- 716 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BÜYÜK BİR ÂLİMDİ MEHMET SOFUOĞLU HOCA
Yetmişli yılların başlarıydı. Henüz yedi veya sekiz yaşlarında bir çocuktum. Ailecek Aydın iline bağlı Nazilli ilçesinin kuzeyinde, şehre beş kilometre uzaklıkta bulunan Dereağzı köyünde oturuyorduk. Babam, köyümüzün camisinde onlarca yıldır kadrosuz imam-hatip olarak görev yapıyordu. Sıcaklığın kendini iyice hissettirmeye başladığı bahar günlerinde köyümüze giyim kuşamı, konuşması ve kibarlığı ile bir hayli farklı olduğu izlenimi veren bir aile gelirdi. Evimizin yaklaşık yirmi-otuz metre aşağısında oturan Esma ninenin misafirleriydi bu sıra dışı aile. Anne babaları ile tahminen en büyüğü on beş, en küçüğü beş yaşlarında Seher, Kevser ve Selma adında üç kız kardeş olmak üzere beş kişiydiler.
Hemen her gün evinin önünde oyun oynadığımız Esma ninenin avlusunda bulunan ve kâh tomurcuklu kâh çiçekli dallarıyla etrafa buram buram kokular saçan müreffeh gölgeli akasya ağacının altı, bu beş kişiden oluşan zarif ve neşeli misafirlerle biraz daha şenlenir; âdeta mahallemizin mutluluk fuarına dönüşürdü. Ne zaman insanı rahatsız etmeyecek kadar hoş bir erkek kahkahasının ta evimize kadar ulaştığını duysak, hemen annemin; “Esma teyzenin oğlu Mehmet gelmiş!” sözünü işitirdik. Hiç unutmam, bir defasında “Hangi oğlu, nereden gelmiş?” şeklindeki soruma annemin “Büyük oğlu Mehmet, İstanbul’dan…” şeklinde cevap verdiğini daha dün gibi hatırlarım.
Köyde yaklaşık bir ay kadar kalırdı bu aile. Bu zaman zarfı içerisinde konu komşu sık sık bu akasya ağacının altına üşüşür, Esma nineye “gözün aydın” demeye gelenler olur, az ötedeki kahvehaneden masa ve sandalyeler getirilir, horozlar kesilir, odun ateşinde nefis yemekler pişirilirdi.
İLK DEFA "CANKURTARAN" KELİMESİNİ ONDAN DUYDUM...
Biz de bir gün yine bu ailenin geldiği günlerde birkaç çocuk, elimizde ince tenekeden küçük oyuncak arabalarla Esma ninenin evinin önünde oynuyorduk. Baktık ki bu akasyanın altında, sırtını ağacın gövdesine dayamış şekilde cüsselice birisi oturuyordu. Tahminen kırk beş-elli yaşlarında, bir hayli heybetli, biraz kilolu, yuvarlak ve geniş yüzlü, sakalsız ve bıyıksız, siyah çerçeve gözlüklü bir kişiydi bu adam. Babacan tavrı, güler yüzü ve insana güven veren o asil görünüşüyle âdeta bizi kendine çeken bir hâli vardı. Biraz daha yanına yaklaşmıştık ki, elimizdeki tenekeden oyuncak otomobilleri görünce “Bunlar ne güzel arabalarmış böyle, bakabilir miyim?” dedi. Biz de arabaları hemen memnuniyetle kendisine uzattık. Önce arkadaşımın arabasına sonra da benimkine baktı. Arabalardan birinin üzerinde kırmızı, mavi, beyaz ve sarı renklerden oluşan kapı, pencere ve direksiyonun yanı sıra şoför, doktor, hemşire ve siren lambası gibi farazi resimler bulunuyordu. O mütebessim ve sevecen hâliyle arabaya şöyle bir baktı; “Ooo, cankurtaran bu!” dedi. Ben de “cankurtaran” kelimesini ilk defa bu insandan duymuş, zihnime yerleştirmiştim…
İlk defa “cankurtaran” kelimesini kendisinden öğrendiğim bu insanın, daha sonraları İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde okutman olarak görev yapan Mehmet Sofuoğlu Hoca olduğunu öğrenecektim… Onun; başta sekiz ciltlik Sahih-i Müslim ve on iki ciltlik Sahih-i Buhari tercüme ve şerhleri olmak üzere Tefsir Dersleri, Kur’an’ın Faziletleri, EI-Fevzü’l Kebir fi Usuli’t-Tefsir, Tefsir’e Giriş, Tefsir Özeti gibi eserlere imza atan kıymetli bir âlim olmasının yanında hem köylümüz, hem uçtan uca akrabamız, hem de rahmetli babam Hasan Hüseyin Özünlü Hocaefendinin en yakın çocukluk ve delikanlılık arkadaşı olmasından büyük onur duyacaktım... Elbette rahmetli babamın, yeri geldikçe bana anlattığı o değerli şahsiyetle geçen çocukluk ve gençlik yıllarının anıları sayesinde:
OKUYACAĞIM... BU DİNİ ÇOK MERAK EDİYORUM BEN HASAN...
“Mehmet Sofuoğlu, benim en yakın çocukluk arkadaşımdı. O 1923 ben ise 29 doğumlu idim. Beş-altı yaş benden büyük olduğu hâlde hep beraber gezer, beraber dolaşırdık. Çevremdeki herkes bana “Hüseyin” derken o hep “Hasan” diye hitap ederdi. Bir dönem onunla beraber ayağımızda birer çift takunya, köyden Nazilli’deki okullara gidip geldik. Ben Nazilli Beş Eylül İlkokulunda okurken o Kur’an kursuna ve orta mektebe devam ediyordu. Yanımızda köyden, bugün muhtarlık yapan Ahmet Asat gibi birkaç arkadaşımız daha olurdu. Hafta içi hemen her sabah yaş kış demeden takunyalarımızı giyer, erkenden yola koyulur, beş gidiş beş dönüş on kilometre yol yürürdük. O yıllarda insanlar çok fakirdi. Ayakkabı ve para nerde? Bazı insanlar yalınayak dolaşır ya da eskimiş çarık giyerdi. Bana, deden rahmetli çam kütüğünden bir çift takunya yapmıştı. Sofuoğlu’nun Mehmet’e de babası Ali Molla bir çift nalın yapmış, onlarla okula gider gelirdik.
Mehmet Sofuoğlu hoca, gençliğinde ele avuca sığmayan cevval bir insandı. Bir yere gideceği zaman hep beni yanında götürürdü. Bana sık sık “Sonuna kadar okuyacağım ben Hasan! Bu dini çok merak ediyorum.” derdi. Yalnız delikanlılık günlerinde bir ara okuma hedefinden vazgeçer gibi olmuştu. Ergenlik çağının da etkisiyle önce Âşık Kerem’in kitaplarını okumaya, sonra kaval çalmaya, ardından da sağda solda aylak hâlde dolaşmaya başlamıştı. Bir gün rahmetli Çolak Dayı (Köyde çalışkanlığı ve ciddiyeti ile bilinen bir insan. Mustafa, Mehmet ve Yaşar Zengin’in babaları) bunu su kuyusunun başında yine aylakça vakit geçirirken görmüş. “Sen niçin sağda solda gezip duruyorsun böyle! Senin baban Ali Molla böyle bir adam değildi! Git dersine çalış bakim!” deyip bir de yüzüne hafif bir tokat vurmuş. Sonra bu tokat ve sözler onun çok ağırına gitmiş. Bir nevi iç dünyasında derin bir sorgulama meydana getirerek kendine çekidüzen vermesine sebep olmuş… Nihayet bu olaydan sonra Sofuoğlu Hoca tekrar aynı şevk ve heyecanla okumaya devam etti. Ben Kur’an kursuna giderken o Afyon Lisesi’ne geçti. Liseyi bitirdikten sonra Nazilli’de görev yapan bazı hocalardan özel olarak Kur’an ve Arapça dersleri aldı. Bu hocalar Hafız Osman Efendi, Arif Efendi ve Tavaslı Tahir Efendi idi. İşte benim de Sofuoğlu ile en yakın arkadaş olduğum, beraberce seyahatlere çıktığım, bir kardeş gibi kendisine yoldaş olduğum zamanlar da bu yıllardı. Ardından askerlik görevi için Sivas’a gitti. 1949’da terhis oldu ve yeni açılan Ankara İlahiyat Fakültesine kaydını yaptırdı. Fakülteyi bitirdikten sonra İstanbul İmam Hatip Okuluna öğretmen oldu. Bir ara devlet bursuyla Bağdat’a gitti. Orada yaklaşık iki yıl kadar kaldı, Arapçasını ilerletti. Yıllarca İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde hadis ve tefsir dersleri okuttu. Bu süre zarfında zaman zaman köye geldiğinde bana; “Hasan! İyi ki Çolak Dayı o gün bana bir tokat vurmuş… İşte o bir tokat ve birkaç acı söz, benim böyle okumama sebep oldu” derdi.
Sofuoğlu hoca gezip görmeyi çok severdi. Âlimlere, türbelere, tarihî yerlere karşı büyük bir hayranlığı vardı. Bir seferinde onunla birlikte yaya olarak köyden çıktık, Örencik ve Apaklar köylerini geçtik, Beydağ ve Ödemiş sınırına vardık, oradan da Birgi’ye ulaştık. Amacımız burada mezarı bulunan İmam Birgivi Hazretlerini ziyaret etmekti. Tabii sabahtan akşama kadar saatlerce yürümüş, ayaklarımız şişmişti. O zamanlarda bugünkü gibi arabalar çok değildi. İnsanlar uzak diyarlara gitmek için trenin veya nadiren bulunan eski otobüslerin dışında bir vasıtaya binemezlerdi. Bu nedenle atmış-yetmiş kilometrelik yerlere genelde yürüyerek giderlerdi. Bir defasında da yine Sofuoğlu ile Nazilli’den kara trene bindik, Selçuk istasyonunda indik; Efes harabelerini gezdikten sonra yaya olarak bayıra doğru tırmandık ve saatler sonra Meryemananın evine ulaştık. Kendisiyle böyle güzel anılarımız vardır.
Bir gün babama, yakın arkadaşlık yaptığı Sofuoğlu hocanın “Niçin diğer kardeşlerinden farklı bir soy isme sahip olduğunu” sordum. Bana, daha önceleri onun da soy isminin aynen diğer kardeşleri gibi “Seymen” olduğunu, ancak hocalarından birinin bu soy isim yerine Sofuoğlu şeklinde bir değişikliğe gitmesinin kendisi için daha hoş olacağını söylediğini, bu sebeple böyle bir değişikliğe gittiğini ifade etmişti. “Zaten babası Ali Molla’nın köyde saygın bir konumu vardı. Bu sebeple ailesine mensup kişiler ya “Sofuoğlu’nun Mehmet, Ahmet…” veya “Hacı Ali Mollaların Hüseyin, Süleyman…” şeklinde iki lakapla anılırdı. Ali Molla 1940 yılında, Dereağzı-Nazilli yolu kıyısında yer alan Ali Molla Çeşmesi’nin üst tarafında bulunan bahçe evinde vefat etmişti. Gür ve siyah sakalları göğsüne varan, neşeli ve gönül ehli bir insandı. Vefatından sonra Sofuoğlu ve kardeşleri Fadime, Ahmet, Hüseyin ve Süleyman yetim kaldılar. Anneleri Esma teyze, büyük zorluklarla onları yetiştirmeye çalıştı.”
"MEHMET SOFUOĞLU HOCAYDI O..."
Daha sonra biz yetmişli yılların ortalarına doğru köyümüzden ayrılmak durumunda kaldık. Köyün camiine kadrolu yeni bir imam tayin edilince babam rahmetli köyde durmak istemedi; Nazilli’nin yaklaşık dokuz-on kilometre güneyinde yer alan Yazırlı köyünün aşağı camiinde yine kadrosuz imam-hatip olarak görev yapmayı tercih etti. Üç buçuk yıl burada kaldıktan sonra 1978’de Nazilli’nin merkezine, Hayırsevenler Camiine kadrolu müezzin olarak atandı. Tabii biz köyden ayrılınca yazları annesine ziyarete gelen Sofuoğlu Hocaefendi’yi de artık göremez olmuştuk. Fakat Nazilli pazarının kurulduğu bir perşembe günü babamın, karşı tarafımızdaki kalabalığın arasında yürümekte olan gözlüklü, uzun boylu, fötr şapkalı yaşlı birini göstererek, “Bak şu giden fötr şapkalı yaşlı adam var ya, işte o Mehmet Sofuoğlu’nun kayınpederidir” şeklinde bir söz söylediğini, ardından “Devlet Demir Yollarından emekli memur” diye de ilave ettiğini hiç unutmam. (Sofuoğlu hocamızın kardeşi Hüseyin, yeğeni Doğan’dan kayınpederinin adının Yusuf olduğunu öğrendim.)
Esma nine, seksenli yılların başlarına kadar yaşamış, doksan yaşlarına doğru vefat etmişti. Onun vefatından birkaç yıl sonra, 1983’te oğlu Mehmet hocamızın da İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünden emekli olduğunu, senenin bir kısmını Nazilli tren istasyonunun alt tarafında bulunan kayınpederinden kalma bir evde geçirdiğini, zaman zaman köye uğradığını, kardeşlerini ve yeğenlerini ziyaret ettiğini duyuyorduk. Ancak kendisini bir daha o köyümüzdeki çocukluk yıllarından beri görmek kısmet olmamıştı. Bu, biraz da benim 1985 yılında üniversite sınavlarını kazanıp Ankara’ya okumaya gitmem, bundan böyle memleketten uzak kalmış olmamdan kaynaklanmıştı.
Yalnız 1986 yılı yaz tatili bitiminde otobüsle Ankara’ya döneceğim gün Sofuoğlu hocamızla ilgili şöyle bir hatıra yaşamıştım. O gün benimle birlikte aynı otobüsle bizim köyden evli Ahmet Zeybek abimiz çocuğunu üniversiteye kaydettirmek amacıyla Ankara’ya gidecekti. Akşam aynı otobüsle beraberce yola çıkacağımızı öğrenince çok sevindi. Fakat yüklerinin biraz fazla olduğunu, akşamüzeri evlerinden bunları alıp beraberce garaja gitmemiz hâlinde çok memnun kalacağını söyledi. Ben de bu teklifi kabul edince Yıldıztepe mahallesindeki evlerine gitmek üzere yola çıktık. Hürriyet caddesindeki polis karakolunun yaklaşık iki yüz metre batısında yer alan Zengin Mehmet Camii’ni görünce bir akşam namazı kılalım istedik. Abdestlerimizi alıp içeriye girdiğimizde, altmış-altmış beş yaşlarında birisiyle karşılaştık. Ahmet abi hemen kendisiyle tokalaşıp kısaca bir hâl-hatır sorunca, ben de merhabalaştım ve yüzüne şöyle bir baktım, bir an göz göze geldik… Kendisiyle bir yerlerden tanışıyormuşuz gibi bir his belirmişti içimde. Bu kısa görüşme o kadar hızlı başlamış ve bitmişti ki, sanki onun bana benim de ona söylemek istediğim bir şeyler varmış gibi bir hâleti ruhiye ile ayrılmıştık oradan. Namazı kılıp çıktıktan sonra Ahmet abi, “Camide karşılaştığımız kişiyi tanıdın mı? Mehmet Sofuoğlu hocaydı o” şeklinde bir söz söylemişti. Çok şaşırdığımı ve ağzımdan “ne!” şeklinde üzüntülü bir ünlem ifadesinin döküldüğünü iyi biliyorum. “Ah Ahmet abi! Bunu bana niçin onunla ilk karşılaştığımızda söylemedin? Çok üzüldüm gerçekten, hiç olmazsa beş dakika sohbet eder, elini öperdik…” şeklinde eseflerimi bildirmiştim.
"HEY GİDİ SOFUOĞLU HOCA HEY! DEMEK SEN DE GİTTİN..!"
1987 yılının yaz tatili sırasında memleketteydim. Babam rahmetli o yıl biraz sık hastalandığı için uzun kalmıştım. Sıcak bir öğlen öncesiydi. Köyümüzden Gencellerin Ali amca ziyaretimize gelmişti. Ali amca rahmetli o yıllarda her yaz bizim köydeki bahçelerin mahsulünü toptan satın alır, bize de bir miktar yiyecek kadar incir getirirdi. O gün de bize küçük bir beyaz kesenin içerisinde beş on kilo kadar incir getirmiş, “isterseniz seçelim keseyi açmışken” deyince beraberce seçmeye koyulmuştuk. Bu arada Ali amca hâl-hatır, muhabbet derken Mehmet Sofuoğlu Hocanın yaklaşık iki üç ay önce vefat ettiğini söyledi. O günlerde babamın hastalığı sebebiyle bir hayli telaşımız vardı. Hocamızın vefat etmesi ve bizim de bundan haberimizin olmaması babam rahmetliyi çok üzmüştü. Önce “Ya! Öyle mi?” şeklinde şaşkınlığını belirtmiş, ardından derin bir nefes almış, “Hey gidi Sofuoğlu Hoca hey! Demek sen de gittin..!” şeklinde üzüntülerini ve rahmet dileklerini ifade etmiş; ardından nemli gözlerle “Eee, artık sıra bize geliyor yavaş yavaş…” şeklinde bir söz söylemişti. Tespit edebildiğim kadarıyla Sofuoğlu Hocaefendi 10 Mayıs 1987 tarihinde, ramazanın 15’inci günü İstanbul’daki evinde kalp krizinden vefat etmiş, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiş. Babam rahmetli de aynen dediği gibi onun arkasından fazla durmamış, yaklaşık on dört ay sonra, 29 Temmuz 1988 tarihinde cuma günü saat 14. 45 sularında rahmeti Rahman’a kavuşmuştu.
İNSANIMIZIN MANEVİ TEDAVİSİ İÇİN ÇIRPINAN BİR TABİP BİR ÂLİMDİ
…
Sonraki yıllarda gerek çalıştığım Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatında gerekse Millî Eğitim camiasında birçok öğrencisi ve seveni ile karşılaştım Mehmet Sofuoğlu hocamızın. Hatta 2003 yılında Başkanlığımız Din Hizmetleri Dairesince düzenlenen Hutbe Çalıştayı için Ankara’ya gelen Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nevzat Âşık ile uzun uzun Mehmet Sofuoğlu hocamızı konuşmuş, beraberce hatırasını yâd etmiştik. Nevzat Âşık Bey bana, kendisinin, Sofuoğlu hocanın İstanbul’dan öğrencisi olduğunu ve ona büyük bir hayranlık duyduğunu, hatta köyüne kadar gidip onun hakkında araştırma yaptığını, köye onun adına bir kütüphane kurmayı bile düşündüğünü söylemişti. Ayrıca yine öğrencilerinden Nazilli İmam Hatip Lisesi Meslek dersleri öğretmenliğinden emekli Abdullah Kavlak hocamızın merhum Mehmet Sofuoğlu hakkında bir araştırma dizisi hazırladığını duymuştum. Ben de onu çocukluk yıllarından tanıyan, sayan-seven bir kişi olarak uzun zamandır hocamız hakkında bir araştırma yazısı yazmayı düşünüyordum. Bunu Nevzat Âşık hocama da ifade etmiştim. Bu; hem bir zamanlar en yakın arkadaşının oğlu, hem Esma ninenin elinde büyüyen bir komşu çocuğu, hem yayın dünyasında bir şeyler üretmeye çalışan naçizane biri olarak benim görevimdi.
Bugün bile ne zaman bir ambulans sireni duysam veya acı acı öten bir cankurtaran görsem, hemen merhum Mehmet Sofuoğlu hocamızı hatırlarım. Buğulu gözlerle âdeta şu ifade ve duyguların arasında dolaşır dururum: Hey gidi Sofuoğlu hocam! Cankurtaran sözcüğünü ilk kez senden öğrenmiştim. Sen de milletimizin canını kurtarmaya çalışan, insanımızın manevi tedavisi için çırpınıp duran koca bir tabip, büyük bir âlimdin. Binlerce öğrenci yetiştirdin, ciltler dolusu eserler kaleme aldın. Güzel insandın, gök kubbede hoş bir seda bıraktın. Allah makamını cennet, toprağını nur eylesin.
Mesut ÖZÜNLÜ
* Bu yazı ilk defa 27/06/2013 tarihinde Dünya Bizim kültür sitesinde yayınlanmıştır.
BÜYÜK BİR ÂLİMDİ MEHMET SOFUOĞLU HOCA Yazısına Yorum Yap
"BÜYÜK BİR ÂLİMDİ MEHMET SOFUOĞLU HOCA" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.