DÖNGÜ...
Derin bir sessizlik... Sükûnun baş döndürücü esintileri...
Bir salıncakda mı sallanıyordu, yoksa kayıp giden suların üstünde mi yalpalıyordu? Gözlerini kırpıştırdı. Güneşin ılık dokunuşlarını hissetti saçlarında. Okşayışlarına bıraktı kendini...
Sessizliği, kuş cıvıltıları doldurdu birden. Minik kanat sesleri de katıldı bu neşeli nağmelere... Göllerden yükselen buğular, patlayan tomurcukların mis kokularına karıştı. Toprak gerindi. Susayan bağrına düşen yağmur damlalarını sevgiyle kucakladı. Yüreğini çarptıran can suyuydu bu damlalar... Bitkiler köklerini derinlere uzatıp kana kana içti... Tüm börtü- böcek uykudan uyandı. En güzel çiçeklerle bezenmiş elbisesini giyen İLKBAHAR, yavaşça yerinden doğruldu. Kendinden emin, gülümseyerek, mis kokular saçarak, tüm endamını gözler önüne sererek, minik ayaklarıyla, ufacık adımlar atarak, çiğ düşmüş çimenlerde yavaş yavaş yürüdü, tüm gözler üstünde salınarak gitti...
Gitgide ısınan havanın etkisi tüm tabiatı bir anda sardı. Ağaçların, yeşil elbiselerinin etekleri rüzgârla dalgalanıyordu. Çiçeklerin, böceklerin, tüm canlıların sevgileri katmerleşti. Dallardaki bin bir çiçek, meyveye döndü... Saçlarına bereket taçlarını takan ağaçlar, servi boylu kadınlar gibi gülümsediler... Ceylanlar koşuştu... Kuzular meleşti... Rüzgâr; rehavet içinde ağaç dallarına oturmuş, bu manzarayı seyrediyordu. Bereketiyle gurur duyan YAZ, en dekolte elbisesi ile bahçelerde gezindi...Dudakları kiraz, yanakları elma gibi, bakışlarından sıhhat fışkırıyordu adetâ... Kolundaki sepete topladığı kirazları çocuklara uzatıyor, kulaklarına küpe yapıyor, şen ve şuh kahkahalar atıyordu. Etrafa saçtığı mutluluk gözle görülüyordu. Güneş, gümrah saçlarında parıldıyor, tenini pembeleştiriyordu. Sonunda dayanamadı, elindeki sepeti kenara fırlattı, eteklerini yukarı çekip, denizin serin kucağına kendini bıraktı, yüzdü, yüzdü...
Rüzgârın çapkın ıslıklarına dayanamayan SONBAHAR; bahçe, bağ ve tarlalardan geçerek pürneşe geldi... Nefes nefese idi... Üzerindeki elbisenin renkleri görenleri büyülüyordu. Sarının, kahvenin, kızılın ve yeşilin bütün tonları öylesine bir âhenk içindeydi ki, her adım atışında efsunlu bir rüzgârla hışırdıyordu… Böylesine göz alıcı olmaktan mutlu, biraz gururlu, gülümseyerek dönüyor, dönüyordu… Ona hayran rüzgâr, üzerine avuç avuç yağmur damlaları serpiyor, gülümseyen yüzü daha da güzelleşiyordu…
Rüzgâr’ın kanatlı atına binmiş, o narin ve biçimli elleriyle gemlerini sımsıkı tutmuş, dansediyordu… Kendini kaptırdığı ritimle hızla dönerken, o efsunlu elbisesinden sarı, kızıl yapraklar etrafa savruluyordu… Birden gülümseyen yüzü, gerçek duygularını ifşâ edercesine hüzne boğuldu. Döndü… Döndü… Yanaklarından süzülen gözyaşları yağmur tanelerine karıştı…Geli,şinin aksine bir hüzün buğusu bırakarak yavaçça süzülüp gözden kayboldu… Arkasından bakan gözlerde yaşlar, yüreklerde de ince bir sızı kaldı…
Yumuşacık kürklü paltosunun içinde ısıttığı elini çıkarıp, kırlaşmış sakalını sıvazlayan KIŞ, mahmur ve mutlu gözlerle etrafına bakınıyordu… Uykudan yeni mi uyanmıştı, yoksa sıcacık bir köşe mi arıyordu belli değildi. Köstekli saatine baktı. Elini tekrar kürkünün içine daldırıp saatini yerine koydu… Eski günlerini arıyordu… Çıtır çıtır yanan odunların ateşiyle kıpkırmızı olmuş sobanın özlemindeydi… Etrafına sokulup ısınan, bu arada koyu bir sohbete dalan insanları özlemişti. Sobanın üzerindeki kestanelerden bir punduna getirip aşırır, muzip bir gülümsemeyle yerdi… Öyle bir rehâvet çökerdi ki üzerine, kürk paltosunun içine iyice gömülür, dışarıda lâpa lâpa karlar yağarken, gözleri sobanın kızıllığında düşüncelere dalar, sonra başındaki beresini burnuna kadar indirir, keyifle uyuklardı… Sohbet eden insanların mırıltıları kulaklarında eski nir ninniye dönüşürdü… Bir müddet sonra gözlerini açar, silkinir, usulca dışarı süzülür, yoksul kapılara kucak kucak odun taşırdı… Onu hüzünlendiren bir şey de sokaktaki yiyecek bulamayan kedi ve köpekler olurdu. Onları da unutmaz, kuytulara yiyecekler koyardı. Sonra kulübesine döner, mahzun mahzun düşüncelere dalardı…
‘Yol bitti’ diye mırıldanırdı.
‘Gelen mevsimin adı ne olmalı’ diye söylenirdi…
‘Uzun yol?’ Hayır olmaz.
‘Biten mevsim?’ Bitiyor mu acaba?
‘Sonsuzluk?’ Her şeyin bir sonu var…
‘Ben KIŞ’ım. İlkbahar gelecek. Nereye, nasıl gideceğim?’ derken, kendini bir pervâne gibi hissetti… Yavaşça, döne döne yükseliyor, hafifliyor, hafifliyordu… Aşağıdaki hengâme şimdi ne kadar uzaktı ona…
Kürk paltosunu çıkarıp attı. Beresi zaten çoktan düşmüştü… Köstekli saati çoktan durmuştu. Zaman mefhumu kalmamıştı. Gülümsedi… Yüzündeki mutluluk ışık saçıyordu. Yorgun elini kaldırdı… Salladı… Salladı… Görünmez ufuklarda kayboldu gitti…
Hâlenur Kor
8 Kasım 2014
YORUMLAR
nur49
Keşke her şey istenildiği gibi olsa...