- 526 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
HAYATIM BİR ROMAN
“Bu anlattıklarım hayat romanımın giriş bölümü daha. Tamamını anlatmaya kalksam ömrüm yeter mi bilmem.” dedi Sevim, çalışma aralarında verdikleri kahve molasında. Ne olursa olsun ne yaşarsa yaşasın hayata hep tebessümle bakan bu kadın bir hoşgörü ve sabır sembolüydü iş yerinin.
Diğer yedi kadının olduğu gibi, her kadınının yaşadıkları bir romandı aslında.
Başı-sonu rengi şekli birbirinden farklı da olsa; kitaplara filmlere konu olan, ödüllere layık görülen hep onların hayatları olmuyor muydu daha çok da.
Devlet Demir Yollarında çalışan bu sekiz yakın arkadaşın yaşamlarında, hüsran düş kırıklığı pişmanlık ve göz yaşı eksik olmasa da hayatlarından çok memnundular yine de.
Devlet güvencesinde olan bir kurumda çalışma şansını elde etmişlerdi ki bu onlar için en büyük kazançtı. Her ay bir tek-bir çift maaş alıyorlardı. Mesaiye kaldıklarında ise elleri daha da bollaşıyordu.
Yazlık kampları ve diğer sosyal olanakları hiç alışık olmadıkları ve ummadıkları ayrı bir şans sayıyorlardı kendilerine.
Yaşları ve statüleri birbirine oldukça yakın olan bu sekiz arkadaşın, birbirlerine duydukları güven dostluk ve paylaşımın nedeni biraz da aynı koşullarda olmalarından kaynaklanıyordu belki de
İçtikleri su ayrı gitmiyordu. Verdikleri kahve molalarında baktıkları fallarla birlikte attıkları kahkahalar dedikodulara yol açsa da, onlar buna hiç kulak asmıyordu.
*
Gülten; bir deri bir kemikti işe başladığı günlerde. İşinin başında yığılıp kalacak diye gözlerini üstünden ayırmıyordu arkadaşları. Git gide kendin topladı kilo aldı yüzüne renk geldi kendine duyduğu güvenle birlikte.
İki kızı vardı. Çilem’ le Çiler. İkizdiler. İlkokul son sınıfta oldukları için gereğinde evde yalnız kalabiliyorlardı.
Kocası badana–boya ustasıydı. Tembel uyuşuk ve sorumsuzun biriydi. Gelen iş tekliflerini bir bahaneyle başından savıyor zamanını mahalle kahvesinde geçiriyordu. Gece yarıları eve geliyor zift gibi sigara kokan üstü başıyla sığışıveriyordu karısının yanına. Karısı kaç kere yatağını ayırmaya kalkışmış, fakat ateş küreğiyle yediği dayakların ardından bu teşebbüsünden vazgeçmek zorunda kalmıştı.
Her sabah erkenden kalkıp kahvaltıyı hazırlar, kızlarıyla birlikte alelacele atıştırır kocasına kahve ve sigara parasını da bırakır fırlardı sokak kapısından.
*
Mihriban; bir ceylan ürkekliği ve hüznüyle bakan güzel gözleriyle kaç usta başının yüreğini dağlıyordu kim bilir?
Kocası onu bir köy düğününde kızlarla halay çekerken görmüş ve hemen o an vurulmuştu.
İki gönül bir olununca da düğün dernek kurulmuş, köyün en güzel gözlü kızı yine köyün yakın bir ilçesine gelin gitmişti telli duvaklı.
Gelin gittiği bu tek katlı evde kayınvalide- kayınpeder ve görümcesiyle birlikte yaşayacaktı .
Bir-kaç yıl sonra kocası İstanbul’dan iyi bir iş teklifi alınca hiç düşünmeden ailesini toplayıp İstanbul’un yolunu tuttu.
Onlarla hiçbir sorunu olmadı Mihriban’ın. Ama aradan yedi yıl geçmesine rağmen çocuklarının olmaması ve bunun sorumlusunun kendisinin olduğunun anlaşılması, dolaşan kara bulutları büsbütün kararttı evlerinin üstünde.
Sevgili kocası bir akşam karısının saçlarını öpe koklaya içinden geçenleri söyledi ona. O ceylan gözlerinin pınarlar gibi dolup taşmasına pek aldırmadan.
Mihriban anlamıştı başına gelecekleri çok önceden. Ona bir kuma gelecekti. Hem de pek yakında.
“Durum bunu gerektiriyor ceylan gözlüm. Ama şunu bil ki bizi birbirimizden ancak ölüm ayırır” dediği o akşamın yedinci günü Mihriban evden değil ama, amcasının çalıştığı bu kurumda çalışmak için evden çıktı her sabah.
Kocasına hala aşıktı gözü kapalı. Hem bu ağır tramvayla başa çıkmak hem kocasının eline bakmamak için çalışma hayatına vurmuştu kendini.
*
Fevziye; Yugoslav göçmeni bir ailenin İstanbul Eyüp Sultan doğumlu kızlarıydı. Anne–babası tütün fabrikasında işçiydiler. Ömürleri emekli olmaya vefa etmedi. Kardeşleri iyi-kötü iş sahibi olup, evlendiler. Kendisi de uzak akrabalarından bir gençle evlendi.
Kocası iyi bir iş yerinde sevilen bir aşçıydı. Bir kızları oldu. Mutlu ve huzurlu bir hayatları vardı ta ki o güne kadar.
Fevziye o gün kızıyla birlikte bir yakınlarına gitmek üzere kapıdan çıkarken, karşı komşunun kendi kızından dört yaş büyük oğlu kendileriyle birlikte gelmek isteyince, Fevziye buna hiç itiraz etmediği gibi sevindi bile.
Gidecekleri ev; içinde her türlü sebze ve meyvenin olduğu, pek çok kümes hayvanının barındığı geniş bahçeli bir evdi. Çocuklar için bulunmaz bir fırsattı. İki komşu çocuğu birlikte koşup eğleneceklerdi. Annesi oğlunu çok sevdiği ve güvendiği komşusuna emanet etti gönül rahatlığıyla.
Gerçekten de çocuklar çocukluklarını yaşadılar büyük coşkuyla. Türlü çeşit meyveyi elleriyle toplayıp yediler. Bilmedikleri sebzeleri öğrendiler. Tepsilere doldurup tulumbanın altında yıkayıp masaya getirdiler. Bahçe ocağında pişirilen mis kokulu yemeklerden tabak tabak yediler. Havuzda yüzen ördek kazlara yiyecek attılar. Diğer kümes hayvanları, pisi ve hav havlarla ne oyunlar oynadılar.
Erik ağacının kalın gövdesine kurulu ip salıncakta salladılar birbirlerini. Güle oynaya.
Veda vakti gelmişti artık. Fevziye çocuklara seslendi. Kızı hamakta uyuya kalmıştı. Komşularının oğlu ortalıkta görünmüyordu. Hep birlikte aradılar bahçeyi köşe bucak. Seslendiler. Ama hiçbir sonuç alamadılar.
Ev sahibi bir an telaşla çok ötelerde üstünü kapattıkları bir kuyunun başına gitti. Kapak açılmıştı.
Fevziye’ye emanet edilen komşu oğlunun cansız bedeni kuyudan çıkarılırken Fevziye kendisini atmak istedi kuyuya çocuğun yerine.
Aradan tam dört yıl geçti. Aile yakın akrabalarının davetlisi olarak deniz kenarındaki yazlıklarına gittiler. Erkekler tavla yarışını sürdürürken kadınlar aralarında çene yarışına girmişlerdi.
Fevziye yanında uzanan kızını göremedi bir an. Telaşla yerinden fırladı. Etrafa bakındı. Seslendi çığlık çığlığa. Deniz kenarında toplanmış kalabalığın arasına attı kendini. Biricik kızının sarı saçları başak demeti gibi yayılmıştı denizin üstüne.
“Bana emanet edilen bir cana karşılık, ben de Allah’ın bana emanet ettiği bir canı emanet ettim denize” sözleri karıştı dalgaların sesine.
*
Mehtap şık ve zevkli giyimi. Şen kahkahası ve biraz da yüksekten bakan tavrıyla tanınıyordu iş çevresinde. Bütün umudunu kahve fallarına bağlamıştı. Şöyle yakışıklı boylu poslu bir deniz subayı bulup evlenmekti tek dileği. Sonra da boy boy çocuklar doğurmak…
O güne kadar bu hayali gerçekleşmedi. Ancak o bu hayalinin peşini hiç bırakmadı.
*
Neriman’a gelince; İkisi kocasının ilk evliliğinden, ikisi de kendi evliliklerinden olan dört çocuk sahibi güler yüzlü samimi herkesin yardımına koşan munis bir kadındı. Hem evinde hem işyerindeki el çabukluğu çalışkanlığı ile dillere düşmüştü. Kocası vardiyalı bir işte çalışan çoluk çocuğuna düşkün iyi bir insandı. Neriman’a göre tek kusuru aşırı asabi oluşuydu. Su bardağı tepeleme dolu olmadığında masayla birlikte yere inerdi.
Buna rağmen Neriman “Kocadır. Evin direğidir. Laf aramızda matah bir şey olsalardı, adları koca değil, koncagül olurdu" der başlardı kıs kıs gülmeye.
*
Methiye; ismi gibi övgülere sığmayan bir kadındı. İki çocuğu vardı. Kocası genç yaşında malulen emekli olmuş, vaktini evde oturarak daha çok da yatarak geçiriyordu. Methiye kocasına çocuklarından daha fazla önem ve özen gösteriyor onu başında taşıyordu adeta. Hafta sonları özel arabasına oturtup deniz kenarlarına parklara götürüyordu.
Cam fabrikasından aldığı defolu kırık camlarla yaptığı çalışmaları görenler parmak ısırmakla kalmaz yurt dışında sergi açması için onu kışkırtırlardı.
Hepsi el işi mutfak bilgisi ve dışarı işlerinde birbirinden marifetli tam bir dişi kuştu.
Gün olur iş çıkışı İstanbul’un camilerini tek tek dolaşır. Gün olur kadınlar matinesinde kadeh tokuşturup hayatın tadına varırlardı gönüllerince. Kendi aralarında yaptıkları ‘altın günü’ nden gelen paralar ve daha çok da aralarındaki sonsuz arkadaş dayanışması ve güven sonucunda hepsi hayalini kurdukları kooperatif dairelerine sahip olmuş, yazlıklara göz koymuşlardı ardı sıra.
Nazmiye; İş yerinin ekonomi bakanıydı. Pratik zekası çok yönlü düşünme yeteneği ve her soruna çözüm bulma becerisi onun prestijini yükselten unsurlardı.
Genç yaşta evlenmiş bir de erkek çocuk sahibi olmuştu. Lakin kocası her anlamda berbat bir insandı. Dayak ihanet kıskançlık psikopatlık onun genlerinde vardı sanki. Oysa erkek kardeşi onun tam tersiydi. Son derece saygın ve elleri öpülesi bir kayın peder ve kayın valide ile birlikte yaşıyorlardı iki katlı ahşap evde.
Oğlu dokuz yaşına bastığı gün Nazmiye de boşanma davası açtı. Boşandılar.
Oğlunu sık sık görmek koşuluyla babaannesine ve dedesine emanet edip ayrıldı evden. Kendi anne ve basının evine döndü. Yıllardır aynı işte çalışıyordu. Hiç sıkıntı çekmedi. Çok geçmeden bir ordu mensubuyla evlendi. Bir oğlu da ondan oldu. Her iki oğlunun da her tür gereksinimlerini karşıladı. Evlendirdi. Bir de torun sahibi oldu.
Kocasıyla aynı evi paylaşan pansiyoner gibilydiler. Kocası bir gece yorganını yastığını alıp büyük bir mutlulukla diğer odaya geçtiği anı aradan yirmi beş yıl geçmesine karşın unutamamıştı Nazmiye.
Nedenini ise bunca yıl çözememişti hala.
YORUMLAR
güzel eser tebriğimle,
selamla
Yaşayan her insanın hayatı bir roman... Romanlar uzun,o uzunluğun içinde başka hayatlarında olması,sanırım bizlere roman hayatını uyandırıyor.
İyi ve kötü mutlaka insanların bir yanında. İçimizdeki savaşı kaybettiğimizde bencil yanımız ortaya çıkıyor. İşte bir erkek ve bir kadın . Hayatın tam ortasındaki yaşama mücadelesinde,birinin hayatı okunacak gibi roman,diğerininki yakılacak bir roman.
Hayat işte !
Bütün insanların güzel hayat yaşaması dileğimle.
saygılar,sevgiler
DEVRİM DENİZERİ
Her şey bir yana koşullar ne olursa olsun insan olabilmeyi başarmak önemli olan...
Sonuçta bir lokma bir hırka ve iki kapılı bir han...Marifet bu yolu Şerefle tamamlamak bahane bulmadan..
Selam ve esenlikler.
İlginç, genelde hüzünlü hayat hikayeleri.
İçimizden birileri işte.
Bu kocalar da hep mi kötü oluyor?
Her insanın, bir kötü tarafı oluyor işte.
Kadınlar için de geçerli bu.
Dört dörtlük oldu mu insan, onun adı değişiyor.
Melek diyorlar öylelerine.
DEVRİM DENİZERİ
Kocalar elbette kötü olmuyor..
Böyle rast geldi..