- 692 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Cinnet (Zor Yıllar'dan)
Sarı bir güz günü…
Güneş, batı ufkundaki mor kayalıklı çıplak dağların az üstünde, eski yağ kandillerinin donuk alevi gibi kızarıyordu. Top kara bulutların arkasında yarım yamalak kızarak ve aralarından sızıp ışıktan çizgiler bırakarak biraz sonra kavuşamadan kaybolup gidecek gibiydi, gündüzünü arkada bırakarak. Öyle bir akşamüstüydü. Yeryüzü soluk, gökyüzü soluk, her yer, her şey soluk ve suskun. Tabiat ananın yüreği yalancı baharda hüzün şarkıları söylüyor gibiydi bu suskunluğun içinde…
Tek tük keleş ağaçların, dalları dikenli taşlı ahlatların, çukur boylarına öbeklenmiş güvemliklerin, yemişenlerin, yaban güllerinin, mor, mavi, gri yosunlu kayalıklar aralarında semirmiş karaçalıların, yine dikenli bodur ağaçların üslerine kadar çıkıp sarılmış, sarkarak sallanan böğürtlen kümelerinin koyuluğunu kaybedip soluklaşmış gölgeleri ta ötelere, Baba Tepe’nin güney yamaçlara kadar uzamışlardı.
Soluk bir akşamüstü…
İnceden poyraz esiyordu henüz insanı üşütmeyen. Taşlı, çakıllı, verimsiz toprakları yalarken, kuruyup sararmış, uçları püskülleşmiş, incecik, uzun ama çelimsiz bedenli otları bir o yana, bir bu yana savurup sallıyordu. Buğdayı, çavdarı, yulafı biçilip hasat edilmiş kıraç tarlalar çırılçıplaktılar. Çıplak tarla aralarından, karaçalılıklardan, kayalı tepelerden, böğürtlenli çukurlardan inip çıkarak, kıvrılıp bükülerek giden araba yollarından ara sıra ince bir toz kalkıyor, toz bulutçukları bir süre az yükseklerde uçuşuyor, sonra çöküp bodur çalılara sıvaşıp kalıyordu kuru is gibi. Her yer sarı ve sessizdi. Bu ölüm sessizliğine benzer sessizlik, insan fıtratına nefes aldırmaz bir sıkıntı, dayanılmaz bir hüzün katıyordu.
Hani kış biter de yaz burnunu gösterir ya, işte o zaman ilkbahardır. Artık güneş ısıtıyordur. Otlar yeşerip boy atar, cümle ağaçlar yapraklanıp çiçeklenirler. Erikler, bademler, ayvalar, elmalar, kızılcıklar… Çiçeklerden çiğdem, menekşe, zambak, erguvan gibi bin bir türlüsü ve renklisi güneşi görüp ısınınca coşkuyla gülüşürler.
Istranca ormanlarında ilk önce ballıcalar yeşillenir. Ballıca meşesinin taze yaprakları yumuşacık, pamuk gibi, çok açık yeşil, sütlü gibidir. Koparıp avucunda sıkarsan ölüp gider, öyle narin. Dişbudak ağaçlarının çiçekleri kartopları gibidir. Kar beyazı çiçekler, baharın sıcaklığında kokularını dört bir yana yayarken; akasya ve ıhlamurların, yeşil otların, kır çiçeklerinin kokusu, ormanın yeşil tütüşü, kuşların ötüşü Babatepe’den sivri kaya yanlarına, sivri kayadan mandalı dere içlerine, ötelerde Klisebayır köyüne, Düzorman’a, Meşeköy ve daha da ötelerde, dağların yamaçlarına, doruklarına, çukuruna, düzüne yayılır. Buralar cennetten bir yerdir. Her nefes alış verişinde demirci körüğü gibi solurken için açılır. Havanın temizliğiyle, dağların yeşilliğiyle doğanın soluk alış verişi bir başkadır. Bahar geldiğinde bütün dağlar yeşillerini giyinip bin türlü çiçekle de süslendiği zaman, yeni gelin gibi, sarı, siyah, kumral saçlı, zülüfleri alnına düşen, al yanaklı, bal dudaklı kızlar gibidir. İnsan, bu güzelliği seyretmeye, havasını çekmeye doyamaz. Elini uzatıp dokunmak ister. Okşamak, sevmek ister. Bu güzelliği ruhunda, serinliğini ciğerlerinin derinliğinde hissetmek; koşmak, oynamak, avaz avaz bağırmak, türkü söylemek yetmez; kuş gibi uçmak ister. Yüksek kayaların tepesinden aşağılara atlayarak, atlayıp kanat takarak, ormanın, dağın, yaylanın üstünden geçip yükseklerden yeryüzünü seyrederek, ta aşağılara, kısık gölün deresine, ötelere, Klisebayır köyünün berisine kadar uçmak ister, doya doya. O zaman tül kanatlı kelebekler de uçuşurlar ürkek. Bal arıları, bal yapmayan sarıca arılar, kaç renkli eşek arıları, uçan kara mandalar, sinekler, böcekler, çekirgeler, uçan, kaçan, toprak altında saklanan, suda yaşayan, bağıran, çığıran, uluyan, ıslık çalan, çılgın bir devinimde oradan binlerce ses, vızıltı birbirine karışarak…
Bağlık kayalıklarının tepelerinde kınalı keklikler vardır. Başlarını kaldırıp ağızlarını açarak; “guvak kaka guvak kaka” deyip bağırarak sarı tilkinin ürkütüp kaçırdığı yavrularını çağırırlar. Minik yavrular korkup ürkünce kaçıp gitmişlerdir ama arsız tilki kayanın etrafında dört dönerek kekliği bekler, hem de ağzı sulanarak. Gerçek hayat masal olsa, sarı tilki de masaldaki tilki olsa, keklik karakarga olsa da onu peynirle kandırsa; “bir türkü söyle de dinleyelim, hele sesin güzel mi?” diyerek. Kartallar vardır; koca kanatlı, kanca gagalı, akbaşlı; mavi göklerde süzülürler, ipi bir çocuğun elindeki uçurtma gibi. Güzel sesli bülbüller, sakalar, yaygaracı serçeler, sarıasma, avlu biti, alakarga, sığırcık, yağmurcuk, tarla kuşu, çoban aldatan; daha bir sürü, bin türlü yabanıl kuş durmaksızın uçuşarak, ötüşerek, renk ve ses cümbüşünde, güneşin sıcağında, doğanın saflığında ve özgür dünyasında korkusuzca yaşarlar. İnsan, bunların seyrine doyamaz. Bu güzelliklere doyum olmaz. Ama ilkbahar çabuk biter. Bahar bitip yaz geldiğinde ve güneş tepeye dikilip sarı sıcağını yeryüzüne gönderdiğinde; kıraç topraklı Istranca yamaçları cayır cayır yanmaya başlayınca, hele yağmurlar da el ayak çekince buralardan, cılız bedenli otlar çarçabuk kuruyup kavruluverirler, sonbaharı beklemeden. Sonra güz geliverir çok acelesi varmış gibi. İşte o zaman her yer, her şey kurumuştur. Saman sarısı bir dünyadır Istranca yamaçları. Güneş de usul usul uzaklaşır buralardan. Turnalar, kazlar, kırlangıçlar, toylar gibi. Göçen kuşlar gibi iyiden gitmemiştir ama artık uzak güney diplerinden doğuyor, uzak güney gitlerinden batıyordur. Yaz günlerinde ayaklarının dibinde dolaşan gölgen bile artık senden uzaklaşmıştır. Upuzun. Başın uzun, saçların uzun ve dağınık, burnun uzun ve biçimsiz, kolların yerlere kadar, bacakların upuzundur gövdenin iki misli, üç misli gibi. Sonbahar olunca, gölgeler bile böyle palyaçolar gibi biçimsiz ve çirkindir. Gölgeler bile sevimsizleşmiştir ki, bu durum insanı sıkar, daraltır. Sonbahar hüzün yüklüdür. Yer, gök, her yer hüzündür sebebini bilemediğin biçimde. Bu hüzün niyedir? Sıkıntı, vesvese, karamsarlık, bu can sıkıcı hal niyedir; bilemezsin. Ama vardır, yaşanıyordur ve bundan kaçılmaz. Bunu yaşarsın çok sevdiğin biri ölmüş de onun hüznüymüş gibi. Ya da gurbetteymiş gibi kimsiz, kimsesiz, tek başına. Bir özlem vardır içinde. Yüreğinde dayanılmaz bir hasret taşıyorsundur kara sevdalıymışsın gibi. Özlenen kim, hasreti çekilen, kavuşulamayan kim bilinmez. Sebepsiz bir sıkıntı dört yanını sarmıştır ki bu seni yakıp kavurur. Sonbaharın hüznü böyledir, koca bir ömrün sonuymuş gibi. Umarsız bir sessizlikle yorulmuşluğun, tükenmişliğin, yaşama sevincinin yok oluşu ruhunu kuşattığında her yer, her şey hep sarı. Sarı güneş, sarı sabah, sarı geceler ve sarı hüzünlerde solup canlılığını kaybetmiş yapraklar… Kopup düşmekten korkan sarı yapraklar titreşmektedir dallarında.
Bazı canlıların ömrü ne de kısa! Sadece bir bahar… Ne kötü! Galiba sonbahar gelip güz olduğunda insanı hüzne boğan şey buydu. Hani insan sebepsiz hüzünlere gömülür ya, onlar içinde boğulmamak, aklını oynatmamak, bir başkasına kötülük yapmamak için uğraşır durur ya, bunun sebebi galiba budur. Doğuyorsun, büyüyorsun, yaşlanıyorsun ve ölüyorsun. Bütün canlılar gibi. O zaman ne farkın var? İnsan olsan, ot olsan, yılan olsan, tilki olsan ne? Suda yüzen balıktan, gökte uçan kuştan, ya da başka bir şeyden ne farkın var? Sonunda öldükten sonra! Doğmak, yaşamak ve ölmek… Hepsi bu! Bu mu? İnsanın başka canlılardan ne farkı mı var? Aklı, onu kullanması, insan olmanın ayrıcalığı… Bu da yoksa? Hayvandan, ottan, farksız... Yaşam koca bir aldatmaca. Hâlbuki bugün var, yarın yoksun. Kim baki? Dünya baki mi? Madem yaşamın başı ve sonu var; dünyanın da bir başı, bir sonu yok mu? Bir gün kendi etrafında dönmez olduğunda dört mevsim iki olunca ve altı ay gece, altı ay da gündüz dönencesinde insanlığın hali ne olacak? Gündüzlerin sıcağında yanıp kavrulmadan, gecelerin soğuklarında donmadan nasıl yaşayacak? Başka da bir dünya var mıdır bilinmez. Bu dünya yalandır ama doğanlar bu şartlarda yaşayacaktır. Varsa, bir tas ayrana bir dilim ekmek doğrayıp karnını doyuracaktır. Salam olmasa, sosis olmasa olmaz mı? Dünya yalan. Çünkü onun da sonu var ve bir gün o da ölecek. İnsan ölümlüdür. Ölmeyen ne? Onu bilmek, bulmak lazım… Ona ulaşmak lazım… Sevgidir bu. Onunla tanışmak lazım… Ölümsüz olan budur. Yaşadığın sürece insan olabilmişsen, onun erdemine varabilmiş, yalan da olsa bu dünyanın otunu, ağacını, hayvanını, insanını sevebilmişsen. Yalandan, dolandan, haramdan kaçınıp dalını, yaprağını, otunu, toprağını, huyunu, suyunu, böceğini, kuşunu, kurdunu üzmemişsen sen gitsen de kalıcı olan budur. Sel gidince kum kalır, sen gidince bu kalır; ölümsüz olan budur…
Sonbaharlar hüzünlüdür, giden yazdan ötürü…
Uzaktan bir yel geldi, Baba Tepe garbinden. Sarı, kırmızı, boz kül gibi tozları da beraberinde getirip yorgun, terli yüzüne bulayarak, yapış yapış kirli saçlarını karıştırıp allak bullak yaparak Şeytan dereye doğru uçuşup gitti. Bilmiyordu burada ne işi var, ne arıyor? Demirci Halim Köyü yokuşunda, yorgun, bitkin, eğri büğrü tozlu yolda yürüyerek nereden geliyor, nereye gidiyordu? Daha dün, İstanbul’da kendi evindeki yatağında yatarken… Bilmiyordu. Kendi köyünün tozlu bir yolunda, yamaç patikasında, çıplak anızında olsa da beni buralara çekip getiren çocukluğumun hatıralarıdır dese! Burası Meşe Köyün on kilometre berisinde ve Demirci Halim Köyünün kuzey batısında bir yer. Neden gelmiş, neden bu hüzün tüten yerde ise…
Çok insanlar vardı. Allı, yeşilli, renk renk giysileriyle tozlu yollara düşmüşler; üçlü, beşli, on beşli, kimi az, kimi kalabalık gruplar halinde Baba Tepeden ta aşağılara, Şeytan Dereye kadar, birbirlerinden kopuk, yorgun ve ayaklarını tozlarda sürüyerek, kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar; bir umutsuzluk içinde bitmiş, tükenmiş gibi kaplumbağa hızıyla yürüyorlardı. Konuşmadan, başları eğik, bakışları yerde… Kimdi bunlar? Bilmiyordu. Ama bilebiliyordu ki, böyle yürümeye devam ederlerse ilk önce Meşe Köye gideceklerdi. Gideceklerdi gitmesine de burada ne işleri vardı? Nereye gitmişler, nereden geliyorlar? Neden gitmişler, neden dönüyorlar? Demirci Halim yokuşunun bu tozlu ve kıvrımlı yolunda perişan halde, yıkıla, döküle yürüyerek…
Canı sıkıldı aniden. Ne olduysa aniden oldu. Hep böyle oluyordu zaten. Beklemedik bir anda ve aniden. Birdenbire sıkılıyor, daralıyor, nefes almakta zorlanıp boğulacakmış gibi oluyordu. Bunun bir sebebi olmalıydı ama ne? İçindeki sıkıntının sebebini de bilmiyordu. Ne? Var olması gereken ama olmayan, eksik olan bir şey! Ama ne? Hani, evden çıkar bir yere gidersin. Gidersin gitmesine de bir unutmuşluk duygusu içindesin. Bir şey unuttum ama ne? Nedir, nedir diye düşünür durursun. Hafızanı zorlarsın. Zorlarsın, zorlanırsın da bir türlü unuttuğun o şey nedir bilemez, bulamazsın. Aklına kapı gelir. Acaba kilitledik mi? Musluklar gelir. Acaba kapadık mı? Suları kesikti. Ya, evden çıkarken açık kalmışsa da sular gelince bütün ev göle, sele dönmüşse? Kapılar… Elektrikler de kesik miydi acaba? Bütün lambalar açık kalmışsa da siz yokken hep yanarlarsa da dünya kadar para yazarsa! Ocağı söndürdük mü? Ya söndürmediysek! Bizden sonra yangın çıktıysa! Şunu aldık mı, bunu aldık mı, camları kapadık mı? Ya, hırsız girerse! Bilezikleri sakladığın yerden aldın mı Gökçe? Eyvah Beyti! Ben… Ben… Dur dönelim. Ben şeyi unuttum galiba. Şeyi… Pek emin değilim ama… Aceleyle unuttum galiba. Ah bu çocuklar, ah bu çocuklar! İnsanda akıl bırakmıyorlar ki!
Beyti Bey, birden hatırladı. “Çocuklar, çocuklar!” dedi. Çocuklar yoktu. Unuttuğu kapı, pencere, musluk değil; çocuklar. Eksik olan onlar. Olacak şey değil! Nasıl olur? Kaç saattir, kaç gündür yürüyorlar belli değil; hiç konuşmadan, dönüp arkalarına bakmadan. Çocuklar niye yok, nerede kaldılar, ne oldular diye düşünmeden. Yüreği korkunç bir endişeyle küt küt atmaya başlamıştı. İçi içini yiyordu. İşte, çocuklar kaybolup gitmişler! Bu ne aymazlıktır! Ne aldırmazlık, ne ihmalkârlıktır! Nasıl olur? Bırak sen çocukları, gerilerde bir yerlerde, unut, sonra yürü git, nereye gidiyorsan düşünmeden; olacak iş değil! Çocuklar yok ya canından bir parça kopmuş gibiydi. Zınk diye durdu. Arkasına döndü. Terlemişti. Güz yelinin savurup getirdiği tozlardan yapış yapış olmuş alnını silerken, ter kaçmış gözleri de biber gibi yanarken, eli, ayağı tutmuyor, bütün gücü de tükenmişken titreyerek; “Gökçee?” diye seslendi karısına.
Ah Gökçe!
Ne güzel bir kadındı hala. Yirmi yıl, otuz yıl öncesi gibi. Belki öncesinden de güzel. Gür siyah saçları, gece mavisi gözleri, on altı yaşındaki gibi gamzeleri… Hep gülümseyen yüzüyle o ne saflık, ne arılık. Bozuk düzenli dünyaya rağmen pisliklere bulanıp kirlenmemiş. Korkuları yok, kuşkuları yok. Ruhunun güzelliği gül yüzünde… O, Istranca yamaçlarının yok yoksul büyümüş, kara kıvırcık saçlarını atkuyruğu yapıp yürümüş, fakir, fukara ama kötülüğü öğrenip bilmemiş koca gözlü kara kızıydı hep. Ama artık bilemiyordu. “Acaba?” diyordu bazen. Acaba? Öyle kalabilmiş miydi? Otuz yıl, kırk yıl, acaba? Oysa insanlar bozulmuş, dünya da onlara uymuştu. Daha olgun bile olamadan küçük bir kızken kendisine eş, kimi arkadaş, kimi yoldaş olduğunda, kimi geceler sarmaş dolaş yatarken sabahlara kadar birlikte ağladıklarında, elini tuttuğunda, öptüğünde, yanağında uyuduğunda onu ne çok sevmişti. Ne çok. İçinde yıllardır fırtınalar vardı. Başında deli yeller vardı. Çalkantılı bir denizdi hep. Bir o… Tek o. Hep o, hep o… Çalkantılı ömrünün bir gününde bile onsuzluğu düşünemedi. Ona bir şey olursa! Bir gün ölürse! Ya terk edip giderse? Ya da, ya da… Onsuzluğu, ondan sonraki boşluğu hiç düşünemedi. Düşünmek de istemiyordu. Düşünürse deliriyordu. Gökçe’ye olan tutkusu kara sevda gibiydi.
“Çocuklar nerde Gökçe, çocuklar nerde?”
Çok yorgundu ama karısı yorgun değil gibiydi. Küskün değildi. Üzgün değildi. Sakindi, telaşlı değildi. Yüzü terlememiş. Gözleri kanlı değildi. Üstü, başı tozlu değildi ve kirlenmemişti. Gülümsüyor, gülümseyince yanakları gamzeleşiyordu on beş yaşındaki gibi. Oysa yaşı elli miydi ne, on beş değil ki! Saçları ağarmış, biraz dökülüp azalmış olmalıydı. Ama öyle değildi. Ağarmamış, dökülüp azalmamış, hem uzun, hem kıvırcık, zülüfleri bile vardı alnında, kızlığındaki gibi. Nasıl olur? Otuz yıl öncesi gibi; nasıl? Bilmiyordu. Zaman ne zaman, neden buradadır; bilmiyordu. Bu zaman, bu mekân… Allı, yeşilli insanlar bu Demirci Halim yokuşundaki tozlu yolda yürüyerek, yorgun, yılgın ve hiç konuşmadan, ayaklarını sürüyerek Meşe Köye mi gidiyorlardı? İyi ama onlar kendi köylerine gidiyorlardı her nereden geliyorlarsa da ya beyti Bey, nereden geliyor, nereye gidiyordu böyle? Ya karısı gök gözlü Gökçe? Çocukları Sevgi ve Mustafa? Bu soluk güz gününde burada işleri neydi? Meşe Köy doğup büyüdüğü köy… Ayrılıp özlediği köy… Ölme günü geldiğinde gidip ölmek istediği köy. Şimdi görmeye mi gidiyordu? Zaman geldi de ölmeye mi gidiyordu? Ya Gökçe, ya Sevgi, ya Mustafa? Sevgi de yoktu, Mustafa da yok. Çocuklar yoktu. Kaybolmuşlardı.
“Korkma Beyti!” dedi karısı. “Onlar geride kaldı. Gelirler. Şurada durup bekleriz, koşup gelirler…”
Gökçe, öyle sakin, öyle rahat ki, Beyti, buna şaşıyordu. Bir insan, hele ana olan bir insan böyle rahat, böylesine sakin nasıl olur? Sen bırak çocukları ve yürü git! Arkana bile bakmadan! Bir daha düşünme, merak etme, durup bekleme! İnanılmaz, akıl almaz bir şey bu! Rahatlık değil, gamsızlık! İçi daralıyor, başı uğulduyor, affedilmez bir hatanın suçluluğuyla ne yaptığını, ne yapacağını bilmeden kendini yiyip bitiriyordu.
“Nasıl gelirler Gökçe, nasıl gelirler? Onlar yok! Bak, işte yok! Biz neredeyiz böyle? Burası neresi? Biz nereye gidiyoruz Gökçe? Yalın ayak, yarı çıplak… Bizim arabamız yok mu?”
Bir sürü insan; allı, yeşilli, mavili giysileriyle upuzun, kıvrım kıvrım tozlu yolda birbirlerine yetişemeden yürüyorlar hep. Bu insanlar nereden geliyor? Bir başka köye düğüne gitmişler de oradan mı? Belki de dua pınara gitmişler, yağmur duasından geliyorlar. Bağlara üzüme gitmişler, oradan geliyorlar. Ama omuzlarında üzüm sepetleri yok! Nereden geliyor? Üzüm toplayıp patikaya dizilseler sıra sıra… Bunlar üzümden geliyorlardı. Sepet dolusu üzümler… Dolu sepetler, kiminin kolunda, kiminin omzunda, bağlık patikasına dizilmişler, yürüdükçe sepetler ağırlaşmış, ağır sepetler kollarını, bellerini, bacaklarını ağrıtmış, yorgunlukları ondan…
O çocukken, orada, Meşe Köyde yaşıyorken bu böyleydi. Yaz yarısı geldiği zaman sarı sıcaklar basar, orak çekirgeleri, ağustos böcekleri kırım kıyameti koparırken sesleriyle, yılanlar, çıyanlar bile susuzluktan kırılırken, pınarlar kurumuş, dereler susuz, bir yudum su için ölünürken, işte o vakit dağ yamaçlarındaki kıraç tarlacıklarda tatlı, sulu karpuzlar olgunlaşırdı. Bağlardaki üzümler olgunlaşırdı. Sarı, kırmızı, kara… Kınalı yapıncaklar, kırmız pamitler; etli, sulu, ekşi, kokulu…
Orak sıcaklarının ardından harman sıcakları bastırdığında kıraç topraklı Istranca yamaçları otuyla, bitiyle kavrulup kül olduğu zaman, kavun, karpuz, üzüm; bunlar değeri parayla ölçülemez nimetlerdi. Çünkü sefil insanlar, yaz boyu ölüp ölüp dirilmişlerdi. Kış bitmiş, daha Nisan bile gelmeden dışarı fırlamışlardı. Köy yerinde hayat böyleydi. Traktör yok, makine yok. Eker yok, biçer yok, döver yok. Orası yoklar ülkesiydi ki, koşulu iki öküzü olan şanslıydı. Bırakın iki öküzü, boyundurukta biri eşek, birisi de inek olanı bile şanslıydı. Ya olmayan ne yapsın? Ele güne muhtaç… Soba yanmak ister, ekmek, aş pişmek ister. Koşulusu olmayanlar dağdan odunu bile sırtında getirir di ki, işleri çok zordu. O zaman durumlar öyleydi. Yokluk içinde, zorluk içinde sefil bir hayat vardı onun köyünde. Beyti Bey, ömrü boyunca her yerde, her zeminde bunu hep söyledi. Okul yıllarında söyledi, öğretmenlik yıllarında, evde, yurtta, işte, gezide. Ülkede yıllarca duygu sömürüsü yapılmıştı. Emek sömürüsü, bilgi sömürüsü… Beyti Bey de solcu değil miydi? O da ezilenin yanında, sosyalist söylemlerin, insanca yaşam isteyenlerin yakınında ve acımasız kapitalistlerin karşısında değil miydi? Doğuda, güneydoğuda yaşam zordu. Bu doğruydu. İnsanlar açtı, açıktaydı. İş yok, para yok, aş yok. İnsanlar sefil, çocuklarsa sersefil. Hepsi doğruydu. Ev yok, su yok, yol yok, ışık yok, bilgilenecekler ama okul yok. Yaşamlarında bugün yok ki, geleceğe nasıl baksınlar? Nasıl mutlu olsunlar, nasıl umutlu olsunlar? Bu doğruydu. Çocuklar okuyamıyor, gençler evlenemiyordu. Güç, çekilmesi zor bir durum… Beyti Bey de biliyordu ki, gerçek böyleydi ve de buna çare bulunmalı, ne yapıp edip bu haksızlık, bu adaletsizlik sonlandırılmalıydı. Herkes anasından doğarken çıplak doğmuyor muydu? Hep çıplak. Kadın, erkek hep eşit… Biri birinden üstün değil, aşağı değil. Hepsi eşit. Herkesin bir ağzı vardı, iki kulağı, iki eli, iki ayağı, kırk parmağı, dili, damağı, dalağı… Hepsinin kanı kıpkırmızı, yeşil kanlı olanı var mı? Büyümek için kim süt içmez? Üşüyünce kim giyinmez? Acıkınca, kulağı ağrıyınca hangi bebek ağlamaz? İnsan denilen yaratık bu dünyaya hükmetmişse, mademki öyle, mademki yaşadıkları yer tek, mademki başka bir dünya yok; o zaman bu dünyayı da korumalıdır. Mademki çıplakken eşitler, o zaman giyinik eşitliğe de özen göstermeliler. Beyti Bey, böyle diyordu. Herkes kendinden sorumludur ama herkes de herkesten sorumludur. Herkes de bu dünyadan sorumludur. Madem başka bir dünya yok! Kimse kimsenin keyfinin kâhyası değildir ama asıl mesele o değildir. İyilik de, kötülük de senin elindedir de esas mesele o da değildir. İnsan olan bir insan, gene de kadir kıymet bilmelidir. Hiç kimse akan dereye sıçıp işeyemez, suyu kirletemez. Bunu çok iyi bilmelidir. Bana ne, başka dere mi yok? Bana ne! Ben ona sövdüm onun kaşı kara. Bana ne! Başka insan mı yok? Gâvurun ormanı yanmış bana ne! Suyu bulanmış, göğü dumanlanmışsa bana ne! Bana ne Urus’un, Rum’un denizinden! Kırım’dan, Çin’den bana ne! Bana ne elin itinden, itin derdinden. Herkes çok iyi bilmelidir ki; onda olan biterse bir gün sende de bitecek. Biri çıksa öbür gözün sana yeter ama bir gün öbür gözün de çıkarsa ne yapacaksın? O zaman düşünmek, adaleti hak edinmek, var olanın kıymetini bilmek ve bir gün geldiğinde dünyanın biteceğini de bilmek lazımdır. Bu doğanın kuralıdır. Akşam yatıyor, sabah kalkıyorsun. Bir sabah kalkamadığını var sayacaksın. Azrail’le kimin kontratı var? Bir gece yatarsın, sabah olunca kalkamazsın. Ama kalkmadığını başkaları anlar, sen anlayamazsın. Ölüm hem zordur, hem de çok kolay. Bu yüzden yaşamı kolay kılmak lazımdır. Böyle diyordu, böyle söylüyordu. Hep duygu sömürüsü yapıldı. Türkiye’de ezilenler var. Doğruydu. İnsanlar, solcularca da uyutuldu. Esas doğru buydu. Kürtler eziliyor. Kürtlere Kürt bile denilmiyor. Bırakın bunları! Bunlar soyut şeylerdir artık. Bayat şeyler, modası geçmiş şeyler. Büyüdük, yaşadık, gördük. Sonra düşündük. Bizleri kandırdınız, aldattınız. Beni de… Hak, hukuk demek, ezilen demek, yoksulluk demek, ezenin şapkası, biri zengin, biri işsiz, aşsız demek, Ankara’ya deniz getireceğim demek… Sadece bu mu? Tek sorun bu mu? Yoksulluk sorunu oradakilerin Kürt oluşu mu? Bu tek Türkiye’nin değil ki, bütün dünyanın sorunu... Doğu sorunu bölgesel mi? Değil… Esas sorun ne? Biri tok, biri açsa, birinde var, birinde yoksa ve sonunda kıyamet kopuyorsa sebep coğrafya mı, kimlik mı? Din mi, dil mi? Fizik mi, kimya mı? Boş bunlar. İçi boş, dışı boş, fasa fiso, aldatmaca, kandırmaca, hedef saptırmaca… Beyti Bey, böyle diyordu. Biz de kandık, biz de aldandık önceleri. Böyleymiş sandık ama yanıldığımızı anladık. Aslında yanıltıldığımızı anladık. Belki de duygularımıza kandık. Hâlbuki dağın ötesini de görmeliydik. Dünün ne götürdüğünü, yarının ne getireceğini bilebilmeliydik. Gidin! Kalkıp benim köyüme gidin. Kırklareli’ne, Meşe Köye… Gidin, görün. Orası doğu mu, güneydoğu mu? Oradakiler Türk mü, Kürt mü? Gidip görün. Orası Van değil, Tatvan değil. Diyarbakır, Adıyaman, Hakkâri hiç değil. İnsanlar Kürt değil, Rum, değil, Ermeni değil, Laz değil, Çerkez değil. Gâvur hiç değil. Gidin görün; yolu, suyu var mı? Elektriği, telefonu var mı? İnsanların işi var mı, ekmeği, aşı var mı? Gidip de bir görün. Yok… Parası yok, çulu yok, pabucu yok. Damları çavdar sapıyla örtülü ve yağmurlar yağdığı zaman onların yorganları da ıslanıyor. Onlar da okuyup doktor olamıyor, mühendis olamıyor, mebus olamıyor. Onlar da ekmeğini tuza banıp doyunuyor. Benim köylüme de mi ırkçılık kırbacı vuruyor da aç yatıp aç uyanıyor? Benim köyüm de doğuda mıdır ki, bu böyle oluyor? İnsanlar ektiklerini biçecekler ama bunu bilmiyorlar. Hep bana, hep bana, aha sana! Yok ama! Böyle diyordu. Biraz bana, biraz sana. Gelinle kaynanayı düşman yapmamak, ekmeği de sevgiyi de paylaşmak lazım. Bu dünyada paylaşmayı bilerek yaşamak lazım, yoksa olmaz. Hep yükseklerde oturmak, herkese tepeden bakmak istersen olmaz. Tek başına göklere çıkamazsın. Kayıp düşmek, düşüp yaralanmak da var. O zaman yaranı saracak biri lazım, bunu da bilmek var. Kimsenin başı göğe değmemişse, kimse de sürünmekten ölmemişse; bunca bencilliğe, doyumsuzluğa, ihtirasa ne gerek var sormak lazım. Dünya herkese yeter. Yeter ki yettirmesini bilelim.
Koca yaz ölmüşler, ölüp gene dirilmişlerdi…
Önce tarlasını sürmüştü öküzleriyle. Allah, kimsenin boyunduruğunu düşürmesin diyordu babası. Yazda, kışta, dağda, düzde öküz lazım… Babası ekinini, mısırını, fasulyesini, patatesini, soğanını, domatesini, biberini ekmişti. Öndeki öküzler çekmiş, o sabanın arkasında ayaklarına topraklar dolarak, elleri nasırlanıp yüzünün derileri ayaklarındaki çarıklar gibi olarak çiziler açmıştı beri baştan öbür başa gidip gelerek. Didinip durmuş, toprakla boğuşmuş, yorulmuştu. Çapa kazmışlardı çoluk çocuk. Orak biçmişlerdi elleriyle. Kamburları çıkmıştı iki büklüm. Güneş yakmış, sıcak çarpmıştı. Yedikleri neydi ki? Biraz ekmek, bir baş soğan... İçtikleri de ekşi ayran. Paraları yoktu ki, kasabaya gidip zeytin alsalar. Erik pişirip suyunu içmişlerdi şekersiz. Bu yüzden bir deri bir kemik kalmışlardı. Yaşlılar yorgunluktan belki de uyku bile uyuyamıyorlardı ya, Beyti o zaman çocuktu ve bütün bunları dünmüş gibi hatırlıyordu. Babası yaz helvası alsa da yese. Çeşmenin yalağında gazoz bulsa da içse… Yoktu. Dağlara öküz gütmeye gittiklerinde onların bez torbalarında da o vardı. Biraz hayal, bir şişe ayran, o da sıcakta vıcır vıcır ekşiyip köpürerek. Bir baş soğan, iki yumurta haşlanmış olarak… Çocuk Beyti bıkmıştı bunlardan. Her gün aynı, her gün aynı… Karpuzlar da bir türlü olmamışlardı. Üzümler de… Olsunlar diye beklerken sabırsızlıktan ölürdü. Ah bir olsalar, ah bir olsalar… Geceleri uyku uyuyamazdı. Sabahın erkeninde, daha güneş bile doğmamışken alaca karanlıkta gök sulu pınarın yolunu tutar, gecenin çiyi yapraklarda, otlarda ipil ipil ederken, inceden serin bir yel eserken doğru bostana gider, karpuz sıralarını, kavun sıralarını bir solukta gezer, hangisi ne kadar büyümüş, olmalarına kaç zaman kalmış çok iyi bilirdi. Bilirdi ki, bir karpuzun kulağı kuru değilse olmamıştır. Gene de dolanıp durur, sonra dayanamayıp kulağı yarım kurumuş bir karpuzun başına çömelir, bakar, seyreder, tırnağı ile vurup tık tık etsin isterdi. Tın tın eden karpuz olmamıştır, hamdır, kabaktır. Bu karpuzlar da ne zaman olacak, bu katıksızlıktan ne zaman kurtulacak? Tın tın eden karpuzun olmadığını biliyordu ama gene de inanmıyordu. Ulan oldun sen, oldun! Çakısının sivri ucuyla karpuzu üçgen biçimde delip içine bakardı. Olmamış, ak kabak! İnanamıyordu. Bir başkasını, bir başkasını, bir başkasını daha deliyordu. Olmamış, ak kabak… Delikleri kapayıp eve geliyordu. İçi buruk. Olmamışlar… Yarın gene gidiyordu. Başka yarınki sabahta gene gidiyordu. Sonra bakıyordu ki, deldiği karpuzlar hep çürümüş. Anası bağırıyordu. “Delinir mi? Kökenine bağlı karpuz delinir mi? Deli deli tepeli, cinli perili. Delinir mi?” Anası bağırıyordu ama babası bağırmıyordu. Bu yüzden midir ne o da çocuklarına hiç bağırmadı. Bağırmadı da iyi mi yaptı? Mustafa yoldan saptı, Sevgi dul kaldı. Torular yetim. Kızı olunca adına gönlünün sevgisini vermişti. Oğlu olunca onun adına da büyük devrimcinin Mustafa’sı dedi. Sanki iyi mi etmişti? Ah Beyti Bey, ah! Zaman ne kadar da değişti. Sen karpuz delip çürütürdün yanmış içini serinletmek için ama bunlar ömür çürütüyor, iyi mi?
Bu insanlar; allı, yeşilli, mavili, aklı, karalı, sarılı giysiler giymiş; çoluk çocuk, büyük küçük, genç ihtiyar, yorgun ayakları yürüdükçe ağırlaşmış bedenlerini taşımakta zorlanarak, bu tozlu ve eğri büğrü yolda yürüyerek bağlardan mı geliyordu ki? Upuzun, önde gidenler taa yukarılara gelmiş, kimileri aşağılarda, ta şeytan deresi yamaçlarında öndekilere yetişemeden… Güneş yıkılıp gittiğinde, batı tepelerinin üstündeki eğri büğrü ufka erişip de gök kızıllaşıp bakır rengi olduğunda, o yakıcı sıcak sönükleşip hava azıcık serinlediği zaman sepetini kapan bağlık yolunu tutardı. İşte böyle olduğu gibi, sıra sıra… Üzümler olmuş. Evet şimdi üzüm zamanıydı. Her salkımdan bir tek üzüm koparsan, olgun mu diye; tadarken doyar, meyve alkolünden sarhoş olurdun. Bu yol bağ yoluydu ya, insanların elleri boş, omuzları boş, üzüm dolu sepetleri yoktu. Sepetleri yoktu, sepetlerin üstlerinde bağ yaprakları yoktu. Bu insanlar nereden geliyordu? Kahredici, bilmece, bulmaca gibi, içinden çıkılmaz bir durum. Beyti Bey, kendini zorluyor, bu bilmeceyi çözmek istiyor ama çözemiyordu. Neydi bu durum? Neydi, neydi, neydi? Yaşadığı hangi çağ, hangi zaman? Bugün dün müydü? Dün öncesi, ya da otuz yıl önceki bir gün? Geçmişte mi yaşıyordu? Ya da gelecekteki bir günü mü? Ne kahredici bir durum! Başı sepet gibi, sepet başı kuru saman dolu gibi, beyni yok, aklı hapsedilmiş, düşünemiyordu. Karanlık bir kuyunun dibinde, labirentler içinde, iz yok, yol gösteren yok, çıkışı olmayan. Bir rüyada gibi, bir düşte, hastayken ateşler içinde yanıp aklını kaybetmiş gibi. Bir film olmalıydı bu, otuz yıl önce çekilmiş. Filmin içinde geçmiş zamanı mı yaşıyordu? Bugünkü hayatın içinden çıkmış gelecekteki bir zamanı mı yaşıyordu? Gördükleri net değildi. Sis perdesinin arkasında gibiydi her şey. Ayan değil, bulanık. Duyduklarını da anlamıyordu. Sesler karışık.
“Gökçe, Gökçe! Çocuklar yok!”
Oysa onlar çoktan uçup gitmişlerdi; yuvadan uçan kuş yavruları gibi. Sevgi evlenip ana olmuş, Mustafa baba olmuş. Kendisi dede, karısı da ak saçlı bir nene olmuşken koca bir ömür ne çabuk tükenmişti, hiç yaşanmamış gibi. Ne acı!
Üstü düz, alçak bir kayanın üstüne çıkıp oturdu. Karısı Gökçe de gelip yanına oturdu. Sevgi on üç, Mustafa da sekiz yaşlarında olmalıydı. Çocukların yanlarında olmadıklarını fark ettiği zaman çok eskiyi yaşıyordu, aklını yitirmiş gibi. Aslında ne sekiz yaşındaydı onlar, ne on üç. Büyümüşler, evlenmişler, yavru kuşlar gibi yuvadan uçup gitmişlerdi.
“Çocuklar yok! Eyvah Gökçe, çocuklar yok! Onlar kayboldu. Kayboldular! Biz ne yaptık Gökçe, biz ne yaptık? Ana kuzusuydular daha, süt kuzusu! Onları nasıl kaybettik?”
Küçük, küçücük… Mustafa... Daha dündü. Çok küçüktü. Dizinde hoplatırken düşürmüştü onu. Daha dün… Bir girdabın içindeydi. Çıkmak için bocalayıp bir türlü çıkamazken, kan ter içinde kalıp nefes alamazken; düşünceleri allak bullak, kör bir kuyunun içinde boğulacak gibiyken çocukları yok, kaybolmuşlardı. Ne oldu onlara, neden yoklar? “Gökçe, Gökçe, ah Gökçe!” Boğuluyordu. Ecel terleri döküyordu. Her yeri su gibi… Yoksa ölüyor muydu?
Çocuklarının yokluğunu fark ettiği zaman aradan kaç yıllar geçmişti. Şimdi hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey hatırlamıyordu. Bir girdabın yelinde, bir derenin selinde, karanlık bir kuyunun dibinde miydi? Bilmiyordu. Neredeydi? İstanbul’daki evinde, Bakırköy’ün hastanesinde mi? Demirci Halim yokuşunda, tozlu yolun doğusunda, üstü düz alçak bir kayanın omzunda mı oturuyordu? Yanında Gökçe de mi vardı?
“Çocuklar yok, çocuklar yok!”
“Beyti Beey, Beyti Bey! Neyin var böyle? Ne oldu? Sana ne oldu? Geride kaldı onlar. Gelirler. Çocuk değil mi, çıkıp gelirler. Bir köpek yavrusu görmüşlerdir. Bir çiçek koparmak istemişlerdir. Kuş sesi işitmişlerdir. Gelirler. Gel otur yanımda. Burada bekleriz. Hem de biraz dinleniriz. Koşa oynaya gelirler. Bura İstanbul değil Beytiii! Buranın göğünde kartallar var, uçak yok. Kartallar, evlerin üstüne düşmüyor. Buranın yollarında otomobiller yürümüyor. Kertenkeleler çocukları ezmiyor. Gel otur…”
Çöküp oturdu. Gökçe de yanına oturup elini tuttu. Gökçe’nin eli sıcacık, yumuşacıktı. Gene o kokuyu duydu. Ah bu koku, ah bu koku! Bu öyle bir koku ki, bir ömür her gün, her gece duymuştu onu. Bu kokuyla uyumuş, bu kokuyla uyanmış ama gene de doymamış, doyamamıştı. Bu hiçbir çiçekte olmayan bir kokuydu. Bu hiçbir kokuya benzemeyen bir kokuydu. Ter kokusu, ten kokusu, ekşi gibi, tarifsiz bir şey, tek kendisinin bilebildiği…
“Ah be Gökçe!”
Ne çok seviyordu onu. Gitmeyip hep yanında kalsa… Elini hiç bırakmasa… Gözlerini ayırmadan hep gözlerine baksa… Kollarıyla sarıp sarmalasa… Hiç salmasa. Akşam olmasa, sabah olmasa, yarın hiç olmasa. Ayrılık olmasa. Ölüm geldiğinde bile…
“Ah be Gökçe!”
Deli bir sevdadaydı o zamanlar. Bu da onu korkutuyordu. Ömrü boyunca hep korkular içinde oldu zaten. Hep korkularıyla yaşadı. Bu nasıl bir sevdaydı böyle? Bir rüyaysa ve uyandığında her şey bitecekse!
Bir gün gizliden buluştuklarında el ele tutuşup hiç konuşmadan birbirlerinin gözlerine bakmışlar, yürek sesleriyle konuşurken anası, “Gökçee nerdesin kız, hangi cehennemde kaldın canı çıkmayasıca?” diye bağırdığında, bir düşten uyanır gibi tek kelime söyleyemeden, “geldim ana, çatlama!” bile diyemeden fırlayıp kaçarken bağlara doğru, öyleyken bile elini bırakmamıştı. İkisi de biliyordu ki, bu bir kara sevdaydı. Gökçe; “içime gir, bir daha çıkma, beni de içine al, hiç çıkarma!” dediğinden beri öyleydiler. Gökçe onun içinde, o Gökçe’nin. Artık ayrılmazlardı. Ayrılsalar da başkasına yar olmazlardı.
“Söz ver kız! Söz verelim birbirimize. Ant içelim. Burada, ikimiz karşı karşıyayken tanrının huzurunda; ölmek var, ayrılmak yok diyelim…”
Kayanın üstü yosunlarla kaplıydı ve sıcacıktı. Kına yosunları renk renk, çok kısa, kayaya yapışık. Çok açık yeşil, çok açık mavi, gri, kimisi ak köpüklü deniz, kimisi ak bulutlu gök gibi…
Çocukluğunda köyde yaşarlarken, şimdi olduğu gibi harman yerinin yukarısındaki kayanın üstüne çıkıp otururlar, bu açık renkli yosunlara tükürük akıtırlar, tükürükle ıslanan yosunları taş sürtüp yoğurarak hamur gibi yaparlar, avuçlarına sürerek yosun kınası yakarlardı. Kına kızlara yakılır ama olsun… Kızlarla oynayan Beyti de kızlar gibi kına yakardı. Kınadan ne olacak? Yakardı yakmasına ya kızlara kanıp; sonrasında bakar, kınalı avucu kiremit gibi kızardığı zaman kendisine kızardı.
“Gözün çıksın tülü saçlı Elif!” Erkek adam karı gibi kına yakar mı ulan?”
İnce bir yel esiyordu Babatepe üstünden. Güneş batmak üzereydi. Ufuktaki üç top mor bulutun arkasından bakır kırmızısı ışıklar sızıyordu Şeytan Dere yokuşuna doğru. O anda Güneydeki Şeytan deredeki büyük gölün üstünde gürleyen bir ses duydu. Bu öyle bir ses ki, şimdiye kadar duyduğu hiçbir sese benzemiyordu. Gökte bulut yoktu. Olmayan bulutlarda yağmur yoktu. Olmayan pozitif negatif elektrik yokken gök mü gürlüyordu? Tuhaf, bir benzeri olmayan ürkütücü bir ses…
“Çocuklar yok Gökçe, çocuklar yok!”
Sesin geldiği yöne baktı. Upuzun, iki yanı dağ, dağlarda kayalıklar, arasında dar bir vadi ve akan bir dere vardı. Adı Şeytan Dere. Derenin önüne, kazan kaya yanında bent çekmişler. Ne zaman yapmışlarsa! Orası gölleşmiş. Ses, bu büyük göün derin diplerinden geliyor gibiydi. Bir kere gürleyip kesilmişti. Sesten sonra gölün üstü aydınlandı. Peşinden gümüş beyazı, bakır kırmızısı karışımı çatalkuyruklu şimşeğe benzeyen parlak bir ışık belirdi. Şaşırmıştı. Bu ne biçim bir şimşek? Ak bulut olur, kara bulut olur, gökte gezerken birbirini bulur. Vuruşurlar, sonra şimşek oluşur. Sonrasında gürleme sesi duyulur. Şimşek dediğin gökten yere doğru akar. Bu ışık gökten yere değil, yerden göğe doğru akıyordu. İçini korku kapladı. Bu, kaybolma, kaybetme, ölüm korkusu gibi bir şeydi. Kıyamet günü gibi… Fırlayıp kalkarak kayanın üstünden korkunun geldiği yere bakındı. Aslında kendi kalkamamış, takatsiz bedenini birisi tutup kaldırmıştı sanki.
Çocukluk günlerinden bilirdi. Köyün üstünü bulutlar kapladığı zaman her yer gece olmuş gibi kararırdı. Ne kadar esinti olmasa da gökte gezinen bulutlar biraz sonra toplanacak ve yağmur yağdıracaklardır bakırdan dökercesine. Peşi peşine şimşekler çakıp gürlemeler, gümbürdemeler olacaktır. Biliyordu ki, yağmurlu havalarda bulutlar çarpışınca şimşek çakar, gök gürler. Daha çocukken yağmurlu havalarda çakan şimşeğe, gürleyen göğe meraklı bakardı. Önce ışık görünür, ses sonra duyulurdu. Kevser ona; “bak, bak!” derdi. “Şimşek çaktı. Biraz sonra da gök gürleyecek.” Kevser’in dediği doğruydu. Bilirdi ki, ışık sesten hızlıdır. Ama bu öyle bir şey değildi. Bu normal bir tabiat olayı değildi. Bulut yoktu, yağmur yoktu; olmayan şeylerin de çarpışmak için düşmanlıkları yoktu. Hem, önce ses duyulmuş, ışık sesten sonra oluşmuştu. Bu doğaüstü bir durumdu.
Arkadaşları hep öyle dediler. Kimisi dost olarak, kimisi kıskanarak, kimi sinsice gülüp alay ederek…
Kim dost, kim düşman belli değildi ki! Kapitalist düşünceler semirdikçe semirmiş, bir çıkın tuzu bölüşmek yerlere serilmiş, eski değerler yitirilmiş, insanlık çoktan bitmiş; kim kimin gözünü kör edecek? Beyti Velioğlu, nesli tükenmiş bir adam! Yok, tam da öyle değil, nesli tükenmekte olan bir adam! Öyle diyorlardı. İnsanlar, dünyanın evrimini durdurmuşlardı ama yalancı evrim hala sürüyordu. O direniyordu. Onlara göre dünya değişiyormuş, insanlar değişiyormuş ama Beyti değişmemek için direniyormuş. Salak adam! Değişime uyamayan eski kafalı adam! Değişime uymayan yok olup gide. Bu doğanın kuralıymış. Büyük balık küçük balığı yutar. Bu doğanın kuralıymış. İşte, evrimi bilip böyle diyorlar, hem de çamurdan yaratıldıklarına, üfürük bir ruha sahip olduklarına inanıyorlardı. Böyle saçmalıklara Beyti gibi birisi kızmasın da kim kızsın? O, yaşadığı sürece böylesi ikiyüzlülüğü kabullenemedi. Adı cahillik olan şeyi kabullenemedi. Hele mürekkep yalamışların cahilliğiniyse hiç kabullenemedi. Cahil öğretmenleri, cahil profesörleri, doktorları, yöneticileri... Cahil insanların bencilliğini kabullenemedi. Bazı insanlar hem cahil, hem çokbilmiş, ne korkunç! Kendilerini mi kandırıyorlar, insanları mı kandırıyorlar, bilerek mi, bilmeyerek mi yapıyorlar, kimi kime satıyorlar, kendilerine çıkar mı sağlıyorlar, zayıfın anasını ağlatmaktan hayvani tat mı alıyorlar, egolarını mı rahatlatıyorlar; ne korkunç! Bunları kabullenemedi. Yazıklar olsun ki; bunları kabullenemeyen, içine sindiremeyen bir Beyti’yi de bunlar hâkimiyetindeki bu naçar dünya kabullenemedi.
Her şey birden ve çok çabuk oldu. Gürleyen garip bir ses işitilmiş, gölden keskin bir ışık yükselmişti. Uçup geldi. Şimşek gibi değildi. Tuhaf bir ışık… Baş tarafı top gibi, kuyruğu çatallı, upuzun, gözün göremeyeceği bir hızla kayanın etrafında bir tur attı, savrularak. Sonra gene savrularak geldiği gibi uzayıp gitti, Demirci Halim köyü üstüne doğru. Ne olduğu belli olmayan bu şey birden gözükmüş, birden de yok olmuştu. O anda ne olduğunu anlayamayıp neye uğradığını şaşırarak dengesini kaybedip kayanın üstünden düşüp yuvarlandı. Masaldaki gibi bir şeydi bu. Işık, geldiği gibi şimşek hızıyla gidince düştüğü yerden hemen kalktı. Her yer sessiz ve sakindi ama kendi içinde fırtınalar kopuyordu. Korku ve öfkeyle, ölümle yaşam arasında gibi şuursuzca; etrafında bir tur attıktan sonra yukarılara doğru giden ve yok olup biten bu ışığın peşinden koşmaya başladı. Masal dağının alıcı kuşu ışık olup gelmiş, yanında oturan Gökçe’yi kapıp kaçırmıştı. Onun peşinden gidiyordu; düşe kalka, külleşmiş tozlara bata çıka…
Gökten bir atmaca süzüldü. Yıldırım gibi yere doğru iniyordu. O zaman gurk tavuk çifte dutların dibinde yavrularını besliyordu. Atmaca, gelip yavrulardan birini kapacak! Büyükanne bağırıyordu avaz avaz; “atmacaaa, atmaca! Kooş Beytullah, koş!” Atmaca başlı bir adam da gök gözlü Gökçe’yi kapacak! “atmacaaa, atmaca! Tuut Beytullah tut!” Hayatı boyunca korkularla boğuşmuştu. Gökte keskin pençeli atmaca, yerde çatal dilli yılan… Denizde bin kollu ahtapot. Ama kendi için değildi bu korkular. Düşündüğü çocuklarıydı, karısıydı. Korkuları onlar içindi. Bu korkular da yıllar yılı yiyip bitirmişti onu. Çünkü onlarsız bir hayat yok. Onlarsız olmaktan ölüm bile güzel. Ölüm kurtuluş mu? Bir kaçış, bir kolay yol, bir pes etmek mi? Pes etmeyi sevmese de… Çocuklar büyümüşlerdi. Okumuş, evlenmişlerdi. Yani birer kuş yavrusu gibi yuvadan uçup gitmişlerdi. Ama o, baba kuş değildi ve buna dayanamıyordu. Bundan sonraki yaşamın ne anlamı var? Çocuk yok, karı yok, uğraş yok, üretmek yoksa umut yok. Gelecekte ne var ki? Yok. Varsa bile arsız bir ölüm. Bir değersiz adamın yarın diye bir şeyi yoksa daha ne olsun? Önce çocuklarını kaybetmişti, ağaçsız, otsuz kuru bir dağ yamacında. Şimdi de Gökçe’yi. Bir alıcı kuş, ışık olup gelsin; ömrü boyunca kıskandığı, uçan kuştan sakındığı, kaşına, gözüne, sesine, sözüne, ağlamasına, gülmesine doyamadığı karısını kapıp kaçırsın! Bir kalleş ışık! Geriye ne kaldı sonrasında? Koca bir hiç ve yalancı bir dünya. Daha dün küçük bir çocuktu, hatırlıyor. Bir uçurtması bile olmamıştı. Yağmur yağarken kırlarda tenine kadar ıslanıp üşümüş, deli öküzün sıcak koynunda uyurken de yalnızdı. Anasını hatırlamıyordu. Acaba onu seviyor muydu? “Oğlum” diyor muydu; Gökçe’nin Sevgi’ye, Mustafa’ya dediği gibi… “Yavrucuğum” diyor muydu? Ya babası? Uzun boylu zayıf babası; “koçum, aslanım, arkadaşım” diyor muydu onun Mustafa’ya dediği gibi. Çocukluğuna ait çok şey hatırlıyordu ama böyle sevgiye, şefkate dair şeyler hatırlamıyordu. Acaba bu muydu sebep? Onu böyle yapan bu muydu? Çocukluğunda göremedikleri mi? Korunup gözetilmeye muhtaç büyüdüğü için mi böyleydi? Korkuları bu yüzden miydi? Kaygılar, endişeler, iç daralmaları, güm güm etmeler, tıkanmalar, soluk alabilmek için çırpınışlar… Anasından görmediği sevgiyi, şefkati Gökçe’de mi aramıştı? Ona olan aşırı bağlılığı bundan mıydı? Ya ona bir şey olursa! Ya, kaybolup yok olursa! Gene yapayalnız kalırsa! Belki de sebep buydu. Ama bunları kimseyle paylaşmamıştı. Gökçe’yle bile. Belki o bile anlamıyordu onu. Senin gibilerinin nesli tükendi diyen çok kimseler gibi… Keşke bilseydi. Ya da bilebilseydi ki, yalnızlık insanlara göre bir şey değildir. Aslında bunu da biliyordu ama o Beytullah Velioğlu’ydu. Fıtratı buydu ve kendini ne kadar zorlasa da bozulan dünyaya ayak uyduramıyordu. Sonunda tükenmiş, hem ruhen, hem de bedenen iflas etmişti. Olacak olan buydu. İnsan makine değil ki, dayanma gücü de bir yere kadardı.
Dağlardan bir yol geliyordu. Baba Tepeden ta Şeytan Dereye kadar düz ve çok geniş. Bu asfalt bir yoldu, Dere Köy’den Kırklareli’ne giden… Şeytan dereyle Baba tepe arası düz, tepeden öteye dik ve kıvrım kıvrımdı. Istrancalar tam burada başlıyordu. Beyti Bey, ışığın peşinden ta bu yola kadar koştu; kaç gün, kaç gece sık soluk içinde. Sonra bitti. Artık yorgun ayakları yaşlı bedenini taşıyamıyordu. Beyni istemese de onlar durdu. Artık her şeyin bittiğini, sona gelindiğini hissediyor ve çaresiz teslim oluyordu. Demek ki, buraya kadarmış! Yol bitti komutanım. Hem bedenen, hem de ruhen bu kaçınılmaz sonu kabulleniyordu. Ölümse ölüm! Beyni durdu, kalbi atmaz oldu, gözleri kararıyordu. Usulca çöktü. Yer kuruydu ve sanki altından kayıyordu. Yüzükoyun uzandı tozların içine. Elleriyle tutunmak istedi ama gücü yoktu. Boynu büküldü, başı düştü cansız gibi. Ağzı, burnu, gözüyle tozun toprağın içine gömüldü. Nefes alamıyordu. Yakıcı toz kokusu, kurumuş ot kokusu ve dünyanın bilinmeyen bir ucundaki yaşamın olmadığı sonsuz bir çölde gibi; ağaç yok, böcek yok, su yok, hava yok, güneş bir sisin arkasında; git, git, aynı varılmazlık, ulaşılmazlık, aç, susuz, soluksuz, umudun tükenmişliğinde çaresiz teslim olmaktı bu.
Umut bittiğinde insan da bitiyordu. Kalbin atmıyor, kanın dolaşmıyormuş gibi gücün tükenip ıssız bir çölün ortasında sağılıp yere düştüğünde ölüme teslim olurken biri gelip elini tutmadığında, başının altına yastık koymadığında yalnız ölüyorsun demektir. O da çöl bir yere düşmüş, ağzı, burnu, yüzü, gözü toza gömülmüş; soluk alamayıp boğuluyordu. Oysaki kalbi durmamış hala çalışıyor, nabzı atıyordu.
“Şimdi olmaz, şimdi olmaz!”
Ölmek istemiyordu. Başını kaldırmak, ağzını tozdan çıkarmak, soluk almak istiyordu. Ama olmuyordu. Düşünce sağ kolu altında kalmış, çıkarmak istiyordu ama olmuyordu. Dizlerini karnına çekip büzülmek istiyordu ama gücü yetmiyordu. Zehir içip felç olmuş gibiydi. Ölmek istemiyordu. Beyni yaşamak istiyordu ama yorgun, bitkin bedeni istediklerini yerine getiremiyordu. Yapamıyordu. Beyninin hükmedemediği beden de artık onun bedeni değildi. Kendini çaresiz bıraktı. Çocuk yok, karı yok, akraba yok, dost yok; ıssız bir çölün orta yerinde yapyalnız. Ah bir nefes alabilse! Işığın peşinden mi koşmuştu? Kaçıp giden, kaybolup yiten… Gökçe, bir şeytanın peşinden mi gitmişti? Işıkla ışık olup… Bir şeytana uymuşsa bunca yıldan sonra…
Hep çırpınmışsa kuşlar gibi çocukları için! Çocuklar da mı kaybolmuştu? Ne işe yaradı ki bunca çabaları? Çılgın gibi koşup tıkandığında ve düşüp yığıldığında başını kaldıramazken, ağzını tozdan çıkaramayıp nefes alamazken, orada tek başına boğulurken kim kalmıştı yanında? Birinden biri olsa ya! Olsa da kaldıramadığı başını azıcık yan çevirip ağzını tozdan çıkarsa! Ah bir soluk alabilse! Alamıyordu. Ölüm geldi işte! Geldin mi? Dur bekle! Biraz bekle! Bu kalleşlik değil mi? Suçluya bile darağacında son isteğini soruyorlar. Ağzım, burnum toz içine gömülmüş nefes alamazken, zehir içirdiler de kolumu bacağımı oynatamayıp çaresizlik içinde kalmışken bu ne acelecilik? Hey arsız ölüm! Çocuklarım kayboldu, bulamadım. Daha yapacaklarım vardı; hadi onlardan caydım. Son bir kez köyümü göreyim. Bilmez misin ne çok özledim. Orada sarı köpeğim vardı benim. Boynu çıbanlı arif öküzüm vardı. Hep gözlerime bakardı, melim melim. Çıbanı kanadığı zaman sinekler kurt atmasın diye yarasına toz sürerdim merhem yerine. Bilmez misin? Kalk üstümden. Böyle ölmek istemiyorum. Işık olup geldi. Bırak ki haddini bildireyim. Koca yanından karı çalmak var mı? Git başımdan! Başka zaman gel! Mertçe gel! Ayaktayken gel. Düşmediğim bir zaman…
Kanlı konbalak gözlü! Sivri kulak, domuz burunlu! Kulakları boynuzlarından büyük! Sakalsız yüzü kıpkırmızı… Erkek mi dişi mi belli değil. Dili hep dışarıda, yılandili gibi! Ağzından salya akıyor. Kuduz köpek gibi! Hep kaçıyor korkak it gibi, ışık içine girmiş. Hep orospu orospu gülüyor. Başı var, bedeni yok. Onu bu dünyaya kim salmış? Düz yolda düz giden otomobili kaldırımdakilerin üstüne sürüyor. Yanan sobayı devirip yangın çıkarıyor. Üstüne benzin döküyor. Çocuklara tecavüz ediyor. Kadınların aklını çelip ayartıyor, ateşi elinle tut diyor, boğaz köprüsünden atla denize boğulmazsın diyor. İnsanları birbiriyle düşman ediyor. Başı top ışık, çatalkuyruklu… Yüzsüz, suratsız, kırmızı gözlü! Ağaç altında bekleyen tilki gibi; ağzı hep sulanan, suları şıp şıp yere akan, karga şarkı söyleyip ağzındaki peyniri düşürsün isteyen… Onu bu dünyaya kim salmış? Bırak Azrail Bey, bırak beni! Sen şeytan mısın, kalleş olma! Bak nefes alamıyorum. Ağzım, burnum tozun içinde. Bana sen mi zehir içirdin? Bütün bedenim çözüldü tam şeytanı tutacakken.
Boğuluyordu. Nefes alamıyor, aldığını salamıyor, ciğerleri patlayıp parçalanacak...
Şeytan, şeytan! Karısını kapıp kaçırmış, çocuklarıysa kayıptı kırk yıldır. Çok özlemişti çok. Soluk alamazken canı sigara içmek istiyordu. Ne çok. Derin bir ormanın içindeydi. Güneşsiz, gölgelik. Dikenli dalların arasından muşmula topluyordu. Soğuk bir kıştı. Çok soğuk. Peçkalı sobanın fırınında mısır patlatıyor, kabak çekirdeği kavuruyordu. Samanların üstüne serdikleri sarı yaban elmaları yumuşamış, ekşi ekşi kokuyordu. Cebinin birine erik kurusu, birine de kavrulmuş kabak çekirdeği dolduruyor. Kara bir önlük giymiş, boynunda beyaz yakalık. “Beytoo, Beytoo!” Aşağıdaki yoldan bağırıyordu birisi. “Zil çaldı, zil çaldı!” Avaz avaz…
“Çocuklar kayboldu! Kayboldular…”
Mustafa küçücüktü. Dizinde hoplatırken elinden kaydı. Tutamadı. Ağzı koltuğun ahşap kolluğuna çarptı. Korkmuştu sabi ama ağlamıyordu. Dişi ayrılmıştı damağından. Ağzı kan içinde. Eyvah eyvah! Ne yaptım? Canım çıksın iyi mi? Kolum, kanadım kırılsın! El kadarcık bebeyi tutamayıp düşür hoplatıp oynatırken! Dişi, damağındaki yuvasından çıkmıştı. Hemen takıyordu yerine, elleri kanlanarak. Mustafa, korkmuş ama ağlayamıyor. Ağlayamayınca morarmış. Sevgi, hep ağlıyordu. Hep, hep… Saçları kirli ve dağınık… Gözleri kan çanağı. Gülmeyi unutmuş. Kocası Cudi dağında vurulup şehit olmuştu. İki de çocuğu vardı, şimdi yetim. Hep ağlıyordu, çocukluğundan beri. Şeytan kalleş! Yılandilli! Kırmızı gözleri pörtlek, ağzı salyalı, başı var gövdesi yok. Tüylü kulaklı. Hep orospu orospu gülüyor. Korkak. Hep kaçıyor. Tutulmuyor. Gökçe’yi kapıp kaçırmış, kollarıyla sarıp sarmalamış, hep uçuyor. Çocuklar da kayıp. Kırk yıl olmuş. Çok özlemiş, buram buram burnunda tütüyorlar. Git ölüm, sonra gel! Şimdi değil! Bir Beyto mu kaldı dünyada işi bitmiş? Git, git! Şeytanla gelme hem! Hani, Azrail nerede? Geleceksen onunla gel! Hani? Yok, Azrail yok! Gelmemiş. Şimdi başka işi var. Bak, almaya gelmemiş!
“Zil çaldı, zil çaldı!”
Kapıdan fırladı. Koşuyordu. Elinde okul çantası vardı. Metal sapından tutmuş. O koşuyor, tahta çanta da onunla koşarken öne, arkaya savruluyor. Çok kar yağmış. Her yer kar. Her yer, her şey beyaz… Kara girip çıkarak okula gidiyordu. Zil çalmış. Avlu duvarını uçarak atlıyor. Duvarın öbür yanı bahçe, ötesi de okul. Her yer kar. Cepleri erik kurusu, kavrulmuş kabak çekirdeği i dolu. Muşmulalar saman üstünde göynümüş. Elmalar ekşi kokuyorlar. Her yer kar, hava soğuk, saçaklardan sarkan buzdan kılıçlar. Bacalardan mavi dumanlar tütüyordu. Her yer kar, her yer beyaz. Kararan tek yer bokluklardı. Sıcak bokluklar hep tütüyordu buğulu. Üşümüş, büzüşmüş serçeler, saksağanlar bokluk üstlerinde yaşam savaşı veriyorlardı dondurucu kışta. Bokluk üstüne gözer koyuyor. Bir ucunu kaldırıp altına kısa bir sopa dikiyor, sopanın bir ucuna ip bağlıyor, ipin diğer ucu elindeyken ahırın içine girip gizleniyor. Kapı yarı açık, öyle bekliyor. Çok kuş hayvan bokları içinde yiyecek arıyor. Çok üşümüşler. Tüyleri domur domur… Kursakları boş ve aç. Bokluk olmasa kapıdan içeri dalacaklar. İnsan var mı, tuzak var mı, ölüm var mı diye düşünmeden. Ala saksağanlar incecik, hep tüy, et yok. Serçeler zayıf, ne et, ne kas… İpi çekiyor, sopa yıkılıyor, gözer kapanıyor. Altı serçe dolu…
Anası bağırıyordu; “Beytoo, Beytooo!” Anasını duymuyor. Zil çaldı, zil çaldı! O koşuyor; dizlerine kadar bata çıka… “Kara köpek, kara köpek! Beytoo kara köpek!”
Okula başlamıştı. Büyümüştü. Aman ne büyümüş! Yedi yaşına gelmiş. Daha büyükler okulda temizlik yapıyordu. Büyükler silip süpürüyor; küçükler de boş rakı şişeleriyle çeşmeye gide gele su taşıyordu. Kovalamaca, yarışmaca, oyun oynar gibi. Islak şişe kayıp elinden düşüyor. Kırılıp tuz buz oluyor. Fırlayan cam parçası ayağının iç tarafını kesiyor. Kesik yer kanıyor. Kan, kan, kan… Kanlar lastik ayakkabısının içine doluyor. Arkadaşları koşuyor, öğretmen koşuyor. İlk yardım dolabında oksijenli su var, tentürdiyot var, sargı bezi var. Yaraya tütün basıp kanı durduruyorlar, sonra sarıp sarmalıyorlar…
“Kara köpek, kara köpek! Beytooo kara köpek!” Anası bağırıyordu. Hem bağırıyor hem de arkasından koşuyordu karlara bata çıka. “Beytooo kara köpek!”
Her şey aniden oluyordu, çok çabuk. Kara köpek, çıkık dişleri, patlak gözleriyle boynunu kısmış yıldırım gibi geliyordu yukardan beriye doğru. Gelip o hızla üstüne atlıyordu. O yere, çanta başka yere. Kara köpeğin frenleri tutmuyor; o da savruluyordu daha öteye tek diş batıramadan. Sonrasında kadının feryadından korkunca taş duvardan atlayıp aşağılara doğru kaçıyordu. Tahta çanta açılınca içindekiler yerlere saçılmış, Beytullah da korkudan bayılmış. Kar içinde gömülü. Ağzı, burnu kar içinde. Soluk alamıyor. Boğuluyor. Anası vardı koşup gelen. Bağırıyordu avazı çıktığı kadar. “Hüü be, hüüü! Kara şeytan, sinsi şeytan hü!” Elindeki odunu fırlatıyor. Köpek kaçmış. Kucaklayıp kaldırıyordu onu. Ağzını, burnunu silip temizlerken titriyor. Beytullah, kıpırtısız. Karlara gömülünce nefes alamayıp ölmüş. “Beytoo! Yavrum, yavrum! Beytooo!” Anası yavrum diyordu. “Yavruum.” Şimdi çok iyi hatırlıyordu. “Beytooo! Nefes al, nefes ver Beytooo! Nefesini ver, nefesini ver!” Küçük Beytullah, kasılıp gerilmiş, nefes verip nefes alamıyor. Karlar içinde gömülü… “Nefesini veeer, nefesini ver!”
Büyük Beytullah da toza, toprağa gömülmüş; ağzı, burnu tıkalı. Soluk alamayıp ölüyor. O da kasılıp gerilmiş. Ciğerleri şişmiş. Ah biri olsa! Birinden biri yanında olsa! Anası olsa, babası olsa, Sevgi’si, Mustafa’sı olsa!
Kızının adını sevgiden koymuştu ama şimdi o bile yoktu yanında. Gök gözlü Gökçe yoktu. Gitmiş bir şeytanın peşinden. Birinden biri olsa da kaldıramadığı başını kaldırsa, ağzını, burnunu tozdan çıkarsa da nefes aldırsa! Ah birinden biri…
Anası çırpınıyordu başucunda. “Nefesini ver domuzun dölüü, nefesini ver!” Beytullah, yerde yüzükoyun. Tutup çeviriyor. Burnunu sıkıyor, ağzını açıyor, üflüyor. Nenesi de gelmiş. Anaaa ölüyor, ölüyor! Nenesi eğilip elleriyle göğsüne çöküyor. O zaman küçük Beytullah, püf edip ciğerlerini temizliyor.
Beyti Bey, öyle bir püfledi ki bütün ciğerleri birden boşaldı. Yoldaki tozlar uçuştu, burnu açıldı, başı yan tarafa düştü. Göğüs kafesi bir şişiyor, bir iniyordu. Hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Gitti. Ölüm gitti. O gidince gücü kuvveti geldi. Başını kaldırıp yan döndü. Altında kalan kolu kurtuldu. Dizlerini karnına çekip öyle büktü. Yağmur mu yağmış ne! Yağmur sonrasının toprak kokusunu duyuyordu.
Yattığı yerden bir yerleri seyrediyordu. Bir yol vardı upuzun. Asfalt bir yol. Ta Istranca içlerinden gelip Kırklareli şehrine kadar gidiyordu. Kuzey dağlıktı. Güneyde Şeytan Dere ve öte düzlükte şehir. Dağların beri yamacında da gerçekte olmayan bir şehirdi vardı. Bir yol vardı dibinde; kuzeybatıdan gelip güneydoğuya giden. Şehir, bin yıl önce terkedilmiş, bir daha insan ayağı değmemiş gibiydi. Yolun asfaltı dilim dilim. Çatlak patlak olmuş. Eğri büğrü çatlaklar tozla, toprakla dolmuş. Çatlaklardaki otlar uzayıp kurumuş. Kimi yerlerde bodur ağaçlar, dikenli çalılar çıkmış. Ama afat vurmuş gibi onlarda kurumuş. Bir savaş olmuş. Ya da yer sarsıntısı olmuş da insanlar yıkıntılar altında kalıp ölmüş. Sağ kalanlar da terki diyar etmiş. Ne olduğu belli değil. Çatlak patlak asfalt yolun kuzey yanında binalar vardı. Sıra sıra dizilmişler; üç kat, dört kat, beş kat, büyük, yüksek. Kapıları, çerçeveleri, camları yoktu. Sıvaları, boyaları yok. Açıkta kalmış tuğlaları savaş sonrası gibi delik deşikti. Çatıları çökmüş, kiremitleri dökülmüş. Alt katlar yolun altında, aşağıdaydı. Işıksız bodrumları vardı insanı ürperten. İçleri su doluydu. Kirli, bulanık ve sel suyu gibi… Harabe evler, viran bir şehir; yıkık bacalarında baykuşlar bile yoktu öten.
Kendine gelip de gözlerini açtığı zaman çatlak kabuklu yaşlı bir ahlat ağacının dibindeydi. Ama gerçek değil bir hayaldi o. Sırtını dayamış gövdesine. Düşte gibi. Neler olmuştu bunca zaman? Neredeydi? Hastanede mi? Evde mi? Yatağının içinde… Biçare, kendini bırakmış, bakışları boşlukta, her şey, her yer başka. Beyni ot torbası gibiydi. Ağlamak istiyordu. Bir ağlayabilse! Doya doya. Hani sel gibi yaşlar akıtabilse de boşalabilse! Anlamsız bir karmaşanın içinde ne yapacağını bilemiyordu. Olanlar neydi? O kimdi? Neden böyle oluyordu? Burası neresi? Evi nerede? Bugüne kadar nerede, nasıl yaşamıştı? Bir Gökçe vardı; o, kendi kendini yiyip bitirdikçe mutluymuş gibi gülümseyen, hatta nispet yaparmış gibi sırıtan.“Onula mıydın?” diyor ona. “Onunla mı kaçtın? Demek oydu! Bunca yıl… Ben biliyordum ama...” derken sesi çıkmıyordu. “Tamam.” Diyordu Gökçe. “Saklamanın bir anlamı yok artık. İşte, gördün.” İçi içini yiyor ama gene güçsüz, elini, kolunu kaldıramıyor. Sözde konuşuyor ama sesi çıkmıyor. Hem de duymuyor.
Peşlerinden koşmuş, tutamamıştı. Ama nelerin olduğunu anlıyordu. Anlıyordu ya gene de inanmak istemiyordu. Gökçe’nin dediklerini duymuş muydu? Oysa duymak istemiyordu. Gözleriyle görmemişti ki! “Öyle mi oldu Gökçe?” Gökçe; “öyle oldu” mu diyor, yoksa “öyle olmadı” mı ama “öyle oldu” dediğini düşünüyordu. Ah bir dese! Gene ona, “hey be deli adam! Sen kafayı yedin!” dese, “tımarhaneye, tımarhaneye!” Bağırsa, üstüne yürüse! “Bunca yıl…” dese. “Dedim dedim anlamadın! Anlamadın, anlamadın! Anlamıyorsun!” Dese; “ağladım anlamadın, bağırdım anlamadın! Yeminler ettim; Kuran üstüne, çocuklar üstüne ama gene inanmadın. Bana güvenmedin!” Gene böyle dese de gene inanmasa! Ama dese. Keşke! Sövse, saysa, ağlasa da böyle alaycı gözlerle bakmasa! Ama demiyordu. “Yalan! Hepsi yalan! Uydurmaca! Kuruntu, vesvese! Ben namus için ölürüm ulan! Bir namus için…” Dese; “ölmek var, ayrılmak yok demedik mi biz daha on beş yaşındayken? Ben senin için ölürüm ulan, boynuzlamak da neymiş?” Ama demiyordu. “Evet, evet…” diyordu aksine. “O benim sevgilim.” diyordu. “Hem de kaç yıllık. Seni hep aldattım. On sene, yirmi sene, otuz sene… Elli sene hep... Orada. O viran şehirde. Camları olmayan o yıkık dökük evlerde… Hep, hep... Beni hep suçladın ya! Hep kir attın ya! Yapmadığım, iki dünya bir araya gelse de yapamayacağım şeyleri kurgularında yaptırdın ya! Yaptığımı sandın ya! Şimdi oh olsun! Oh olsun, oh olsun! Sen de öl, geber! İstersen ölme! İki boynuz takın da bundan sonra öyle yaşa!”
“Kim o Gökçe? Söyle! Artık ölüyorum. Kırk yıl birlikte yaşadık. Kırk yılın hatırına! Yoksa ölmem bak! Söylemezsen ölmem. Ölsem bile gitmem. Ruhum burada olur, iki elim yakanda. Söyle Gökçe! Yalan de! Hepsi yalan. Benim söylediklerim yalan, seninkiler de kurgu de! Kuşku, endişe, vesvese… Sen delisin de!”
Konuşuyor muydu? Dudakları oynuyor, sesi çıkıyor muydu? Bilmiyordu. Gökçe, ne diyor, ne söylüyordu? Burası neresi? İstanbul’daki evi mi? Dağlardaki köyü mü? Yoksa ölmüş de öte köy mü? Ötenin berisi… Neresi? Düş mü, gerçek mi? Ne düş, ne gerçek; gaipte bir yer mi? Belki konuşuyor da duyulmuyordu. Belki konuşulan hiçbir şey yok, o duyuyordu. Çünkü bu Gökçe, karısı Gökçe’ye benzemiyor. Kendisi de kendine benzemiyor. Gökçe kim, Beyti kim? Biri cin, biri peri; burası da cinler, periler ülkesi. Cinler herkese benzer. Hem de her şeye benzer. Cin, peri var mıdır bilinmez; bir sen görürsün başkasına gözükmez. Karanlık yerlerde gezerler; istediklerine görünür, istediklerine görünmezler. Bu dünyaya kim salmış onları? Ne ağlaşırlar, ne gülüşürler. Ne çaldıkları belli, ne söyledikleri; karanlık sokaklarda alay çekerler. Onlar kimdir? Bu dünya, görünenlerin, dokunulanların dünyası… İnsanların, hayvanların, dağların, taşların, otların, ağaçların… Yılanın, kertenkelenin, kurdun, kuşun. Anıran eşeklerin, kişneyen beygirlerin, balıkların, çıyanların, gülen ayva, ağlayan narların… Elle tutulan, gözle görülen her şeyin. Cin, perinin bu dünyada işi ne? Görülmeden, duyulmadan, tutulmadan kalleşçe… Bu dünyada işleri ne? Kül tepesinin üstüne oturmuş; sanki babasının evi, öyle de kurulmuş. Çocuk, gelip üstüne işiyor görmeden. Ne bilsin? Yüzüne bir tokat vuruyor, “niye üstüme işedin?” diye. Çocuk neye uğradığını şaşırıyor. Suçu ne, günahı ne? Ağzı yamulmuş, dudağı sarkmış; kaçıp eve gidiyor. Anası, “ne oldu sana?” diyor. Dili tutulmuş, konuşamıyor. “Kaç kez söyledim, cinlerin üstüne işeme!” Toplanmışlar karanlık sokakta, sesleri duyulmuyor, kendileri görünmüyor; sanki babalarının sokağı gibi vermişler el ele alaylar çekiyorlar. Sonra sokaktan geçen insanlar, neden onlara çarpıyormuş diye yüzlerine tokat vuruyorlar. Dünyanın bu sokağından kimse geçmesin mi? Evine gitmesin mi? İnmişler bu dünyanın içine, girmişler insanların içine, kurulmuşlar karanlık yolun üstüne; önlerinde çilingir sofrası, rakı içiyorlar, davul zurna çalıp düğün ediyorlar. Anası da diyor; “sen dokunmazsan cin sana dokunmaz! Çarpıp ağzını, burnunu yamultmaz!” Hadi gör de dokunma!
Burası neresi? Cin, peri ülkesi… Ne düş, ne gerçek; her şey onun ötesi. Beyti Bey, kâbuslar içindeydi...
Gün kavuşmuş, artık geceydi. Daha önce gitmediği, görmediği, bilmediği eski zamandan kalma hayalet bir şehrin içindeydi. Tanımadığı bu şehrin tanımadığı bir sokağında tek başına yürüyordu. Bilmiyordu; niye burada, nereye gidiyor? Sokağın ilerisindeki tepe üstünde evler vardı. Hepsi tek katlıydılar ve allı, yeşilli bahçelerin taş işlemeli duvarları, boyalı kapıları vardı. Ev aralarında dar yollar vardı. Taş kaldırımda ıhlamurlar, akasyalar, çınarlar vardı. Salkım söğütler, duvarlara tutunmuş sarmaşıklar, hanım elleri, erguvanlar… Şu şehirde hayat vardı. Yollar asfalttı ve temizdi. Lambalar yanıyor; meydanlar, sokaklar aydınlıktı. Evler bakımlıydı. Geniş bir cadde, ötelerden beriye doğru geliyor, aşağıdaki dere yatağının orada kıvrılıp güneye doğru gidiyordu. Gene, bu büyük caddeye tepeden inen dik bir yol vardı ve bu ikisi bulunduğu yerin az ötesinde kesişiyordu. Kesiştikleri yerin az üstündeki köşe başında bakkal dükkânına benzer bir yer vardı. Dükkânın önünde çok insan vardı. Kimisi ayakta, kimisi oturmuş; birbirleriyle konuşup sohbet ediyorlardı. Evet, bu şehirde hayat vardı. Onları görünce durup baktı. Şaşırmıştı. Bu şehir hangi şehirdir bilmiyordu ama oradakilerin hepsi tanıdık; onları biliyordu. Bakkalın karşı köşesindeki yüksek yerde de iki katlı bir ev vardı. Taştan bahçe duvarı, demirden kapısı vardı. Yüksekteki evden sokağa inen siyah mermerden merdivenler vardı. Kimisi merdivenlere oturmuş, kimisi kaldırım taşlarının üstünde; basma fistanlı, başları eşarplı, kimisi şalvarlı, kimisi çıplak bacaklı bir sürü kadın, ellerinde örgüleri, gene onlarla birlikte sokak lambasının ışığında koşturup oynayan çocukları vardı. Şaşırmıştı. Bu kadınlar, kendi şehrindeki kendi mahallesinin kendi sokağındaki kadınlar, bu çocuklar da aynı çocuklardı. Onun şehrinde, onun sokağında toplanıp dedikodu yapan kadınlar, oynaşan çocuklar, fingirdeşen kızlardı bunlar. Hepsini tanıyordu. Ama bu şehri bilmiyordu. Hiç görmediği, sokağını, caddesini tanımadığı, bir şehir… Işık var, cadde, sokak var, kaldırım var, köşe var ama otomobil yok. Otomobilsiz, bin sene öncesinin bir şehri gibi. Bisiklet yok, at arabası bile yoktu. Gürültü yok, patırtı yok, korna seslerinin, egzoz dumanlarının olmadığı çok eski bir şehirdi nenesinin anlattığı gibi. Bu şehir, Bulgaristan şehri miydi acaba? Artık böyle bir şehir orada var mıdır, kalmış mıdır, onu da bilmiyordu. Düşünüyor, hafızasını zorluyor, hatırlamaya, anımsamaya çalışıyor ama olmuyor. Böyle bir yer… Böyle bir yer… Şimdiki yaşamında ya da daha önceki hayatında böyle bir yer var mıydı? Sanki var gibi geliyordu ama ne alaka? Geçmişe yolculuk olacak şey mi? Acaba ruhu kaç bedende kaç milyon yıl yaşamış? Bu şehir; ruhu başka bir bedendeyken yaşadığı bir şehir miydi ki? Ama yol boylarındaki, ev yanlarındaki insanları tanıyordu. Onları daha önce görmüş, hatırlıyordu ama kimdiler? Çıkaramıyordu. Hangisi kim? Kimin adı ne? İsmini bilmediği Huriye kimin karısı? Himmet kimin oğlu? Ümmiye kimin kızı? Fırtınaya tutulmuş çalkantılı bir deniz gibiydi başının içi. Bu gece vakti, bilmediği bu şehrin tepe mahallesinde ne işi vardı? Nerden geliyor, nereye gidiyordu? Kimi arıyor, kimi gözlüyordu? Çocukları yok, karısı yok, kimsiz, kimsesiz...
Çocuklar yok, çocuklar yok! Kaybolmuşlar. Gökçe yok, Gökçe yok! Yitmiş, yok olmuş. Kancık bir şeytanın peşinde…
Gökçe, bir şeytanın peşinde miydi? Şeytan, aklını mı çelmişti? Oysa daha on beş yaşındayken söz vermişti ona. “Ölmek var, dönmek yok” demişti.
Saat kaç? Gece yarısı mıydı, yoksa sabaha karşı mı? Kimisi bakkal dükkânı önünde, kimisi karşı evin bahçe duvarı dibinde. Toplanmışlar. Çocuklar, sokak lambasının sönük ışığındaki oyunun içinde. Yamaç bir sokakta, sağır bir sessizlikte, tarih öncesinden kalmış bu şehirde ne arıyordu? Gitmiş gitmiş gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş. Gele gele buraya gelmiş. Topuz başlı, çatalkuyruklu ışığın kaçırdığı karısını mı arıyordu? Yoksa kaybolan çocuklarını mı? Masal gibi… Çocukken dinlediği eski bir maslın içinde gibiydi. Bu masalın mazlum kahramanı… Hatırlıyordu. Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ben nenemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, nenem de ölüş yaşı doksan üç iken. Çook çok eskiden, çook çok uzaklarda bir şehir varmış. Oradaki insanlar mutlu bir hayat sürerken bir gün çok kötü bir şey olmuş… Evet, kötü bir şey olmuş; onu biliyordu.
Bakkal önündekilerden birisi yola fırladı. Onu tanıyordu ama kimdi, çıkaramıyordu. Büyük bir telaş içinde, çok aranmış ama bir türlü bulunamamış birini görmüş gibi avazı çıktığı kadar, hem de eliyle göstererek; “İşte o! İşte o!” diye bağırıyordu. “Bakın, bakın! Gördüm! Onu gördüm. Yemin ederim gördüm. Buydu, bu! Ta kendisi… Beyti Bey, Beyti Bey! Şeytan bu!” Oradaki herkes, dik sokağın başına doğru koştular. Merak içinde, Gökçe’yi kaçıran şeytanı görmek istiyorlardı.
“Şeytan bu, şeytan bu! Beyti Beey, şeytan bu!”
Kadının gösterdiği yerde biri vardı. O da herkes gibi gözle görülen biriydi. Ne cin, ne şeytan; herkes gibi bir insan… Kot pantolonlu, kırmızı mintanlı, uzun saçlı, kara sakallı genç bir adam. Kadının bağırışıyla birlikte olduğu yerde donmuş gibi kalakalmıştı. Kalabalık, koşup yola çıkmış ona bakıyor, öteki açmış ağzını durmadan bağırıyordu; “Bu o! Bu o! bu…” Hem bağırıyor, hem de Beyti Beye göstererek, “Şeytan o! Şeytan o! Şeytan…” diyordu. “Gök gözlü Gökçe’yi kapıp kaçan!” Hem de korku mu, öfke mi; sebep her ne ise tir tir titriyordu.
O genç adam, Beyti Beyi gördü. Görünce korktu. Bir an duraksadı, sonra da yüzünde beliren alaycı orospu gülümsemeyle kaçmaya başladı. Beyti Bey, o anda korkunç bir öfkeye kesildi tepeden tırnağa. Kaç yıldır onun peşindeydi ve şimdi burada, bu bilmediği şehrin bu tepe mahallesinde, gecenin bu sabaha karşısında bulmuştu. Kaçtı, kaçtı, kaç yıl! Ne oldu? Geldi, burada, hiç ummadığı bir yerde, ummadığı bir anda yakalandı!
Şeytan kaçıyor, o kovalıyordu. Yolu geçti, karşıdaki kadınlı, kızlı kalabalığın içine girdi. O da peşinden… Elinde, ucu sivri, yüzü keskin kocaman bir bıçak vardı. Bıçağı nerde buldu, eline ne zaman aldı bilmiyordu. Sadece tepeden tırnağa öfke içinde, bütün kasları gerilmiş, şeytan adam can havliyle kaçıyor, o kovalıyordu. Yaklaştıkça elindeki ekmek bıçağını sallıyor, savuruyor ama tutturamıyor, tutturamadıkça sinirleniyor, başını kesmek, işkembesini deşmek, bağırsaklarını çıkarmak, kanını akıtmak istiyordu. Sallıyor, savuruyor ama bir türlü denk getiremiyordu. Kadınların içine kaç kere girip çıktılar. Kaç tur attılar sık soluk içinde. Gökçe de oradaymış. Kadınların içinde. Görmemişti ama öyle diyorlardı. Kıskançlık krizine girip daha da deliriyordu.
Vay utanmaz! Yüzsüz, suratsız! Arsız! Kendini bilmez! Ettiği bunca pislikten sonra bir de buraya gelmiş! Hala peşini bırakmaz! Gökçe nerede, o da orada! Hep... Alçak, arsız, suratsız! Allah’ın lanetlisi! Baş edemeyip siktir ettiği. Karnını deşmeli, kesmeli! Kıyım kıyım etmeli! Yetmez, kemiklerini kırıp un ufak etmeli! Gene de ölmezse başını ezmeli! Şeytanın başı ezilmeli ki dünya ondan kurtulsun. Adam, kaçıyor, kaçıyor, kaçıyor. Ama bir çıkış yolu bulup uzaklaşamıyor; gene dönüp geliyor, kadınların içine giriyor, gene çıkıyordu. Gidiyor, geliyor, bir girip bir çıkıyor döne döne. Şeytan, bir çıkmazın içinde, eli bıçaklı Beyti Bey de peşinde. Yetiştikçe sallıyor. O sallıyor, genç adam kaçıyor. Erkek orospusu! Şeytan yüzlü! Hep gülüyor! Hep sırıtıyor!
Gökçe de ordaymış. Kadınlardan kalabalığının içinde…
Şeytan adam, ne kadar uğraştıysa bir çıkış yolu bulamadı. Boks ringinde gibiydi ve sanki dört yanı çevriliydi. Az ötede, ringe benzer balkon betonu gibi yerin bir köşesine sıkışıp kaldı. Daha da kaçacak yeri yoktu. Beyti Bey, deli gibiydi. Köşedeki adama saldırdı. Elindeki bıçağı yıldırım hızıyla karnına batırdı. Batırdı, çıkardı, batırdı, çıkardı. Bir kere, iki kere, üç kere… Öl, geber! Öl, geber. Öl, geber! Bıçağı batırıp çıkarıyordu ama hıncını bir türlü alamıyordu. Çünkü karnı deşilen, insan değildi. Karnı delinip ölen, insan biri değildi. Öl geber! Öl geber! Şaşırdı, donup kaldı. Karnı deşilen adam şekil değiştirmişti birden. Önce ıkınıp büzüştü; başı, gözü, eli, beli, her yeri belirsizleşti. Ringin ipleri burgu lifli çeliktendi. Karnı deşilen adam, büzüşüp sümüklü sülük gibi bir şey olup çelik iplere sarılarak sıyrılıp balkondan aşağıya aktı. Salyadan, sümükten yaratılmış, başsız, gözsüz, kuyruksuz bir yılan gibiydi. Demir iplerden akıp bitince caddenin üstünde küçük bir su gölcüğü oluştu. Beyti Bey, put olmuştu. Bu bir yok oluştu. Gücü tükendi, eli, ayağı titredi. Bitkin bir halde yere çökerken elindeki bıçak düştü. Gözleri kararıyor, başı uğulduyordu. Duyulur duyulmaz bağırışlar, belli belirsiz feryatlar, figanlar vardı...
Kaç günler sonra kendine geldiğinde bir hastane odasında olduğunu anladı. Başucunda kızı Sevgi vardı. Gözlerini zorla aralayıp ona bakmaya çalıştı. Çok yorgundu. Bitkindi. Çapaklı gözlerini açmakta zorlanıyordu. Göz kapakları şiş, ağır, çok ağır, bir tonmuş gibiydi. Yüzü şiş, su toplamış gibiydi. Olup bitenleri anımsamaya, anlamaya çalışıyordu. Sevgi, çok ağlamış, yüzünden belliydi. Mustafa’yı gördü. O da ayakucunda dikiliyor; biraz üzgün, biraz öfkeli, biraz acıyarak babasına bakıyordu. Beyti Bey, anladı. Pişmanlık suçluluğu içinde kalıp gözlerini yumdu. Sonra gene açtı. Kızı Sevgi’ye, oğlu Mustafa’ya baktı. Aslında bakamıyordu. Gözleri yaşardı. Anlıyordu ki, kötü şeyler yapmıştı. Ama ne? Sormak istiyor, soramıyordu.
Sevgi:
“Baba suus.” dedi. “Konuşma…”
Kızı, elini tutup hafiften sıkınca bir acı hissetti. Baktı, sargılıydı. Elinin kesik olduğunu anladı. Hayal meyal hatırlıyordu. Bir kitap okumuştu. Bir öykü kitabı… Çok uzun. Kitabın yazarı kendisiydi. Kurgu kendisinindi. Bunu filme çekiyordu. Baş rol oyuncusu da kendisiydi.
Gece, yarıyı geçmiş. Ay ışığı var. Camlar açık. Ötesi sokak. Direklerde lambalar. Lamba ışığı, ay ışığıyla bir olup odaya sızıyor. Ağustosta ince bir yel. Gece serin. Tül perdeler titriyor. Titreyen tülü aşıp odaya giren ışık, karşı duvarda raks ediyor. Raks eden titrek ışıklar içindeki mavi çarşaflı yatakta uyuyor. Ter içinde. Başından sızan ter yüzünden akıyor. Yastık su gibi. Üstünde ağırlık… Karabasanlar altında eziliyor. Ciğerleri kaburgalarına yapışmış. Nefes alamıyor. Boğuluyor. Kar, kar, kar. Her yer beyazlar içinde. Tipi savuruyor. Zil çaldı, zil çaldı! Koşuyor, karlara bata çıka. Kara köpek, kara köpek! Kara köpek Beytooo! Sokaklarda tanklar yürüyor. Köşe başlarında silahlı askerler. Sabaha karşının tatlı uykusundayken kapı tekmelenip kırılıyor. Can alıcı kılıklı adamlar. Kelepçeleyip götürüyorlar. Çocuklar ağlaşıyor. Gökçe, dilini yutmuş. Konuşamıyor. Zifiri karanlık bir oda. Yüzüne ışık tutuyorlar. Kara bereli biri bağırıyor; söyle! İtiraf et! Kod adın ne? Beytullah. Beytullah’mış! Yalan! Ulan Allah’ın adını ağzına alma! Allahsız, kitapsız, dinsiz, imansız! Soyadım Velioğlu. Yalan! Ulu bir kişinin adını ağzına alma! Ana, bacı tanımaz Komünist karga! Asarım ulan seni! Keserim ulan seni! Hadi anlat! Anlat, anlat! Hangi örgüte üyesin? Anlat! Ben öğretmenim. Kes kes! Yalancı pezevenk! Öğretmen gibi bir kutsalın adını ağzına alma! Gererim ulan seni! Urgan gibi! Falakaya yatırırım! Her şeyi anlatmazsan… Tek, tek. Haydi anlat! Hangi örgüt? Hiçbir örgüt. Örgüt yok. Ben öğretmenim. Parti üyeliğim bile yok benim. Tek dernek üyesiyim. Töbder… Ulan komünist! Ulan beyni sulanmış densiz! Devrim yapmak size mi kaldı! Devlete kafa tutmak kimi, siz kim! Ulan Amerika’ya karşı gelmek size mi kaldı? Götü boklular! Verin ulan şunun sikine elektrik! Taşaklarına… Verin de… Sapsız, taşaksız… Karısını başkaları becersin de... Kıçına cop sokun! İbne olsun… Olsun da özgürlük demeyi unutsun! Bağırıyor; ulan satılmış köpekler! Amerikan köpekleri! Ulan silahlı züppeler! Vuruyorlar; tekme, tokat, yumruk… Kan, kan, kan. Artık acı duymuyor. Tepeden tırnağa öfke… Bağırıyor; biz devrimciyiz! En büyük devrimcinin izindeyiz! Ölümle nişan yaptık, korku nedir bilmeyiz! Tekme, tokat, yumruk… Acı duymuyor. Öldü diyor birisi. Canı cehenneme! Çöl kadar engin, bataklık kadar derin bir yer… Ağzı bağlı bir çuvalın içinde. Nefes almakta zorlanırken burnuna küflü ekmek, ekşi yemek artığı kokuları geliyor. Uçuşan martı çığlıkları… Dumanlar. Yanan naylon kokuları… Çuvalın ağzı açılıyor. Kanlı yaralarına martı gagaları çöküşüyor. Gücü tükenmiş, kolunu kaldırıp kışt edemiyor etobur martıları. Anası geliyor. Kara, toza, çamura bata çıka. Beytooo Beyto! Nefesini ver, nefesini ver! Hem al, hem ver! Beytooo Beyto! Nefes al, nefes ver domuzun dölü! Yüzükoyun yattığı yerden kaldırıp sırtüstü çeviriyor onu. Köydeki kar içinden, Demirci Halim köyündeki toz içinden, Alibeyköy’deki çöplükten… Ağzını, burnunu siliyor. Ana ölüyooor, ölüyor! İki avuç içi göğsüne inip kalkıyor, inip kalkıyor. Püf! Şişmiş körük gibi üflüyor. Karlar, tozlar, çöpler uçuşuyor. Kar, toz, çöp olmuş karabasanlar kaçışınca fırlayıp kalkıyor. Öfkeli. Çok öfkeli. Öfkeden kuduruyor. Bağırıyor, çağırıyor. Sağı, solu yumrukluyor. Tekmeler savuruyor. Vazolar kırılıyor, kapı kırılıyor, camlar kırılıyor. Elleri kesik içinde; fışkıran kanlar ışıkların raks ettiği lila duvarlara sıçrıyor. Her yer kan, her şey kan. Öfkesi susmuyor. Gökçe, yalvarıyor iki gözü iki çeşme; “Beytooo yapma! Beytooo yapma! Yapma, yapma, yapma! Kurbanın olayım! Kendini öldürme! Öldürmeee!” Başı uğulduyor. Kulakları uğulduyor. Uğultulu başını masaya vuruyor. Bir kere, iki kere, üç kere... Başı yarılmış. Başı kan içinde. Yüzü, gözü. Kan, yerlere süzülüyor. Her yer kan, revan. Kanlı başını duvarlara vuruyor. Bağırıyor. Bağırtısı açık camdan çıkıp sessiz gecenin içinde yankılanıyor. Sonra kendisini mutfakta buluyor. Mutfakta bıçak buluyor. “Şeytan, şeytan!” Olan gücüyle savuruyor. Sağa, sola, öne, arkaya. “Çocuklar yok! Kayboldular.” Bıçağı savuruyor. “Şeytan, şeytan, şeytan…” Savuruyor. “Kalleş şeytan! Kancık şeytan! Işık olmuş!” Sallıyor, sağa sola şuursuzca. Perdelere, tüllere, kapılara, yataklara, yastıklara… Her yer kızıl kan. Gökçe, yığılıp kalıyor ayakları dibine. Yere. Kanlar içine. Sonra kendisi de onun üstüne…
Kapılar tekmelenmiyor dışarıdan. Güm, güm, güm… Bağıranlar, feryat edenler, yalvaranlar. Kapılar kapalı. Çok geçmeden biri kırılıyor tekme darbeleriyle. Devrilip yıkılıyor. İçeri doluşuyorlar. Bir sürü insan, don, gömlek. Koşuşturmaca, telaş. Birileri ağlıyor, birileri haykırıyor. Telefonlar çalıyor ardı ardına. Acı siren sesleri sarıyor gecenin ıssızlığını. Her yer kan. Halılar, yataklar, duvarlar. Zamanla yarış. Birisi koşup geliyor; Gökçe’yi kaptığı gibi kucaklayıp götürüyor. Her yer kan. Beyti Bey, yerde iki büklüm… Her yer kan. Bıçak… O da yerde, kan içinde. Beyti Bey, yerde ve iki büklüm… Başı kan, yüzü kan, elleri… Akıyor. Oluk oluk. Damarları boşalıyor. Kan akıyor. Başındaki uğultu bitmiş. Kulaklarındaki uğultu gitmiş. Gözleri kararıyor sonra ve ölüyor. Azrail’i görüyor. Azrail şaşkın. Şeytanı görüyor. Dolabın arkasına gizlenmiş. Kıs kıs gülüyor. Hayaletler telaş içinde. Ölüm kalım savaşı... Zamanla yarış. Birinin kucağında sanıyor kendini. Rüzgâr sesleri duyuyor. Otomobil sesleri, siren sesleri… Minarelerden ezan sesleri geliyor kulaklarına. Ve burnuna hastane kokuları…
Bir şeyler söylemek istedi Sevgi’ye. Sesi çıkmadı. Başını çevirdi usulca. Gözleri dolu doluydu. “Öldü mü?” dedi gene usulca. Sevgi, sargılı başını okşadı onun, çocuk başı okşar gibi; “ölmedi.” dedi. “yorma kendini, annem ölmedi. Yaşıyor.” Gözlerinden yaşlar süzüldü. Gene ağlıyordu. “Neden içtin baba? Hani söz vermiştin! Hani içmeyecektin! Hani iyileşmiştin! İyi mi oldu şimdi? Neden içtin ki baba! Ya annem ölseydi! Ya sen ölseydin! Herkes ölüce ben… Hey büyük Allah’ım…”
Yazar notu:
Bu yazı, 2008 yılında saygın bir sitede aynı isimle yayınlandı. Lakin öyküdeki Beyti Beyin yazarın kendisi olduğunu sanan birisince ağır ithamla saldırıya uğrayınca yayından kaldırıldı. Kimliğini gizleyen bu kişi, günlerce arandı ama bulunamadı. Kimdir, bileniniz var mıdır diye sormak için tekrar yayınlıyoruz. Hoşgörünüze sığınarak…
Tevfik Tekmen. T.C.S. Lüleburgaz/2004
YORUMLAR
GİRİŞTE DETAYLI BİR TASVİR. GÜNEŞ TASVİRİNİZE BAYILDIM...GÖZLERİMDEKİ RAHATSIZLIK NEDENİYLE TAMAMINI OKUYAMADIMSA DA OKUMAYI MUTLAKA TAMAMLAYACAĞIM.ŞUNU AÇIKLIKLA SÖYLEYEBİLİRİM Kİ, BU YAZI BİR ÖYKÜ DEĞİL, BİR ROMAN BÖLÜMÜ OLABİLİR; ZİRA ÖYKÜLERDE ÇOK UZUN TUTULMUŞ BİR TASVİR OLMAZ VE OLAYLARIN ANLATIMI KISA VE DETAYSIZ CÜMLELERLE YAPILIR, ROMANLARDA İSE SİZİN YAPTIĞINIZ DA GEÇERLİDİR...UKELALIĞIMI HOŞ GÖRÜNÜZ...YAZIM KURALLARINA UYUMUNUZ MÜKEMMEL...TEBRİKLER.SAYGIYLA