- 879 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Hep Kış Olacaktı
Şefkat yok olmuştu ilkin. Evet, O yokken olmayan en baş duygu kesinlikle buydu. Bir üşüme gelmişti içine sanki. Isıtmak için sesini, yanındakilere bağırıp duruyordu.
Sustukça daha çok üşüyor, üşüdükçe daha kayboluyordu o şefkatsizliğin içinde. Bol bol konuşuyordu bu yüzden, sesine tanıdık bir tını katmak için anlamlarına bakmadan bir sürü kelimeyi boca ediyordu çevresindekilere. Saçmalıyorsun diyen bakışlara zerre aldırmadan sesini aramaya devam ediyordu yılmadan. ‘O’ varkenki gibi dolu dolu çınlasın istiyordu sesi… Çaresizliğini ele vermesin.
"Engin Abi bir yere mi gitti?" dedi kız kardeşi, az önce yediği azarın etkisiyle yanakları pembe pembe. Ani bir sezgiyle söylemişti bunu. Ablasının bu azarlamalarıyla söz konusu kişinin ortadan kaybolmasının aynı döneme rast geldiğini fark etmişti apansız… Ablasına öyle öfkeliydi ki eğer bu rastlantı aklına gelmeseydi epey bir gürültü kopacaktı evde. Ama neyse ki bir şey uzanmıştı birden boşluğun içinden, “tutunabilirsin bana” der gibi: “Ablan nişanlısıyla görüşmeyeli nerdeyse bir haftayı geçti” diyen bir fısıltı...
Aylin kardeşinin sorusundan önce sesindeki acımayı duydu. Çıplak kalmış gibi hissetti kendini, hemen koltuktan kalkıp pencereye yöneldi. Yüzünü saklamalı, O’nsuzluğun açtığı gediği kardeşine göstermemeliydi. Yoksa bağırıp duramaz, içindeki üşümeyi gideremezdi sesiyle. Bağırmadan, normal bir perdeden konuşmak zorunda kalacak olursa; öfkeyle perdeleyemeyecek olursa O’nsuzluğu sesinde, ne anlamı kalırdı ki konuşmasının?
“Keşke Pazar olmasaydı bugün” diye geçirdi içinden. Pazar günleri O’nun gülümsemesiyle ısınmaya öyle alışmıştı ki! O gülünce mevsim ayrımı falan kalmaz, kış bahara dönerdi bir anda. Şimdiyse güneşin insafına kalmıştı. Hoş, sonbaharda değil de yaz ortasında da olsa üşümeye devam edecekti yine de o. Yine tek bir mevsim hüküm sürecekti… ama bu kez ters yönde: Hep kış olacaktı yıl boyunca… Başkaları baharı yaşarken o tir tir titreyecekti.
Telefonunu almak üzere sehpaya yönelmişti ki bir çift çimen yeşili göz belirdi zihninde. Engin’in bakışları vardı içlerinde, varlığından yansıyan o geniş tebessüm… Onu durduran da gözlerden çok onlar olmuştu zaten: Sevdiği erkeğin başka bir kadında bıraktığı bu izler… O kıza nasıl baktığını görmüştü O’nun. Kafenin bahçesinde sohbet ederlerken karşılarına çıkmıştı birden. Daha o an anlamıştı: Bu kız sadece bir arkadaş değil…
“İş arkadaşım” diye tanıtmıştı Engin onu, dediklerini yalanlayan güçlü bir ışıltıyla gözlerinde. Aynı iş yerinde çalışıyor olmayı çok aşan fazladan bir şeyler vardı aralarında sanki. Bu fazlalıklar öyle belirgindi ki ister istemez kendilerini belli ediyor, bir yerlerden taşıp duruyorlardı. Öylesine bir gülüş oluyorlardı mesela. Birbirini çok iyi tanıyanlara mahsus o gizemli gülüşlerden… Ya da çok sıradan görünen bir soru: “Ne yaptın o işi? Oraya gitmeye karar verdin mi?” gibi… Öyle bir soru ki; az önceye kadar sokaktan geçen yabancı bir kız olmaktan öte bir anlam taşımayan birini sevdiğin erkeğin kalbinde senle başa baş yarışacak kadar aşina bir yere koyan birden: Merkezde hangimiz varız diye sorgulatacak kadar kuşkulara salan içini… Ve hepsinden de acıtıcısı: O bakışlar… O kadar tanıdıklardı ki! Ve bir o kadar da özlediği… Sevdiği erkeğin göz bebekleri bu kıza bakarken olduğu gibi böyle büyümüyorlardı artık, kendisine bakarken. O an’a dek üzerinde durmamaya çalışsa da birden böyle şamar gibi çarpınca yüzüne o eksiklik, üstelik gözünün önünde bir başkasında tamama erince daha fazla orada kalmaya dayanamamış, eften püften bir bahaneyle arkasına bile bakmadan çekip gitmişti.
“Bir yerlere gidelim mi?” dedi kardeşi, daha birkaç dakika önce aralarında o sürtüşme hiç geçmemişçesine güneşli bir sesle. Demek ki yanılmamıştı: O’nsuzluk saklayamayacağı kadar yüzeyde bir yerlerde geziniyordu artık. Ne kadar bağırıp çağırsa ya da saçma sapan sözler etse de eninde sonunda hepsi aynı kapıya çıkacak, acıma dolu bir ses ya da bakışta tuzla buz olacaktı “O’nsuz da yapabilirim” diyen o güçlü kadın maskesi…
“Hani birkaç ay önce annem, sen, ben alışverişe çıkmıştık.” dedi kardeşi, sorusunun cevapsız kalmasına aldırmadığını gösteren cıvıl cıvıl bir sesle. “Elimizde poşetler, yolumuzun üzerindeki bir parkta mola vermiştik. Ağaçların arasında küçük bir şelale vardı. Onun tatlı şırıltıları eşliğinde ayaklarımızı dinlendirirken, ‘burayı nasıl daha önce fark etmedim’ demiştin. Yakınlardaki büfeden aldığımız şeyleri atıştırırken, evde onca saat bir aradayken yapamadığımız bir şey yapmış, ne zamandır ilk kez gerçekten konuşabilmiştik.”
“Fazla yakınlık insanları konuşamaz hale mi getiriyor diyorsun yani?” dedi Aylin. Günlerdir ilk kez Engin’i düşünmeden, gerçekten merak ederek bir soru sormuştu. Çünkü kardeşi muhtemelen doğru bir şey söylemişti. En azından şu son bir haftadır yaşadıkları onun dediklerini doğrulayan şeylerdi: Bir türlü konuşamıyordu onlarla. Oysa şu sıralar buna o kadar çok ihtiyacı vardı ki!
O şelaleli parkta sohbet ederlerken var olan şey; annesini ve kardeşini kendisinden bir parça da olsa uzaklaştıran o mesafe, o yabancılık hali tuhaf bir şekilde bir yandan da daha bir yakınlaştırmıştı onları. Sanki o uzaklıktan bakınca evdeki gibi birbirlerinin uzantısı olmaktan çıkmış; bağımsız, kendine has özellikleri olan bambaşka insanlara dönüşmüşlerdi. Bu yeni durum nefes alacak bir alan açmıştı onlara… Boğulma kaygısı kalmayıp nefes alabilmek sıradan bir şey haline gelince; kaçma isteği yerini konuşma isteğine bırakmış, birbirleriyle laf yarışına girişmişlerdi. Nelerden bahsetmiyorlardı ki!.. Anneleri en çok ikisinin çocukluğuyla ilgili şeyler anlatıyordu nedense. Sanki bu parkta onların en özlediği parçalarını keşfetmişti. Bu ağaçlar, şelalenin iç yıkayan şırıltıları kızlarının yüzünden yansırken; onları da kendilerine benzetip en saf kalmış yanlarını ortaya çıkarmalarından daha doğal ne olabilirdi ki?! O’ndaysa bu yansıma, içindeki daha genç yaşlardaki annenin ortaya çıkması şeklinde tezahür etmişti. Tıpkı ikisi çocukkenki anneleri gibi bakıyordu onlara.
Sanki en azından bir on yıl geriye gitmişlerdi… Aylin 12, Şeniz’se 10 yaşlarında… Sınırlar şimdiki gibi belirsiz değil… Anne ve çocuk olmak, iki ayrı ülkeye girmek gibi: Anne “yapma” der; çocuk da yapar ya da yapmaz. Ama her iki halde de bilir çocuk: Söz konusu şey yapılmaması gereken bir şey… Yani görünür olsa da olmasa da içten içe büyük bir saygı var. İşte bu, fikirlerin sorgulanamayacak kadar haklı bulunarak peşinen kabul edilmesi hali, çocukları küçük yaşlarda olan anneleri yetişkin çocukları olanlardan ayıran belki de en baş şeydi. En başta büyük bir özgüven veriyordu anneye. Yetişkin anneleri gibi anneliğin sınırlarını yeniden tanımlaması gerekmiyordu mesela. Daha dünkü çocuk, koca bir adam ya da kadın görünümünde karşısına geçip de çocuk muamelesi yapmıyordu ona. Çocukları gerçekten çocuk denecek yaşta, ondan kendilerine hayatı anlatmasını beklerlerken dişlerini sıkması gerekmiyordu onun, bir yetişkinin annesi gibi. Çünkü biliyordu ki karşısındaki çocuk için o hâlâ sadece bir anne; anne olmanın yanında, fikirleri sorgulanabilecek kadar içinde yanlış olma ihtimalini de barındıran herhangi bir insan değil…
Betül Hanım yıllardır özlemini çektiği yerine kavuşmuştu o parkta: Gerçek bir anne olmuştu; ikisiyse onun küçük, yaramaz kızları… Aylin de kardeşi de çocuk olmayı; fikirlerini sorgusuz sualsiz kabullenebilecekleri, onlar adına düşünebilecek, kararlar verebilecek bir anneyi dinlemeyi öyle özlemişlerdi ki!
“Yine gidelim mi oraya?” diye sordu utangaç bir ifadeyle… Az önce kardeşini azarlaması gelmişti aklına ama ne kadar utansa da yine de sormadan edememişti işte! Çocuk olmaya öyle ihtiyacı vardı ki!.. Ve daha da önemlisi, bir anneye… İlle de gerçek bir anne olması gerekmiyordu yanındaki insanın. Biraz anne gibi davransın, üşüyen yanlarını şefkatiyle sarıp sarmalasın, yeterdi: Tıpkı az önce kardeşinin yaptığı gibi…
“Lafı ağzımdan aldın.” dedi kardeşi, ‘nöbetçi annelik’ vazifesine çoktan hazır olduğunu gösteren içten bir coşkuyla. “Ben de sana bunu teklif edecektim zaten.”