BEN’LE SOHBET EDİYORUM…
19/10/2014
Hava bulutluydu. Günlerdir aralıklarla devam eden yağmur, bu günde yağacak gibi görünüyordu. Sonbahar o kendisine has çehresiyle merhaba diyordu. Rüzgâr serin esiyor ve artık üşütüyordu.
Yorucu ve yoğun geçen bir haftanın ardından, tatil günlerinin çabucak geçiyor olması, sevilen şeylerin aslında ömrünün fazla uzun olmadığının bir göstergesi gibiydi. Aslında biliyordum ki bu mevsimi çok sevenler de bu anı aynı hızla yaşıyorlardı.
Şehrin ıslak sokaklarında yürürken, aklım kendisinden kat kat büyük düşüncelerin içinde kayboluyordu. Gayriihtiyari adımlarla kaldırımları arşınlarken, önümde akan insan selinin cazibesine kapıldığımın farkında değildim.
Önümde ilerleyen insanların dünyalarına bir pencere açmak istemiştim. Hani her insanın bir dünya görüşü vardı, sevgileri, kaygıları, hayalleri, kaçtıkları, korktukları… Niyetim kimsenin mahremine dokunmak değildi. Sadece o insan yığınının, kendi içlerindeki dünyasında çok farklı yerlerde dolaştığını biliyordum. Çünkü ben öyleydim. Çünkü ben kendi içimde kendimle yoğun bir mücadele içindeydim.
İlk önce çiseleyen şu yağmur damlalarının, kaç insanın içinde sevince sebep olduğunu merak etmiştim. Bu merakımın sonucunu fazla geçmeden öğreniyorum. Biraz ileride kaldırımın bir kenarına sergisini açmış olan işportacı elinde ki şemsiyesini açmış ve satabilmek için bağırıyordu. Bu manzara yüzümde tebessüm oluşmasına sebep olmuştu. Çünkü o satıcı ekmek parasını satacağın şemsiyelerden çıkaracaktı ki, onun içinde yağmurun yağması gerekiyordu. Düşen her damla, elindeki şemsileri satabilmesi için bir umuttu ve yüreğiyle kocaman kocaman dualar ettiğini duyuyor gibiydim.
Vitrinler kışlık kıyafetleri sergilemeye başlamıştı bile. Müşteri çekebilmek amacıyla camlara indirim afişleri asılmıştı. Oysaki şunu çok iyi biliyordum, hiçbir zaman sezonunda sunulan bir mamulün indirimi olmazdı. Meraklı insanların o vitrinlere bakarken, içlerinde neleri hesap ettiğini anlamak zor olmasa gerek.
Şimdi önümde akan seline tekrar bakıyorum. Artık gördüğüm o insanların omuzlarının üstünde taşıdığı küçücük kafalar değildi. Her biri dünyalarca büyüktü. Çünkü O bütün kâinatın minyatürü olan insandı. Elbette küçücük bir kafanın içine sıkışıp kalmayacaktı. İnsan bunu böyle bilip, düşünme yetisini gerçekleştirenin sadece beyin olmadığını fark etmeliydi. Hani Yunus diyor ya, “Bir ben vardır bende, benden içeru’ aslında insan, o içindeki benle tanışmak için çaba göstermeliydi.
Güzellik, çirkinlik, lezzet, keyif alma gibi kavramları o insan için hoş kılan, ya da onların insana uygunluğunu belirten kim di? Yani hangi olgu onun insana olumlu veya olumsuz olduğu yanıtını veriyordu? Hadi diyoruz ki, nefis insanın zevk alması için bütün yolların meşruluğunu ister, vicdan ise doğru yanlış terazisini tutar, peki o kararı tercih eden “ben” kimdi? Sürekli içindeki olurları, olmazları bir teraziye koyup nefisle, vicdanla, diğer duygularla tartan kimdi?
Farkında olmadan insanların daracık beden kafesine sıkışıp kaldığını görüyordum. İnsan dünya hayatında bu beden içinde ne kadar insan olabilecek, ne kadar hayal kurabilecek, ne kadar güzellilere vesile olabilecek veya bunların tam tersi hareket edecek, işte görülmesi gereken ayrıntı bu olsa gerek gibi geliyor bana.
Ölümün insan için gerekliliğini de fark ediyorum bu arada. Biraz önce saydığım bu hasletlerin bu küçücük bedene sıkışıp kalması ve bütün bu hasletlerin kendisini tam ölçüsüyle ortaya çıkarabilmesi, bu dünyada olmayacağının bir göstergesi gibidir. Yani insanın kâinatın minyatürü olduğu gibi, dünya hayatı da ahiretin bir minyatürüdür. Yani dünyada sadece vitrinde sergilenenler kadar gösterilebilecek bir yer tutabiliyor. Onun için ölümün ardındaki o sonsuz alem de yani vitrinin arkasındaki çeşitleri görebilmek için, ölüm perdesinin arkasına geçmek gerekiyor ki, bütün bu hasletler birer insan misali oltaya çıkabilsin.
Ve fazla geçmeden bu yığınlar halinde dolaşan samanyolu misali dünyalar arasında yürürken ıslandığımı hissediyorum. Yağmur iyiden yağmaya başlamıştı. Kendim ıslandığım gibi düşüncelerimin de ıslanmasından korkarak bir çay ocağına giriyorum. Mis gibi çay kokusu ve dışarıda yağmur, ayrıca kaşıkla bardağın o şen şakrak şarkıları doyumsuz keyif veriyor bana.
Ha, sahi içimdeki bendi keyif alan. En iyisi ben içimdeki beni biraz keyiflendireyim… Dışarıda şırıl şırıl yağmur, içeride kaşık bardak şıkırtısı ve ruhumda düşüncelerin şırıltısı… İçimdeki dünyama dönüyorum…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.