiğinde sonuca kısa yoldan, zahmetsizce ulaşmayı isteyen öğrencilerinden bazılarının ilgisini çoktan kaybetmişti. Çevre ve doğa başlıklarından ekmek yiyebileceklerini uman ve bu minvalde bir kaç enstrüman devşirebileceklerine inanan bir kaç kişi hala pür dikkat dinliyordu. Yüzüne şaşkın sinirli arası bir ifade bürünerek tekrar konuşmaya koyuldu. “Sizden, Amazon ormanlarında, binlerce ağacın arasında tek başına duran devasa bir Kauçuk ağacını gözünüzde canlandırmanızı istiyorum. Ya da, boş verin şimdi Kauçuk ağıcını. Kampüsün girişindeki gariban Meşeyi hayal edin ve Tower Bridge ile... ya da, yok yok... Dolmabahçe Sarayıyla kıyaslayın. Dersin başından beri anlattığım her şeyi unutarak kendinizi estetik içgüdülerinize bırakın. Göreceksiniz ki Dolmabahçe Sarayı imajı zihinlerinize kampüsün önündeki meşe ağacından daha fazla huzur ve haz veriyor. Bunun iç içe geçmiş, bir büyük, biri küçük olmak üzere iki temel nedeni vardır. Birincisi, modern insanlar olarak, yüzyıllar süren deneyimlerimizin sonucunda, hayatlarımızı kolaylaştırmak adına doğanın önümüze koyduğu, bilinmezlikler ve öngörülemezliklerle inşa edilmiş dehşetli şahaserleri, onlara -göz aşinalığı- edinmek vasıtasıyla, hakkıyla göremiyor olduğumuzdur. Bunu -bir ağaca baktığımız zaman aslında ne görüyoruz?- sorusunu cevaplamaya çalışarak da anlayabiliriz. Aksi taktirde, bütün bu şahaserlere hak ettikleri özeni gösterecek olsaydık hayat içinden çıkılmaz bir sarhoşluğa dönüşebilirdi. İkinci neden ise, baktığımız yerde estetik bir eser ararken ön koşul olarak ilkin, öngörülebilir ve daha az belirsizlik barındıran düz çizgiler arama refleksidir. İşte bu iki kıstas sayesinde aşkın boyutlara yükselmemizi sağlayacak şaheserleri, bırakın hakkıyla değerlendirmeyi, henüz onların varlığının farkına dahi varamadan zihin haritamızdan silip atarız.” diyerek sözünü bitirdi.
Artık, neredeyse ezberlediği, ve belki de sadece bu nedenle öğrencileri üzerinde hiç bir zaman dilediği ölçüde etkili olamayan konuşmasını tamamlayarak kürsüye yöneldi. Kimdi? Neydi alıp veremediği insan soyuyla? Onlardan biri olmaktan neden ve ne zaman vazgeçmişti? Neye öfkelenip hayatı bu denli yaşanmaz kılan bu düşünceler yumağının içerisine sürüklemişti gençliğini? Neden bu kadar yalnızdı ve neden olduğundan daha da yalnız hissediyordu kendisini? Ne zaman başlamıştı yalnızlık? Karısı gittiğinde mi? Hayır... o varken de kendisini sürekli yalnız hissetmişti. Karısı da dahil hiç arkadaşı olmamıştı. Daha doğrusu, uzun zamandır hiç arkadaşı olmamıştı. Akademik nezaketten dolayı gidilen okul yemeklerinde yanında oturan adam ve kadınlara arkadaş diyemezdi. İnsan her şeyi açıklamak zorunda kaldığı adama arkadaş diyemezdi. İnsan sabah karşılaştığında “merhaba” dediği adama arkadaş diyemezdi. Arkadaş, olmayan bir şeyleri paylaşan kişiydi. Arkadaş, bilinmezliği ve korkuyu, yani düz çizgilerin dışında kalan şeyleri paylaşan kişiydi. Asıl buydu arkadaş! İki arkadaş Topkapı Sarayı’ na bakarken konuşup kıyıya vurmuş bir çakıl taşının önünde el ele susmalıydı. Peki, hiç arkadaşı olmamış mıydı? Olmuştu elbet. Çok uzun zaman önce. Kimdi o arkadaşları? En son kiminle arkadaşlık etmişti? Kaç Antonio geçmişti hayatından? Kaç Antonio’ yu gömmüştü deniz kenarına? Bir Akdeniz Kasabasıydı... ve bir Akdeniz Devirmiydi hayatında yaşanan...
üç beş adam Akdeniz’de bir masada oturmuştuk
adam da değildik hani, ne de hala çocuktuk
deniz kabarıp dalgalanacaktı daha
Akdeniz daha bir mavi olacaktı
haylaz bir çocuk çıkarıp kuş sapanını
o yuvarlak güneşi vurmasa
bir sessizlik vardı masada
tutup bu sessizlikle oyalanıyorduk
kurcalıyorduk sessizliği yumuşak yerlerinden
sessizlik bir eylemdir söyleyecek sözü olana
ve yaramaz çocuklara
biz işte bu iki kırmızılıktan da alıyorduk biraz
denizin dalga dalga biriktirdiği biz…
bağırıyorduk sonra
kurulmuş bütün saatler bir anda susuyorsa!
vakit vakit durulan deniz yeniden dalgalanıyorsa!
ey özgürlük senin bile ellerin bu ihtişam karşısında!
denizden yeni çıkmış bir çocuk gibi titriyorsa!
bir yanımız ağlamaya oldukça meyillidir artık
küçücük bir kelime bile yeter dağılmamıza
ve susmaktan yapılmış bütün bağları koparır artık amansız bir fırtına
hangimiz sustuysa bin yıl sürdü sessizliği
bu sessizlikten çıkarılacak bazı dersler vardı elbet
dünya dönüp duracaktı mesela
mesela biz umursamayacaktık bir sigaranın ateşin karşısında koyu dumanlar halinde çözülmesini
ve sessizliğin tadını çıkaracaktık oturup deniz kenarında
haylaz bir çocuk çıkarıp kırmızı kalemi
bu öyküyü yeniden yazmasa
kime küsüp gitmişti ilkbahar? şimdi hatırlamıyorum
bir mevsim eksik yaşıyorduk yılları
dünyanın bir yüzü karanlık bütün şehirlerinde
umudu diri tutmak zor iştir
insan gibi yaşamaya dair incecik bir umudu
bundandı işte, kalmıyordu gücümüz aşık olmaya
sevişmek bile gelmiyordu içimizden
savaşmak derdi vardı, gencecikdik daha
gücümüz yetiyordu her şeye
ah bir kadını öpmek bu kadar güzel olmasa
üç beş adam Akdeniz’de bir masaya oturduk
adam da değildik hani
ne de hala çocuktuk
her nerede bir halk ayaklanıyorsa
her nerede gücü her şeye yeten bir çocuk
savaşmaktan yorulup soluğu bir kadının dudaklarında alıyorsa
güneşin ışık ışık eksilttiği biz...
artık kıyıya vurmuş her su damlası kadar görmezden gelinebiliriz
YORUMLAR
bu çok nadir olur. defalarca okumak isteyebileceğimiz kitaplar örneği. bu öykü de öyle oldu benim için. "benim" diye sahiplenip icinde kaybolacağım türden. ki modern dünyanın bir sancısıdır hani bu kaybolma isteği. çünkü hani o elele tutuşup susacağımız kisinin yoksunluğu ve hep o mekanik kalabalıklığımız kolay bulunMUŞluğumuz içinde özlediğimiz kendimiz ve kendimizi bu karmaşanın içinde kaybetme isteği. gibi bir kaybolma. ya da sığınma. bazı şiirler bazı öyküler bazı resimler ya da mekanlar işte bir el gibidir. yani içerik ve o sarmal bir sekilde birbirini takip eden konular içinde öyle çok buldum ki kendimi. sevmek böyle bir şey biraz. öykü...şiir... sarsıldım diyebilirim. ve içerikteki perspektifler.
ne desem az gelir kaleminiz öyle sağlam öyle güçlü ki.
lütfen kaybolmayın.
Tayyar
analaşılmak güzel. siz de bir yere kaybolmayın...
Ben, hikaye'den çok anlatımdan haz aldım. çok güçlü, bu kesin. sevmek ve sevmemek meselesi değil elbette. bir anlatı,bir olay ya da durum var ve biz peşinden gidiyoruz. bu bizim için aslolandır işte. şiirden sonra burada görmek de ayrı bir keyif tabii. sağlam. her şeyiyle.
Harun Aktaş tarafından 11/13/2014 12:11:48 AM zamanında düzenlenmiştir.