- 671 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bayramın Sekizinci Günü
Yeşil Ceketli Liliana’ya...
İnce yapılı güzel bir kadın... Kollarını üç ya da dört yaşlarındaki bir kızın boynuna dolaşmış. Arkalarındaki ağaçlar rengarenk: Kırmızı ve turuncu tonları. Bir tane sarı seçiyorum aralarında. New England sonbaharı... Nerede görsem tanırım. Bütün hepsi bir çerçevenin içine sıkışmış, dekanın masasında duruyorlar. Dekan ise resme değil bana bakıyor. Zamanında yeterince bakmış olmalı; özellikle de geçen sene eşinin başka bir adamla yazıştığını öğrendikten sonra. Bir süredir bu resim odada yoktu ama şimdi görüyorum ki yeniden ortaya çıkmış. İyiye işaret olmalı diye düşünüyorum. Başımı kaldırınca dekanla göz göze geliyoruz.
“Sebebini sorabilir miyim?” diye soruyor.
Resme dalınca konuştuğumuz konuyu, ki bu konunun şiddetle benim dekanın makamında bulunmamla ilgisi olduğuna eminim, unuttuğumu farkediyorum. Onun kafasında bir soru var ve benim bunu tahmin etmem gerekiyor. Benim kafamda da bir soru var: O şahane kadın nasıl oldu da bu Fred Çakmaktaş kılıklı adamla evlendi? Bu sorunun cevabını da benim bulmam gerekiyor. Hayattaki tüm sorular bana çıkıyor. Durumun ilginçliği beni gülümsetiyor.
“Gülünecek bir şey gördüğümü sanmıyorum Doktor Bragg.”
“Sorunuza değil efendim, aklımdan geçenlere gülüyorum.”
Dekan anlıyorum anlamında başını sallıyor. Anladıysa sorun yok, herhalde kalkıp ofisime dönebilirim dememe kalmadan Dekan Çakmaktaş soruyor:
“Beni yanıtlamadınız Doktor Bragg. Davranışınız ardındaki sebebi öğrenmek istiyorum.”
Demek ki bir davranışım sorunlu. Acaba hangisi? Sanki kısa vadeli hafızam silinmiş gibi.
“Bahsettiğiniz davranış...”
“Şu anda karşımda oturuyor” diye cümleli tamamlıyor.
Tamam, o zaman sınıfta “Eğer 19. yüzyılda yaşasaydık, zencileri bilançoda uzun vadeli kaynakların altına yazmamız gerekirdi. Peki amortismanlarının nasıl yapılabileceğini söyleyecek olan var mı?” demem değilmiş, bunu anlıyorum.
Oturuşumu gözden geçiyorum. Gayet formal, hatta bir üniversite ortamının gerektirdiğinden daha formal şekilde oturuyorum. Kimse bu sebepten dolayı dekanın odasına çağrılmaz. Gündüzleri içmediğim için alkol kokmuyorum. Steven’ın içtiği otun kokusu üzerime sindiğini de sanmıyorum. O zaman niye ben buradayım?
“Doktor Brag, geçen haftadan beri aynı kıyafetle okula geliyorsunuz. Yanlış anlamayın: Giysileriniz ya da siz kötü kokmuyorsunuz. Ama giydikleriniz bir cenazeci kıyafeti; on dokuzuncu yüzyıldan kalma siyah şapkanızı dersler dahil hiç çıkrmıyorsunuz ve en önemlisi yüzünüzde de bir haftadan beri zombi makyajı var.”
Biliyordum... Gardrobuma takılacaklarını biliyordum.
“Makyaj mı sorun?”
“Makyaj ve kostüm... Bakın Doktor Bragg, geçen hafta fakültede Cadılar Bayramını kutladık. Siz de kostümünüzle büyük sükse yaptınız. Buraya kadar hiç bir sorun yok. Hatta parti sonrası derse de bu şekilde girdiniz. Bunda da sorun yok. O gün öğrenciler zaten tüm hocalarını çeşitli kıyafetlerle görmüşlerdi. Ama bir tek siz ertesi gün ve onu takip eden günlerde de aynı kostümle geldiniz. Derslere cenazeci bir zombi olarak gelmenizi kabul edemeyiz.”
Cenazeci zombi mi? Yanlış anlaşılmasın, zombi tesbiti yanlış değil. Ama cenazeci? Yapmayın! Bir insan sırf siyah takım elbise giydi, başına da melon şapka taktı diye cenazeci olmaz ki. Bu noktayı belirtmeme fırsat bırakmadan dekan görüşmeyi sona erdiriyor ve beni makamından gönderiyor.
...
Ağzına kadar amber renkli birayla dolu kadehime bakıyorum. Siz biraya, bira da size bakar diye bir şey yok. Bira durgun ama bir şekilde yüzeyi köpüklenmiş göl gibi. Gözümün önüne Breugel’in Köy Düğünü tablosu geliyor. Danseden köylülerin ellerindeki biranın önümde seyrettiğimle aynı olduğunu düşünüyorum.
“Cadılar Bayramından sonra böyle dolaşmanın ürkütücü olduğunu biliyorsun, değil mi?” diyor, mini şortlu ve atletli garson. Garsonun atletten fırlayacak gibi duran göğsünün üzerine adı yazıyor: Kim.
“Adınız Kim, değil mi?” diye soruyorum.
“Yok değil. Servise başlamadan önce masanın üzerinde bunu bulup, taktım. Aslında adım Jackie.”
“Sen...” diyorum, “sana ait olmayan bir ismi taşıyorsun; ben de bana ait olmayan bir kıyafeti. Kim daha korkutucu sence?”
“Onlara sor istersen” deyip geri çekiliyor ve bardaki diğer müşterileri gösteriyor. Aralarında bana kaçamak bakışları fırlatanları görüyorum. Sonra biralarına ve sohbetlerine geri dönüyorlar.
Çok geçmeden masaya gençten bir adam yaklaşıyor. Elinde metalden bir tabak, tabağın içinde hesap pusulası...
“Biranızı bitirince hesabı ödeyip kalkmanızı rica edeceğiz. Diğer müşterileri huzursuz ediyorsunuz.”
Hesaba bakıyorum, bir birayı eksik yazmışlar.
“Bizden...” diyor genç adam.
Onun adı göğsünde yazmıyor. Bu yüzden adıyla ona hitap edemiyorum. Genel bir teşekkürle geçiştiriyorum.
...
Jane kanepede oturuyor. Sağ elinde televizyonun kumandası. Evin ışıkları kapalı ama büyük ekran televizyon odayı epeyce aydınlatıyor. Işığın yanısıra ses de sağlıyor televizyon. Morgan Freeman arka planda usul usul konuşuyor. Andy Dufreyn’in hikayesini anlatıyor, Jane ve koltuklar dinliyor.
Eşim beni farketmemiş gibi davranıyor. Eli hala kumandada ama düğmelere dokunmuyor. Mutfağa gidip kendime şarap koyuyorum. Jane yine yemek yapmamış. Şarabın yanına peynir doğruyorum. Kadehim ve tabağımla beraber eşimin yanına oturduğumda Andy çoktan hapisten kaçmış, kızıl saçlı bir İrlandalı olması gereken Freeman ise onun Meksika sınırından gönderdiği kartı okuyor.
“Bugün işe gittin mi?” diye soruyorum.
Gitmemiş. Hala sabahlığı üzerinde. Hala dünkü makyajı da üzerinde. Hala banyo yapmamış. Hala kokuyor. İğrenç kokuyor. Hala geçen Salı geçirdiği kalp krizinden sonra olduğu gibi ölü.
Ama hareketsiz değil. Sabahlığın iliklenmemiş düğmelerinin arasından bir karafatma çıkıyor. Beni görünce panikleyip tekrar içeri giriyor. Elbisenin oynamasından nereye gittiğini görebiliyorum.
Şaraptan bir yudum alıyorum. Sonra bir yudum daha...
YORUMLAR
İlhan Kemal
Beğenmenize gerçekten sevindim. Çok teşekkür ederim. Saygılarımla.