FARELER ve KAPİTALİZM
işte fare anlatıyor
Şehirde yaşıyorum.
Yalnızım.
Zamanımın büyük bir bölümünü yine yalnız başıma geçiriyorum. Görüştüĝüm bir kaç arkadaşım dışında, yine de yalnızım. Benimle görüşürken onların kısıtlı zamanları var. Bu yüzden ne yapacağımı bilmeden dolaşıyorum ve seyrediyorum yaşamı.
Duruma göre öylesine bakıyorum ne yapabileceğime. Değişik yerlere girip çıktığım oluyor. Bazı yerlere beni almak istemiyorlar yada iyi davranmıyorlar. Eskiden düzenli çalışırdım, ötekiler gibi, o zaman farketmiyordum çoğu şeylerin inceliklerini. Sabahın çok erken kalkıp işe giderdim. Gruplar halinde çalışıyorduk. Zaman zaman çok hızlı çalışmamız gereki-yordu. Çeşitli vardiyelerde çalıştım. Çok uzak kanallara gidiyor ve tehlikeli işler yapıyorduk. Zehirlenme, bilinmez hastalıklar ya da iş kazası hepsi de mümkündü. Sık sık böyle şeylerin olduğunu duyardık.
O zamanlar yaşlı fareleri gördüğümde izlerdim onları. Bazen de kendi aralarında konuştukları sıra kulak verirdim. Onların o perişan halinde kendi geleceğimi görüyordum. Bu korkuturdu beni. Yüzleri çökmüş, kılları dökülmüş olurlardı. Bazıları yürürken topallar bazıları da öksürürdü. Öyle öksürenler vardı ki, o an ölecek bu yaşlı fare diye düşünürdüm. Yıkıla döküle yine de çalışıyorlardı. Bazan birbirleriyle sohbet sırasında duyduğum, «elimizden ne gelir ki, başka ne yapabiliriz. Ölene kadar da böyle çalışacağız ve sürüne sürüne yaşayacağız işte. Kedilerin devleti böyle kanun yapmış, bizi sürüne sürüne yaşamaya zorlayan kanunlar işte bunlar» derlerdi. «Devlet herkesin devletidir» yalanıını yutmuyoruz ama, ne gelir elden» derlerdi bir de.
Kanun yapmakla kalmamışlar, bu kanunlara eksiksiz uyulması için de her alanda denetleyen adamları, memurları var. Başımızda devamlı patronun köpekleri olurdu. Yani patronun adamları. Onlar bizi ve yaptığımız işi devamlı kontrol ederlerdi. Patron‘u biz hiç görmezdik. Bizleri kontrol edenleri de daha yetkili başka köpekler kontrol ederdi. Aslında demek istediğim, o düzenli çalışma hayatı beni hem korkutmuş hem de tiksindirmişti. Ama daha çok da korkmuştum. Bunlara dayanamayıp işten ve o tiksindiğim düzenli yaşamdan ayrıldım. Tabi ondan sonra fare topluluğunun sürünün gözünden düşmüştüm. Bu yüzden de gittikce az girebiliyordum sürünün yaşadığı yerlere. Sürü üzerine anlatacak çok şey var ama, ben anlatmak istemiyorum bunları.
Şimdi yaşadığım yer şehir. Yani insanların şehri, bu toplu yerleşim yerinde geçiriyorum zamanımın büyük bir bölümünü. Yaşadığım bu şehrin nüfusunu tam olarak bilmiyorum, büyük bir şehir olduğunu duymuştum. Nasıl da bu kadar insan bir arada yaşarlar, anlamıyorum. Bazen yüksek bir yere çıkıp şehri seyrediyorum. İşim olmadığında böyle yapıyorum. İnsanları, yürüyüşlerini ve yürürken ne yaptıklarını, yüzlerindeki ifadeyi gözlemliyorum. Tek tek inceleyerek bakıyorum çoğu şeye. Pek birşey anladığımı söyleyemem. Bir fare gözüyle insanları değerlendirmek belki çok komik sayılır. Hepsi de hızlı hızlı yürüyorlar, aceleyle ayak üstü konuşuyorlar. Sanki koşarak yaşıyorlar. İnsanların yaşamı da bizim fare topluluğunun yaşamını andırıyor. Sürüler halinde sağa sola gidiyorlar. Günün belli saatlerinde artıyor kalabalık. Her yer dolup taşıyor sürü sürü insanlarla. Tam bir sürü yaşamı bu. Dışarıdan bakınca hem komik, hem de acı görünüyor durumları.
Bu insanların şehrinde benim için yiyecek bulma sorunu da yok sayılır. Çünkü, bir çokları yolda giderken bir şeyler yiyerek gidiyorlar zaten. Bazıları yediği şeyin kalan kısmını öyla bir kenara fırlatıyor. Ya da ayak altına atıyor. Mümkün olduğu kadar ortalıkta insan görülmediği zaman gidip alıyorum.
Bu şehrin kanallarında kesin olmamakla birlikte üçyüzseksenikibin fare yaşıyormuş.
Yapacağım işim olmadığından orda burda, yarı aç yarı tok dolaşıyorum. Ailem yok. Aileme ne olduğunu tam bilmiyorum. Sadece kardeşlerim olduğunu hatırlıyorum. Hatta oyunlar oynadığımızı bile anımsıyorum. Kanallarda en çok da sokaklarda oynamayı severdim. Bir keresinde saklambaç oynadığımız sıra, öyle zor bir yere saklanmıştım ki, kardeşim beni bulamamıştı. Benim gittiğimi düşünerek aramayı bırakıp eve dönmüş olmalıydı. Saklandığım yerde dalıp gitmişim. Oyun oynadığımızın ve saklandığımın farkına vardığımda hemen dışarı koştum fakat kardeşim ortalıkta yoktu. Hava kararmıştı. Korkuyordum. Korkudan titriyordum. Öyle korka korka evin yolunu zor bulabilmiştim. Bütün bunları, bir rüya gibi, hayal meyal hatırlıyabiliyorum.
Çoktan beri şehirde insanların yakınında hemen ayaklarının dibinde dolaşıyorum. Onlar benim farkımda bile değiller. Otobüslere, metrolara bile girip çıkıyorum. Hatta restoran ve barlara da girebiliyorum. İnsanlar, bizim farelerin olacağını tahmin ettikleri yerlere ya tuzak kurmuşlar yada zehirli yiyecek bırakmışlar. Bu durumu hiç unutmamalıyım. En çok da restoranlarda tuzak bulunuyor.
Metroda yığın yığın insanlar devamlı bir yerden bir yere gidip geliyorlar. İçeride oturanlar ve ayakta duranlar var. Yüzlerinden anladığım kadarıyla, bir çoğunun mutlu bir hayat sürdürdükleri söylenemez. Sıkıntılı ve gergin oldukları yüzlerinden belli oluyor. Birbirleriyle göz göze gelmemek için özen gösteriyorlar. Hem bu kadar yakın ve iç içe yaşıyorlar, hem de oldukca yabancı gibiler birbirlerine. Tuhaf bir durum bu benim için.
Fare olduğumu unutarak insanlar üzerinde düşünmeye bile başlıyorum. Nerdeyse kendimi insan sanıyorum artık. Bundan pek de menmun değilim doğrusu.
Bu hikayeyi yaşlı bir fareden dinlemiştim.
Çok uzun bir zamandan beri, değişmeksizin, aynı şekilde, aynı hızlı tempoyla daha güneş doğmadan milyonlarca fare dinmeyen bir yorgunlukla, bitkin ve keyifsiz oldukları halde, ama çaresiz, karıncalar gibi üstüste, yanyana, iç içe, kanal yollarından, pis artıkların içinden yanından, çalışmak için sağa sola koşuşturmaktalar.
Bütün bunların sonucunda ise, yine de ne kendilerinin ne de çocuklarının rahat ve huzurlu, hatta tok oldukları da söylenemez.
Farecikler bir yandan ömürleri boyunca hayatta kalabilmek için didinmekle birlikte, devamlı çeşitli kaygılar içinde oldukları halde, yine de şu hayatta iyi birşeyler olacakmış gibi bir umut ve umutsuzluk arası geçiriyorlar hayatlarını. İşin bu yanı yaşadıkları acılı hayatı çekilebilir hale getiriyor belki de, illüzyon.
Bir de madalyonun öbür yüzü var.
Hiç çalışmayan ve çalışmayacak olan kediler, kendilerini herşeyin yaratıcısı gibi, herşeye hayat veren «Tanrı» gibi görüyorlar. Onlar ellerindeki gücü kullanarak, başkalarını zorla kendileri için çalıştırıyorlar. Bitmeyen eğlenceden ve birbirini düzmekten yorgun düşmüş, zayıf, şişko, göbekli, yağlı kediler.
Rahat ve geniş yataklarında, bol bol yiyecek dolu evlerinde, çıplak zevceleriyle beraber, mışıl mışıl uyumaktalar. Çünkü, onların rahat uyumamaları için bir sebep yok. Devlet ve onu yönetenler ve onların emrindeki silahlı güçler, -cardın ve köpekler gibi diğer hizmetçileri- kedilerin elde etmiş oldukları bankalarını, mülklerini, evlerini, tuvaletlerini korumaktalar ve hatta popolarının önünde beklemekteler.
Kedilerin bütün çıkarlarını korumak devletin esas görevidir. Çünkü devlet, esasen kedilerin devletidir. Kedilerin hakimiyetini, onların lüks ve çılgın yaşamlarını korumak ve sınırsız istekleri yerine getirmek için, her tür bomba ve silah kullanmak, işkence yapmak, yine devletin kutsal görevi sayılmaktadır. Bunlar, kedilerin hazırlamış olduğu «kutsal anayasada» belirtilmiştir.
Fakat, devletin ne olduğu, nasıl işlediği, devleti oluşturan organların neler olduğu, bunları kimlerin düzenlediği gibi, çok önemli olan konular, bilerek öylesine çarptırılmış ve karışık hale getirilmistir ki, fare sınıfının büyük çoğunluğu bunları anlayamaz ve anlaması da istenmemektedir. Olmayan eşitlik ve yine devletin olmayan tarafsızlığı, bin bir yalan ve iki yüzlülükle süslendirilmiştir. Bu süslenmiş renkli yalanları görebilenlerin sayısı, sanıldığından da daha az olmalı. Bunun böyle olduğu, devleti yönetenler tarafından biliniyor ve menmuniyetle karşılanıyor.
Bu ikiyüzlülüğün böyle devam etmesi için hayatın her alanına durmaksızın zehir karıştırılmaktadır. Bu zehrin dışında, onbinlerce imtiyazlı sınıflar, entellektüel, sanatçı, yazar, politikacı, bilim adamı, araştırmacı ve diğer görevlilerin, para karşılıĝı veya gönüllü çalışmaları ile acı gerçekler renklendiriliyor. Büyük bir titizlikle ve incelikle anlaşılamaz hale getiriliyor.
Eğitilmiş hizmetçiler, her isteği yerine getirebilmek için, yirmidört saat hazır beklemekteler.
Bütün farelerin ve onların yavrularının hayatı, sürekli kurban olmaya hazırlanmaktadır. Bu öyle ayarlanmıştır. Onlar ya çalışarak ölecekler, ya da kedilerin çıkarlarını başka kedilere karşı korumak için ölecekler. Bir de programın dışına çıkıp, özgürlüğü için hayatını yitiren fareler de var.
Dünyadaki diğer kıtalardan gelen sinyallerden anlaşıldığına göre, farelerin, ya da fare gibi olanların yaşamlarında önemli bir fark yokmuş. Bütün kıtalarda olup bitenler, ayrıtılarıyla olmasa da önemli sayılacak herşeyi sinyaller yoluyla iletişim sağlanmaktadır.
Avrupa kıtasındaki durum.
Milyonlarca fare, patronları şişko kediler için, gece gündüz aralıksız çalışmaktalar. Herşey kedi devletinin anayasasında ayarlanmıştır.
Fareler programlanmış hayatı ve hayatın diğer yollarını kendilerinden istenildiği gibi yapmaya mecburdurlar. Bu tehlikeli yaşamları sırasında binlercesi ölmekte ve sakat kalmakta, ya da ölümcül hastalıklara yakalanmaktalar. Patron kediler, düzenlerinin böyle devam etmesi için, sürekli böyle devam edebilmesi için, istenileni uygulayacak, az birşey de yağlı ekmek verdikleri uşak takımını çeşitli görevlere yerleştirmişlerdir.
Kedi devletine en iyi hizmeti verenler, karınları tok olup ve minnacık lüksü olan, cardın ve köpeklerdir. Onlar en iyi sistem savunucuları ve bekçilerdirler. Bu «kültürlü» uşak sınıfının ağızlarına bal bulaştığından, bal ve ballı yaşamaya alışık olduklarından, ara sıra tatlı şarabı fazla kaçırdıktan sonra, en büyük patronun kendileri olduğunu sanıp da, kedilerin devletine yalancıktan kafa tutup küfretmekteler. Bu yalancık küfürler ne kadar gerçekten uzak olsa, ve hiç bir zaman ciddi söylenmemiş ise de; bu yalancıktan küfürler, diğer aç, yarı aç ve perişan yaşayan fareler tarafından bazen gerçek sanıldığından; onlar, hayali bir umutla olmadık tehlikeli işlere girdikten sonra; bir sabah, meydanlarda silahların kendilerine yöneltilmiş olduğu halde yalnız olduklarını görmekteler. İşte o zaman geç olmakta.
Patron kedilerin hizmetindeki cardınlar ve köpekler, farelere göre daha imtiyazlı bir durumdalar. Bu imtiyazlı durumları, onların patronlara olan bağlılığı ve sürekli hizmette sadık kalmaları demek anlımına geliyor. Farelerin bütün çalışmaları ve yaşamları en küçük ayrıntısına varana kadar kontrol edilmektedir. Bu uyulması istenilen yasalara uymayanlar ise gerekli görülen cezalara çaptırılmaktalar.
Bazı işlenen suçlardan dolayı, uzun yıllar sürecek kafes cezaları verilmektedir.
Fareler yaşam koşullarının ağırlığına dayanamayıp direnmek istediklerini belli ettiklerinde ise, önce kedilerin emrinde çalışan ve imtiyazlı olan yalaka sınfın yöneticileri, görevleri icabı, ağızlara bal süren konuşmalar yapmaktalar. Buna rağmen, kesin mücade edici gibi, kararlı ve küsgün görünen fare topluluğu, aslında, küçük bir değişikliğe karşın, herşeyden vazgeçmeyi ve bayrakları yere atarak «bağışlayın bizi ne olur tanrı kediler. Bakın biz sizin için varız. Bizi yönetin, bizi düzün ama bize acıyın da» diye yalvarmaya her an için hazırdılar. Hiç bir şeyi sonuna kadar götürecek iradeleri zaten yoktur. Hatta ne istediklerini bile tam biliyor sayılmazlar çoğu zaman. Ve hatta, bazı cardın sınıfından olanların kışkırtmasına kapılarak birbirlerini yedikleri de oluyordu.
Kedilerin devleti, dıştan gelebilecek sözde olası bir tehlikeye karşı ise, farelerin genç çocuklarını asker olarak eğitmiş ve her an savaşacak şekilde hazırlamıştır onları. Onların bu yönde eğitilmeleri, beyin yıkayıcı eğiticileri tarafından yapılmaktadır. Eğitici demagoglar, farelerin o küçük yavrularına, düzeli olarak, gerçek dışı yalanları empoze etmekteler. Örneğin: «Bu vatanın, aynı zamanda farelerin de sayılacağı, bunu savunmanın, şeref ve namus olduğunu, hatta bunun, allahın katında da önemli bir yer tuttuğu» gibi, gerçek üstü yalanları, uzun süren bir beyin yıkama eğtimiyle onları inandırmaktalar. Bu yönde eğitim, bütün okullarda da temel bir esas sayılmaktadır. Bu durum öyle abartılmaktadır ki, bu yönde küçük bir eleştiri bile hoş karşılanmamakta, bu saçmalıkları eleştirme cesareti gösterenleri ise, hem «dinsiz, hem de vatan haini ahlaksız» olarak, deli ilan edilmektedirler.
Fareler sürüler halinde çalışıp yaşamaktalar.
Yaşadıkları yerler çalıştıkları yerlere yakın olmaktadır. Ve üstüste, yan yana nerdeyse içiçe yaşamaya çalışmaktalar. Çalışamaz durumda olanlar, bir de işi olmayanlar, belli bir zaman yarı aç yarı tok sürünmekteler. Gözden kaçmayan başka bir şey de, çalışacak işi olmayanlar, gruplar halinde biryerlere götürülmekteler ve ondan sonra onlar bir daha ortalıkta görülmemektedir. Söylentilere göre, kedi devleti, yaşlanarak işe yaramaz hale gelenleri ve işi olmayan fazlalığı sürekli olarak ortadan kaldırmakta, bir tür yok etmekte imiş.
Bir üst sınıf sayılan yönetici eğitici veya planlayıcı gibi kedi sınıfına hizmet eden hizmetçi sınıftan olanlar ise, biraz daha imtiyazlı olduklarından, daha iyi daha geniş yerlerde oturmaktalar. İmtiyazlı hizmetçiler cardın sınfından olmaktadır. Köpek sınıfıyla aralarında pek fark yoktur. Çoğu farelerin üst-üste iç-içe tatsız görünen yerleşim yerlerinin yakınında, küçük lüksü olan yerelerde yerleşmiş bulunmaktalar.
Bu durum, her iki tarafa da, birbirinden örnek almayı sağlamaktadır. Örneğin: cardın ve köpek sınıfına, «bakın, iyi hizmet etmezseniz, görevinizi tam yapmazsanız, işte onlar gibi yaşamayla cezalandırılırsınız» bunu bilin gibi. Ötekilere ise, «çok çalışın, çalışın ki, belki siz de böyle bir yaşam sürdürebilirsiniz“ gibi.
Hakikaten de farelerden bazıları bu durumdan etkilenerek çoktan daha çok çalışmaktalar ve kendilerine böyle bir yeri satın almaktalar. En az beş ile on fare yaşamının yetmeyeceği bir borç yükünün altına girmekteler.
Çoğu zaman, ölüm, ayrılık, kavga, hastalık gibi nedenlerden dolayı, o borç yükünü kaldıramayan fareler, ömürlerini koydukları yerlerini çabucak kaybetmekteler.
Kedilerin devleti en küçük durumu bile kanuna bağlamıştır. Kedi devletinin ya da özel kredi şirketlerinin bankasının verdiği krediyle alınmış evlere hemen el konmakta ve fareler açık kanala atılarak cezalandırılmaktalar.
Farelerin mini yavruları, büyükleri gibi, gelecekteki çalışma ve hizmet yaşam hayatına hazırlanmaları için sabahın erkeninden yollara düşmektedirler. Onlara da büyükleri gibi düşünceyi düşünmeyi, ölünceye kadar çalışıp hizmet etmelerini, gerktiğinde kedilerin düşmanlarına karşı savaşarak ölmeyi şeref saymayı bilmeleri için eğitilmektedirler. Bütün yaşamlarını yazılmış bir kader kabul etmeleri istenmekte.
Kedilerin devleti, tamamıyla yalan üzerine işliyor.
Bu yalanlar, değişik alanlarda yine değişik şekillerde yapılıyor. Örneğin: Tanrı inancını kötüye kullanarak, okul ve politik eğitimde olduğu gibi. Yalnız bununla da kalmayıp, sayısız ince ve kurnazca, hayatın nerdeyse her alanında yalanlar işleniyor. Eğlence ve kadere inanma yoluylada da yapılmaktadır. Bütün bunların etkisinin sonucu, tatlı bir kokteyl içkisi almış gibi, yarı sarhoş ediyor fareleri bu durum. Onların gençlerini ve çocuklarını çılgınca bir yok oluşa doğru itiyor. Sömürüye, aşağılanmaya ve alay edilişe ancak sürekli uyuşuk bir sersemlikle ve illüzyonla katlanılabilir.herhalde.
Yapay ve renkli atmosferde, hiç olamayacak olan, tatlımsı hayatın, olacakmış gibi, elini uzatsan dokunacak kadar yakınsın gibi, yalanların dozu arttıkça, ne istediğini bilmeyenlerden yarı sarhoş sesler yükseliyor. Yalan yalan olmaktan çıkıyor, kendinden geçiriyor birçoklarını. Ve onlar, kendi hayallerini aynada yüzünün yanında, gözünün önünde görüyor gibi kahkahayla gülüyorlar kendi kendilerine.
Kurban sınıfının gördükleri renkler içinde, duydukları melodi içinde ve bir de dudak-larına sürülen tatlı balın içinde, dozunu istendiği gibi, etkileyici ama öldürmeyen zehir olduğu bilinmiyor.
Şimdi ben yaşlı bir fareyim artık.
Çoktan beri yalnız yaşıyorum. Buna o kadar alıştım ki, bundan sonra kimseyle yaşayamam sanıyorum. Faresel yaşamın anlamı var mı yok mu bilmiyorum. Şimdi arkama dönüp bakmadan, uzak yerlere başka hayatlara doğru yola düşmek istiyorum. Herşeye rağmen, güzel şeylerin var olduĝuna inanıyorum.
Aradıĝım şeyin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama, o bilmediğim şeyi bulmaktan çok, onu bulmayı istiyor olmam, içimdeki hayatın var olduĝunun işareti diye düşünüyorum...