Hah, işte bu bakışlar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Uçağın birazdan inişe geçeceğini İngilizce anons etti baş hostes. Diğer alt kademe hostes ve hostlara da onların dışında hiçkimsenin anlama ihtimali olmayan bir kaç kelime etti. Yine İngilizce. Adam kendisini “iyi ingilizce konuşanlar” sınıfından saymasına ve her seferinde pür dikkat yapılan anonsları dinlemesine rağmen bir türlü şifreyi çözemiyor, tıpkı bugün olduğu gibi, kabin amirinin karmaşık bilmecesinin arasında kaybolup gidiyordu. Uçak yolculuğunu tren ve otobüs seferlerinden ayıran, onu yabancılaştıran ve yolcuların kendilerini Brükselde yapılan bir birleşmiş milletler toplantısında ülkesini temsil eden delegeler gibi hissetmesini sağlayan onlarca küçük detaydan sadece biriydi İngilizce anonslar. Yolculuğun başladığı ve bittiği şehirlerde konuşulan dilden ve yolcuların milli aidiyetlerinden bağımsız olarak, en azından bir takım anonslar İngilizce yapılıyordu. Tepeden tırnağa halaya, amcaya ve teyzeye kesmiş iç hat yolculukları da dahil olmak üzere. Bu tespitinin kati olduğuna edindiği sayısız tecrübeler sayesinde kanaat getirmişti artık. İngilizce anonslar bilet parasına dahildi ve geri çevirmek gibi bir seçeneği yoktu yolcuların.
Anonsun ardından inişe geçmiş olan uçağın yolcuları üzerlerine düşen ulvi görevleri bir bir yerine getiriyorlardı. Kimisi kemerini büyük bir hassasiyetle bağlıyor, kimisi de içindeki anarşist yanı, müdanasızlığını ve hayatı ne derece az önemsediğini ustaca bir el hareketiyle şıklatarak koltuğun iki yanına sarkıttığı bağlanmamış kemerle hostesler başta olmak üzere bütün yolculara adeta haykırıyordu. Özellikle hosteslerin ve hostes olma kriterlerine uyan diğer kadınların bu çığlığı duymaları, dikkate almaları ve gösterecekleri tepkilerin her biri uçak ahalisinin geriye kalanının vereceği tepkiler toplamından daha muhimdi. “Ne mi olabilirdi?”. Örneğin bir hostes bu tavır karşısında bakımlı dudaklarını hafiften aralayıp bembeyaz dişlerini göstererek çapkın bir bakış atabilirdi. Daha cüretkar bir hostes göz kırpabilirdi çığlık sahibinin cesaretinden etkilenerek. Dahası gemi iyice azıya almış otuzlu yaşlarında bir hostes, yoğun uçuş temposundan dolayı bir türlü zaman ayıramadığı aşk hayatını renklendirmek için çığlığın sahibini uçaktan indikten sonra hava alanında bulabilir, ondan telefon numarasını alabilir ve hatta zaman kaybetmeden o’nu o gece evine davet edebilirdi. Hava alanında bulamasa, oturduğu koltuk numarasına göre uçuş listesinden adını ve telefonunu bulur, kendini en yalnız hissettiği bir anda telefonu açarak “merhaba, ben kemerini bağlamadığın uçağın hostesi, üzerimde ne var bilmek ister misin?” diye sorabilirdi. İşte inişe geçen herhangi bir uçakta bilerek ve isteyerek açık bırakılan herhangi bir kemer bütün bu olayları başlatan sihirli bir dokunuş olabilirdi.
Yanında oturan adama baktı. Yüzünde Ege güneşinden ödünç aldığı ve Londra’da bir kaç hafta içerisinde silinip gidecek olan kırmızı ile kahve arası bir renk, kafasında kısa ve fakat iyi taranmış bakımlı saçlarıyla tam bir İngiliz beyefendisi oturuyordu. İkisi de İngiliz’in beyefendiliğinin pasaport kuyruğunu geçtiği anda sona ereceğini çok iyi biliyorlardı. Biletler ucuz bir hava yolundan alınmıştı ve ekonomi sınıfında oturuyorlardı. Uçak anonslarının o’nun dilinde yapılıyor olmasından başka bir fiyakası yoktu. Hal böyleyken, İngiliz kıvrak vücut hareketleriyle uçağın camından dışarıya bakmaya çabalıyor ancak adamın kafasının kapattığı küçücük camdan ara sıra çok aşağılardan görünüp kaybolan bir kaç sokak lambasının sarı ışığı dışında pek bir şey göremiyordu. “krallığın buraya kadarmış Sir!” dedi adam içinden. Öyle kıvranıp durursun işte. Kaprinin altına parmak arası terlik giyip, kafanda hasır şapka, gözünde güneş gözlüğüyle aksanlı aksanlı konuşmaya, önünde koşup dururken öğrendiği iki kelime İngilizceyle seni memnun etmeye çalışan garibim garsonlara caka satmaya benzemez. Ben bilirim senin ne mal olduğunu. Dudağının bükülmesinden anlarım Lord musun? Amele mi? Uçağın camından yansıyan kocaman suratına baktı adam. Hınzır bir ifade gece Londrasının ışıklarını yararak şehre hakim olmuştu adeta. Mutlu oldu, sonra kendine kızdı, sonra tekrar mutlu oldu. El sıkışıp barıştı kendisiyle. Üçüncü dünya ülkelerinde Kraliyet Soylusu kendi ülkesine dönünce amele olan İngilizi bir kenara bıraktı. Düşünmedi artık.
Yıllardır iyi bir işte çalışıyordu. Muhtemelen ortalama bir İngilizden çok daha iyi para kazanıyordu. Özellikle göçmenlerin, yani İngilterede doğmamış, ya da en azından iki kuşaktır İngilterede yaşamış olmayanların rüyalarında bile göremeyeceği derecede iyi bir işti. Denizaşırı yolculuklar işinin önemli bir parçasıydı. Üstelik her türlü masrafı şirket çekiyordu. Hele ki grup halinde çıkılan yolculukların tadına doyum olmuyordu. Her milleten adamın çalıştığı, gerçek anlamda çok uluslu bir şirketti ve birçok ülkede ziyaret edilmesi ve denetlenmesi gereken ofisleri bulunuyordu. Kahire, İstanbul, New York, Moskova, Johannesburg. “Ah Johannesburg...” diye geçirdi içinden. Esterle yine bir Johannesburg turnesinde tanışmışlardı. Denetmenlerin yaptığı bu denizaşırı yolculuklara şirket içerisinde turne deniyordu. Yapılacak işler bittikten sonra iki hafta izin almış ve Esterle bütün Afrikayı ülke ülke dolaşmışlardı. Ester oldukça güzel bir kadındı. Uzun boylu, sarı saçlı, kocaman gözlü ve iyi giyimliydi. Ayrıca İngilizlerden de pek hoşlanmıyordu. Fakat adamın aklını çelen bunların hiçbiri değildi. O, Ester’in şaşkın bakışlarına takılmıştı. Şaşırdığı, gözlerini iri iri açıp kaşlarını kaldırdığı, dudaklarının kenarlarını hafiften aşağı doğru bükerek takındığı o ifadeyi gördüğü anlarda içinde beliren tarif edilemez mutluluğu daha önce başka hiçbir kadında yaşamamıştı. İşte bu ifadenin peşine takılıp bütün Afrikayı dolaşmıştı Kahireye kadar. Kahire sözcüğü bir toplu iğne gibi batıyordu adamın vücuduna. Kahrolmakla Kahire arasında bir bağ kurmaya çalışıyordu. O’na kalsa bu bağ zaten gözler önündeydi. Yoksa ne demeye onca sıcak ve nemli Afrika ülkesinden, çöllerden ve denizlerden, göllerden ve mağaralardan sonra gelip de Mısır’ın Kahiresinde eriyip çözüldüydü, kuruyup dağıldıydı güzelim umutları.
İngiliz kıvranmaya devam ediyordu. Arada dönüp karısıyla bir kaç kelam ediyor, (Kelam dediysem öyle ağırlığı olan hususlar değil. Ama sanki dünyanın en önemli mevzusuymuş gibi, ağdalı ağdalı konuşulan, vurgulu vurgulu ifade edilen şeyler.) bir konuyla ilgili kesin ve kati fikirlerini belirtiyor, karısını ikna ediyor ve fakat asla ataerkil bir erkekte görülmesi muhtemel baskıcı tavırlara başvurmuyor bütün bunları geçici İngiliz beyefendiliğinin sınırları içerisinde gerçekleştiriyor, ardından adamın kafasının uçak penceresinde kaplamadığı küçük boşluklardan uzattığı çirkin İngiliz gözleriyle gece Londrasından sahneler çalmaya çalışıyordu. “Bana yapma bari Sir. Hısım, akraba sayılırız şunun şurasında. Kaç yıldır bu memleketteyim, kaç yıldır görmüyor muyum sanki sizin gibi ailelerin kızışmış itler gibi sokak ortasında bile kavgalara tutuştuğunuzu, küfürün kıyametin gırla gittiğini” diye geçirdi adam içinden. Sebepsiz bir göçmen refleksiyle “Gırla gitmenin” İngilizcesini aradı zihninde. Bulamadı. İçinden geçirdiği şeyleri adamın yüzüne yüzüne söylemek zorunda kalırsa bu güzelim cümleyi basit bir çeviri hatasına kurban vermemek için bir an önce bulmalıydı doğru karşılığı. Gözleri boşlukta birşeyleri tarıyormuş gibi dolaştı. Zihninin Türkçe-İngilizce sözlüğünün sayfalarını göz hareketleriyle bir bir çeviriyor gibiydi. Bulamayacağını anlayınca çok uzatmadı. Gırla gitme’nin İngilizcesi yoktu işte. O da olmayıversindi. Hem olsaydı da kaç kişi bunun farkına varabilecekti. İçinden geçenleri tam olarak anlayabilmesi için muhatabının iki dile de “Gırla Gitme”nin anlamını hakkıyla bilebilecek kadar hakim olması gerekiyordu. Bakalım “Gırla Gitmek” İngilicede de Türkçede ki gibi argoyla günlük dil arasına sıkışmış yarı sevimli yarı bitirim bir anlama mı işaret ediyordu. Kuvvetle muhtemel böyle değildi. Gözü yine uçağın penceresinden yansıyan kocaman suratına takıldı. Kafası karışmış bir ifade gece Londrasının Victoria tarzıyla inşaa edilmiş evlerine sinerek şehre hakim olmuştu adeta. Göz kapaklarını usul usul birleştirerek bir kez daha çakma İngiliz beyefendisine boş vermeyi denedi.
Kahire ofisinin önünde taksiden indiklerinde iki haftalık rüyanın sonuna geldiğini anlamıştı adam. Nihayetinde o, ertesi gün Kahireden Londra’ya dönecek Ester de Kahire ofisinin denetlemesini bitirdikten sonra bir kaç gün içerisinde Güney Afirka’ya doğru yola koyulacaktı. Tekrar görüşmeleri için normal şartlar altında aradan en azından bir yıl daha geçmesi gerekecekti. Daha Ester’e açılamamıştı bile. Açılmayı bırak, o’na olan ilgisini anlayıp anlamadığından bile emin değildi. Davranışları daha önce tanıdığı hiçbir kadınınkilere benzemiyodu. Ama bu, zamanla bu hale gelmemiş, aksine ilk tanıştıkları andan itibaren adama karşı oldukça sıcak ve yakın davranmıştı. Peki ala, karşılaştığı herkese sırf nezaket olsun diye bu şekilde sıcak yaklaşıyor ve yakın davranıyor olabilirdi. Belli ki gönül verdiği biri veya evinde kendisini bekleyen bir adam yoktu. Onca zaman boyunca annesi dışında kimseyi aramamış, telefonunu alıp köşelerde gizli gizli mesajlaşmamış ve hatta aklının bir köşesinde eski bir sevgilisi olan kadınlar gibi ara ara uzaklara dalıp daldığı uzaklardan dolu gözlerle kendine gelmemişti. Bir sevgilisi olamazdı, olmamalıydı. Öte yandan bunca soru işareti sıradan bir adamın zihnine oldukça fazlaydı. Londra’ya dönmeden cevaplanmalıydılar.
Ne var ki adam o gün kendisinde o cesareti bir türlü bulamamıştı. Londra’ya döndükten sonra aylar boyunca gözünü denetleme takvimlerinin asıldığı ilan panosundan ayırmamış, Johannesburg ofisiyle yapılan her telefon görüşmesine kulak kesilir olmuştu. Şirketin websitesinin insan kaynakları bölümünde çalışanların profillerinin ve kısa özgeçmişlerinin bulunduğu sayfaya Esterle birlikte Kenya’da fillerin önünde çektirdikleri fotoğrafı koymuştu. Fakat Esterde yaprak kımıldamıyordu.
Tıpkı İngilizce anonslar gibi, inmekte olan bir uçağın tekerleklerinin piste değdiği anda yaşanan sarsıntı ve yolcuların bu sarsıntıyı her uçak yolculuğunda yaşayacaklarını bile bile inatla irkilmeleri de bilet fiyatlarına dahildir. Tren ve karayolu taşıtlarında yapılanların aksine uçak yolculukları oldukça tekdüzedir. Dönüşler, kasisler, tekerlekle yol arasına sıkışan taşların koltuklarda hissedilmesi, rayların arasında kalan boşluk, hızlanıp yavaşlama vs. uçak yolculuklarında bunların hiçbirine rastlanmaz. Uçak yolculuğu, lise fizik müfredatında işlenilen atışlar konusunda temsili verilen taşın hareketiyle oldukça benzemektedir. Tekerleklerin piste değdiği an hariç. İşte o an tekdüzelik bozulur ve yolcuların içindeki tekdüzelikten kaynaklanan huzur yerini anlık bir irkilmeye bırakır. Adam bu irkilmenin uçak yolculuğunun en eğlenceli yanı olduğuna inanıyordu. Ve tekerlekler yere değmek üzereydi. Ne olurdu sanki tekerlekler yere değdikten sonra uçak şöyle yerden bir iki metre havalanarak pinpon topu gibi bir kaç defa sekse. Anarşist ruhlu yolcuların bir kaçı kafalarını baş üstü dolaplarına vurarak karpuz gibi yarsa. Ya da en azından saçlarını üç numaraya vurdurmuş olan karizmatik anarşistlerin birkaçının kafatasından yumurta büyüklüğünde şişlikler pörtlese. “pörtlese... pörtlese... İngilizcesi, hmm”.
Yumuşak hareketlerle koltuğundan kalktı. Koltuğundan kalmak için kemer ikaz ışıklarının sönmesini bekleyen İngiliz beyefendisinin dizlerine sürtünerek koridora çıktı. Devletten aldığı işsizlik yardımlarını içkiye, esrara yatıran, yılda bir biriktirdiği, sağdan soldan borç harç topladığı, belki de aşırdığı parayla üçüncü dünya ülkelerinde bir kaç hafta kendini Lord zannaderek tatil yapan İngiliz ayıplar gözlerle süzdü adamı. Işıklar sönmeden yerinden kalmasını hoş karşılamadığını elinden geldiği kadarıyla belli etti. “Hacı abi çek şu gözlerini üzerimden. Nah şurama kadar doluyum, sinire kesmiş vaziyetteyim. Dört saattir kıç kadar koltukta, ağzım, burnum, kulağım her yerim tıkandı zaten. Hıncımı senden çıkmayayım. Git işine” diye geçirdi adam içinden. Baş üstü dolabından takım elbisesini ve sırt çantasını alarak kapıların açılmasını beklemeye başladı.
Afrika macerasının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra bir sabah ofise geldiğinde ofisin çaycısı Mişel’i kırık İngilizcesiyle Polonyalı satış temsilcilerinden birine bir şeyler anlatmaya çalışırken görmüştü. Konuşma arasında Ester isminin geçtiğini duyunca iyiden iyiye kulak kabartmıştı. Fakat Mişel’in İngilizcesi, sağolsun, karşısındayken bile anlaşılmıyordu, bu mesafeden nasıl anlayabilirdi ki? Çantasını masasına bıraktıktan sonra hiç alışkanlığı olmamasına rağmen çay almak bahanesiyle mutfağa doğru bir kaç adım atmıştı. Yanlarından geçerken Polonyalı satış temsilcisi adamı kolundan yakalayarak heyecanla “Duydun mu? Johannesburgtaki denetçi Kahire ofis müdürüyle evleniyormuş.” demişti. Adamın ağzından gayri ihtiyari bir “kim?” çıkıvermiş bunun üzerinde Polonyalı kadın “Ester canım işte, hani geçen yaz Johannesburg denetlemesini beraber yaptığınız sarışın kız. Kahire müdürü Mustapha Al-Tahiri ile evleniyormuş. Geçen yaz tanışmışlar. Esteri Kahire ofisine gönderiyor genel müdür. İnanabiliyor musun?” diye açıklamıştı. Bunun üzerine adam yüzüne elinden geldiği kadarıyla sahte bir gülümseme takınmış ve hiç alışkanlığı olmadığı halde almak için yerinden kalktığı çay için mutfağa doğru yürümeye devam etmişti. Mutfakta mikrodalga fırının cam kapağında yüzünün yansımasıyla karşı karşıya gelmiş ve Ester’de takılıp kalmasına neden olan o masum şaşkınlığa ne kadar da benzediğinin farkına varmıştı.
Sıkış tepiş koridoru küçük adımlarla geçerek uçağın kapısına ulaştı. Hostese iyi akşamlar diledi. İki adım attı sonra geri döndü. “afedersiniz, iniş anonsu yaptıktan sonra o söylediğiniz son şey nedir, sorabilir miyim acaba?” dedi. Hostes şaşkın gözlerle “Pardon, anlayamadım efendim” diye yanıtladı. “Neyse boşverin. Peki hiç bir yolcuyla sırf kemerini takmadığı için seviştiğiniz oldu mu?” diye sordu adam ve hostesin yüzündeki ifadeye işaret ederek ekledi “Hah, işte bu bakışlar”.