15
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1709
Okunma
-Tete, sana bir şey sormak istiyorum. İnsan görmeden renkleri nasıl bilir?
-Bu soru bana değil, gözlerime ve yüreğime.
Çocuktum evlât.
Sarı mum hastalığı derler bizim oralarda. Ateşli eder çocukları.
Zaten sıcaktan kavruluruz, bir de sarı mum gelirse, ya öldürür, ya da mum gibi eritir.
Beni önce mum gibi eritti.
Eritirken gözlerimi de yanına aldı götürdü.
Büyüdüm, sadece büyüdüm.
Her şeye dokunarak, koklayarak, hissederek, duyarak, varlıkların ne demek olduğunu anlamaya çalışarak büyüdüm.
Siz renkleri görerek, ben koklayarak, dokunarak anlarım.
Sonra bir gün yoluma benim gibi bir kız çıktı. Eğri büğrü bir bastona muhtaç. Bastonlarımız bir suyun kenarında çarpıştı. İkimiz de suya düştük. İkimiz de dokunup tanışmaya mecburduk. Dokunduk birbirimize.
Birbirimize bilmeden yakınlaştık. Ben nasıl dokunduysam, elim onun dodobişkalarına değdi.
-O da ne Tete, zamparalığa mı başladın yoksa.
-Zamparalık nedir bilmem evlât. Dodobişka, bizim dilimizde dudak demektir. Ben o yaşıma kadar hep sakal ve kıl içinde olan kendi dodobişkalarımdan sonra, ilk defa böyle bir şeyle karşılaştım. Sonra elimi saçlarına doğru uzandı. İşte dedim yüreğime… Yıllardır aradığım melek karşımda duruyor.Sonrası yok oluş. Ne yaptıysak birbirimizi ulaşamadık. Kime sorduysam yok dediler.
Hatırladığım parmaklarımın sayısı ile elli yıl kadar öncesiydi. Bizim oralardan bir adam.
Onu Yeşil Kayaların arkasında gördüğünü söyledi. Önce sevindim, sonra üzüldüm. Yeşil neydi?
Sorsam bana nasıl anlatırdı, ya da ben nasıl anlardım. Sordum.
-Yeşil ne? Dedim.
-Sersem. Dedi. Kaldır ayaklarını da sana üstüne bastığın yeşili göstereyim.”
Boynumdan yakaladı. Nefesini gözlerimde hissettim. Beni nehre atacaktı ki, kuşlar geldi. Yüzünü pençe pençe ettiler. Üzüldüm. Bana sersem dediği için üzüldüğümü sanma sakın. Nehre atılacağım için de üzülmedim. Kuşlarımın pençelerine üzüldüm. Öyle bir adamın yanaklarında acımış olmalı mutlaka pençeleri diye düşündüm içimden.
Bütün kuşlar dalından havalandı. Bastonumu aldım, kuşların peşine takıldım. Yolculuk çok uzun sürdü. Üstünden kaç kış geldi geçti, kaç bahar bilmiyorum. Bildiğim yükseklerden gelen leylek sesleri. Ben leylekleri çok severim bilir misin evlât. Üstüne uzak diyarların kokusu siner. Peşlerine takılırım. Yolda yaralananı olur, yarasını sararım. Yavrulayanı olur, yavrusuna bakarım. Beraber aç kalırız, beraber doyarız… Göçerler, el sallarım.
Bir gün bir de baktım ki leyleklerin beni getirdikleri yer, Yeşil Kayalar.
-Yeşil Kayalıklar olduğunu nereden biliyorsun Tete? Belki de başka yerdir.
-Sen benimle nerede karşılaştın?
-Yeşil Kayalarda!. Peki, ya renkler Tete. Benim takıldığım asıl soru da bu… Renkleri nasıl biliyorsun?
-severek evlât. Sen hiç gözlerinle yeşile baktın mı? Ya da maviye, içine çektin mi kokusunu bir kırmızı gülün? O zaman neyin ne renk olduğu kendi kendini belli eder. Senin gözlerini açıp, yorulmana gerek yok…Şu üstüne bastığımız Yeşil Kayalar yok mu evlât. Ben hatırladığım yeşili ilk ve son defa işte burada gördüm.
Oysa bu kadar sene bastonuma arkasında yollara düşüp yeşil kayaların ardındaki sevdiğimi bir kez görebilmenin hayaliyle bu yaşıma kadar yaşadım. Göçmen kuşlar benimle beraber diyar, diyar gezdiler. En yaşlı kuşlar dağların ayazına dayanamadılar.
Uçup gittiler…
Gitmelerine darılmadım da, onların seslerini bir daha duyamayacağımı bilmek var ya… İşte en çok ona darıldım.
Sen, bir şeyi çok istemeyi düşündün mü hiç? Yani “Göğün ucundan toprağa kadar” aklından başka hiçbir şey düşünmeden. İşte ben öyle çok istemiştim ki sevdiğimi bir kez görebilmeyi. Ama eksik istemiş olacağım ki… Kendisine sadece bir kez görmek istediğimi söyleyebilmişim. Ve sadece bir kez görebildim.
Güneşle beraber uyandım yıllar sonra bir sabah.
Her yanım yeşildi. Kuşlar uçuyordu gökyüzünde. Yanımda uzanmış yatıyordu, yeşilliklerin üstünde. Gülümseyen gözlerle bana bakıyordu. İkimizde birbirimizi görüyorduk. Sonra aniden kapandı gözlerim. Sahi evlât, sen hiç yeşile sarılıp öptün mü?
-Hiç aklıma gelmedi. Çünkü biliyorum ya nasılsa, ne zaman istesem yeşil hep yanımda!...
Davi/ öyküsatıcısı Kasım 2014