- 753 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Bu Kayıp Bilincimin Ayıbı
Soğuk bir Perşembe odasıydı, yaz sıcağına ait her şey vardı odada, bir biz sıcak değildik, perişandık tüm Perşembe’ler kadar. Bir daha öyle perişan olamayacağım son Perşembe’ydi o belki de son aldanışım, son inanışım ve son pişmanlığım. Üzerime ait her şey bana ait değildi, kendime bile ait değil gibiydim, hepsi o odada kalacak gibiydi, sıkıntılıydı, ağlamaklı biraz da giysiler, yağmur yağsa benden çok ağlayamazdı. Sana ait her şeyi orada bıraktığım içindi bu keder, haklıydım, kendime ait kısmını çok güzel üzülmüştüm, senden sorumsuzdum. Sorumlu olmak, bu üzüntüye ortak olmak umurunda değildi, sevinçlerimiz iki kişilik, üzüntülerimiz tek kişilikti, belki de en başından sessizce kabullenmiştim bunu ama bu bitişi değil, bunu istememiştim. Izdırabım tüm ömrümü yedi o gece, yaşanacak hiçbir şey kalmadı geriye, yaşayacağım günler çoğalıyor gibi ama nasıl sevimsiz, yaşayacağım bir şey kalmadı gibi berbat.
Gelişigüzel susulmaz ama gelişigüzel kavga edilir, orantısız kırılır bir şeyler, ölüme odaklı hızımla geri sayıma başlamıştım, bu şehrin nüfuslarında yoktum, salonda incinmiş bir mont, kapının hemen önünde gitmeye hazır kırgın valiz, eşyalar gözlerinden daha anlamlı, koltuğun kenarında ağlamaya hazır terlikler, boynumda varlığını unutup, kendinden geçmiş kolye, yanağımda kırık bir öpücük vardı, tüm bunlar anlamlıydı, masalın ortasından fırlayan ormandaki cadı gibi belirgin ve korkunç, masalımın içi dağılmıştı o gece, acımasızca, hunharca katledilmişti biz olduğuna inandığımız her şey, cümlenin sonuna hangi işareti koysam imlâ hatası süsü veriyordu…
Gitmeye kıyamıyordum, kalamıyordum da, sen içimden sinsice çekiliyordun, daha ne kadar uzağa gidebilirdin ki, ardına bakmadan?
Gökyüzüne yakın yerlerde fazla durunca, aşağıya bakma korkusu düştü içime, düşecek korkusu değildi bu, yere inme korkusuydu. Yorgundum, düşmekten başka çarem yoktu, kanatlarım testereyle kesilmişti, izleri duruyordu, insanın saçı kesilince yeniden uzuyordu ya da tırnakları, istemediği kadar hem de. Ama kanatlar bir kere kırılırsa bir daha çıkmıyordu, şimdi gökyüzünden kanatsız nasıl inecektim ben yere, düşmeden? Düş olup gitmekti tek çarem, öyle yaptım, yalan değil ama yalana yakın bir şey oldum, yaşanmışlığım bile yok gibiydi, rüyaydı, masaldı.
***
Bu kayıp bilincimin ayıbı
Hiçbir zaman kısa ve öz anlatmayı başaramadım, hep uzun cümleler geçti aklımdan, bu uzun cümlelerimde; kırıklarımın içinde, kızgınlarımın yanında, kırmamak için kullanılmış zaruri kelimelerim vardı, keder ve hüzünden çok başkalarını kırmamak önemliydi. Gecenin yarısına doğru bozulan rujum, çıplak kalan dudaklarım değil, nereye bulaştığıydı önem kazanan, bunu benden başka kimse bilmiyordu, bir de dudaklarım, saat ne kadar ilerlerse ilerlesin, söyleyemediklerimle doluydu, uzun uzun susuyordum, masayla mesafeli bir şekilde… Kırmamak için kalemimi dokundurmadım, dokunsam taşıdığı ağır yükten kırılacaktı kalemim, kırmak istemedim. Aklımda uzun cümleler, kırgınlıklarımı kısalttım, tırnaklarımı kısaltır gibi, törpüledim, bunlar göze hoş gelse de yüreğime hoş gelen şeyler değildi, başkalarının sevinçleri değil de, acıları mühim oldu, kendi acılarıma sızlanırken, kendi mutluluğumdan bile önemli oldu.
Eşekten düşmüş karpuza benzetiyorlar beni, öyle dağılmışım, oysa ben dağılmadım, dağıttım, her akşam kendi ölümüme ağlıyorum, kendimi defnediyorum her gün, defneyapraklarını anıyorum, insan içine çokça çıksam da içime kalamayınca küflü bir portakal gibi bozuluyor içim. Uykusu kaçmış zamanlarım, sabaha dek sürüyor. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıyorum yatağımdan, yeni uyanmışım gibi, tüm gün sıkılacağımı bildiğim için geceden başlıyorum sıkılmaya, yormuyorum sıkıntıları, olabildiğince düzenli sıkılıyorum…
Yağmurun ansızın bastırması, benim sana bir tek sana dair saçmalamalarım, evimin saçaklarından damlıyor. Öyle uzun ve sürekli, kaç şehir mesafesinden sesleniyorum sana, tek iletişim aracım yağmur, kokulu, balık kokulu.
Bazen sakinliğime şaşırıyorum, öyle sakinim ki, şehirler taşınıyor içimden, sokaklardan geçiyorum. Telaşlı insanların kıpırtılarından yoruluyorum, yüreğim rahatsız, sınırsız kahkahalar besliyorum, hüzün bulutlarının hemen yanında, yanlışlıkla bir milim fazla sevindim diyelim, ağlamaya başlar bulutlarım. Normal insan olmaya çalışıyorum, şu çoğunluğun olduğu, fazladan uzayan, gereksiz sohbetlere katılıyorum arkadaşlarımla, nasıl yalnız olduğumu zaman yüzüme vuruyor, harcayacak kadar fakir, yalnızca yazabilecek kadar zenginim. Uykusuzum, sabaha kadar yağmur sesiyle dertleştim o daha çok düzenli aralıklarla eternite vurmakla meşguldü.
Uykusuzluklarımın yeri değişti, yeterdi bu kadar nedensizlik. Seni hep aynı yaşında hatırlayacağım; ne bahtsızlık, hep aynı tek yönden bakacağım sana; ne bağlılık, bir daha göremeyeceğimi biliyorum; ne büyük sevimsizlik. Gözümde yaş olurken, hiç yaşlanmayacaksın. Yaşanmadan biten zamanlar biriktiriyorum ömrümde, bir işime aramıyor, tedavülden kalkmış büyük paralar gibi kayıplarım. Dökülen sarı yapraklar gibi dökülüyorum sahil kıyılarında, elimde kalan yaşayamadıklarımın telâfisi olamayacak biliyorum çünkü bu ayrılık uygunsuz yerinden kaynadı.
Seni tanıdığım o geceyi unutmak için o kadar uğraştım ki; o birkaç saati silmek için, hayatımdan neleri sildim, sildiklerim sadece boşluk yaratıyor ve bu hızla büyüyor, büyüyen tek şey yalnızlığım, yine de senli zamanlarım çokmuş gibi, nasıl da kaplıyor tüm ömrümü... İnsanın bazı şeyleri çöpe atabilmesi elinde olmalıydı, en azından bu tür çöpler için. Dilime batıyordu sözcükler, unutmaya çalıştıkça daha fazla hatırlamaktan kalbime düşman olmuştum. Korku filmlerinden korkuyordum, beynimi başka şeylerle meşgul etme çabası, nasıl da bilinmezin kucağına sürüklüyordu. Ama aynı hızla sanki yeni bir hayatmış gibi alıştırıyordum kendimi, yeni hayat yoktu, çünkü yaşayamıyordum. Yaşadığıma inanmıyor, yaşıyormuş gibi yapıyordum, bu biraz da ölüme hazırlamaktı kendimi. Aynı yere batması dikenlerin, aynı çiçekleri sevmekten vazgeçirmiyor bizi. Seni severken kanıyordum, bu kayboluşa kendimi avutamıyordum. Sürekli aşağılardaydı başım, gökyüzünden utanıyordum böyle mutsuz olduğum için. Biliyorum, çünkü insan yalnız mutluyken gökyüzüne bakmayı hak edebilir, ben hak etmiyordum. Daha fazla yaşamak daha fazla inanmak anlamına gelmiyordu, kanacak yerim kalmamıştı ama durmadan kanıyordum. Hayalimdeki kuşlar uçamıyor, ben yardım ediyorum kanatlarına, belki de edemiyorum bilmiyorum. Gidebilsem uçardım, uçabilsem kalmazdım burada. Ama kalıyorum, kuş olmadığım için, gidemediğim için, lanet acıyı yaşamak için, sevmek için, unutmamak için.
İçimdeki aşk intiharı kabullendi, ipte sallanan aşkın ayaklarını tuttum, ölü bilekleri düştü ellerime, kafesteki kuşun son kanat çırpınışı gibiydi benim sende olan yerim, ölmüştüm, bir hatırada bile yer yoktu bana. Kırıntı bile değildim, oysa o kadar kırmanın hatırına, hatıran olabilirdim. Taşların da kalbi var, niye atlıyorlar kayalıkların üzerinden? Herkes mutsuzluktan bu kadar konuşurken, deli olup mutlu olasım geliyor. Birisi olmadan diğeri olmuyor, ölmeden yaşayamıyorum.
Yokluğuna alışabiliyorken
Nasıl da özleyebiliyor insan?!
Unutmak yalnızca yüreğimin zaman kazanması
Bu kayıp bilincimin ayıbı…
Bir Kasım İki Bin On Dört 11 50
Nevin Akbulut
YORUMLAR
Ölmeden yaşanmıyor...
Yokluğuna alışıyorken nasıl olurda özler insan?
Unutmak yalnızca yüreğimin zaman kazanması..
Ne kadar isabetli cümleler ve ölmüşlüğün kan kaybından sızan
unutulan ve yine hatırlanan ölememişlik..
Çok beğendim..
Tebrikler.
Sevgi ve selamlar.
sean tarafından 11/1/2014 5:24:14 PM zamanında düzenlenmiştir.