- 958 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Mazi Başlarken(Silik Defter)
II.Abdülhamid Han... Rus-Japon harbini özel bir ilgiyle takip ediyordu. Japonya’ya şehzadelik zamanlarında da bir ilgisi vardı. Peki neden? Dünyanın bir ucunda bulunan bu adayı böyle özenle izlemesinin sebebi neydi ? Tarihte ileri görüşlülüğüyle ön plana çıkan bu bahtsız hükümdarın elbette önemli bir gayesi vardı . Olası bir Rus harbinde bu ülkeyi sadık müttefiği olarak düşünebiliyordu. Ayrıca Asya’nın yükselen güneşini bir model olarak görüyordu. Kısa sürede bu kadar ilerlemiş bir ülke, elbette Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin tekrardan eski gücüne kavuşmasında bir örnek teşkil edebilirdi. Bir fırsat umuyordu.Beklediği şey 1880 yılında ayağına gelmişti. Japon imparatoru Mikado’nun akrabası Prens Hebi’nin himayesindeki heyet İstanbul’a gelir.Resmi bir sıfatla gelmeyen bu heyet lüks bir otelde misafir edilmiştir. Heyete Yıldız Sarayı’nda ziyafet verilmiştir.Böylece Japonya ile ilgili bilgi sahibi olma fırsatı da yakalamıştır. Bu büyük misafirperverlikten memnun kalan Japonlar,iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini teklif ederler. Böylece ilk adım atılmış olur. Asıl fırsat birkaç yıl sonra gelecektir. İmparator Mikado’nun akrabası Prens Akihito İstanbul’a gelmişti.Gösterişli bir karşılama hazırlanmış ve heyet Dolmabahçe Saray’ında misafir edilmişti. Mikado’nun gönderdiği nişan Abdühamid’e takdim edilmiştir. O zamana kadar hiçbir Batılı devletin nişanını kabul etmeyen Abdülhamid,bu nişanı memnuniyetle kabul etmiştir. Ayrıca Mikado’nun mektubu da kendisine teslim edilmişti. Heyet çok güzel ağırlandıktan sonra yolcu edilmiştir. Sultan buna karşılık bir heyet göndermeliydi.Bununla birlikte Avrupa ve Rusya’nın dikkatini çekmemeliydi. Japonya’ya göndereceği heyet siyasi bir mana taşımamalıydı. Bundan dolayı bir mektep gemisi gönderme kararı almıştı. Bu geminin ismi Ertuğrul’du. Japonya’yla ilişkiler pekiştirilecekti. Uzakdoğu’daki müslüman insanlarımıza da moral kaynağı olacaktı bu gemi. İmparatoluğun yüce bayrağı Doğu’da dalgalanacaktı... Kızıldeniz ve Arabistan’da bayrak dalgalanacak; Hindistan’daki müslümanlara hilafetin varlığı hissetirilip manevi bir köprü kurulacaktı.
Gerekli olan her şey gelişmişti. Ticari anlaşmalar,heyet ziyaretleri vs. Bir mektep gemisi iadeyi ziyareti gerçekleştirecek ve bir tatbikat görevi görecekti. 1889 yılında yılında yolculuk başlanmış ve on bir ay sonra Japonya’ya varılmıştı. Kim bilebilirdi? Bahtsız geminin dönüşte batıp içindeki içindeki neferlerimizin çoğunun şehit olacağını...Mürettabat’ın sayısıyla ilgili bir kesinlik söz konusu olmasa da çeşitli kaynaklarda birbirine yakın sayılar verilmiştir. Bir çıkarımda bulunursak 550-620 arasında değişim göstermektedir kaynaklarda. Kesin olan şeylerden biri de o gün ismi kaynaklara geçirilmemiş olan meçhul askerdi... Bu yolculuk sırasında gayrıresmi gidecek olan Yüzbaşı Orhan. Abdühamid’in özel emriyle Japonya’da kalacak ve gemiyle birlikte geri dönmeyecekti.
Ulu Hakan,özellikle böyle bir karar almıştı. Asya’nın yükselen güneşi olan bu ülkeyi yakından tanıma fırsatı bulmak istiyordu. Bundan dolayı kendisine yakın olan bir ismi gönderip burada yeteri kadar kalıp kendisine detaylı bir rapor sunmasını istiyordu.
Gizli bir görüşme ayarlanmıştı. Sultan bu görevi bizzat Orhan’a iletmişti. Onun bu görevi tamamlamasını ve detaylı bir rapor oluşturmasını istiyordu.Onun ileride kazanacağı tecrübelerin büyük yarar sağlayacağını ona iletmiş ve yapması gereken başka bir görev daha olduğunu söylemişti. Yüzbaşı onu sabırsızlıkla dinliyor; konuşmanın başından beri sessizliğini koruyor ve sultanın konuşmasını bitirmesini bekliyordu. Ve son olarak Japonya’daki görevini tamamladıktan sonra Asya üzerinden kara bağlantısıyla uzun bir yolculuk sonrası vatan topraklarına dönmesini istemişti. Aslında sultanın bu isteği yüzbaşı için bir emir buyruğu yerindedir. Bu isteğindeki amaç Asya ülkelerinin durumunu gözlemlemesi ve onun içinde ayrı bir rapor oluşturmasıydı. Yüzbaşı için bu büyük bir şerefti.
Yüzbaşı 1.85 boylarında, iri yapılı,keskin bakışlı birisi olmakla beraber sert bir çehreye sahip bir yapısı vardı. Birkaç arkadaşı dışında kimi kimsesi yoktu.Ailesinden kimse kalmamıştı . Onun aniden ortadan kaybolması kimsenin dikkatini çekmezdi bile. Yalnızlığın ne demek olduğunu öğrenmemişti,bilmiyordu. O, yalnızlığı yıllarca yaşamış, iliklerinde hissetmiş biriydi ;öğrenmesine gerek yoktu.Çocukluğundan itibaren kendi kendini yetiştirmiş,asker olmuştu. Önceden Abdühamid’e hizmet etmiş;onu yakından tanıma fırsatı yakalamıştı . Bu sebepten, ona büyük bir saygı ve güven besliyordu.Tükenmek üzere olan bu imparatorluğun kurtuluş reçetesiydi,Abdühamid; en azından onun gözünde öyleydi. Ondan gelecek emir ölüm olsa bile bir an tereddüt etmezdi...
Japonlarla irtibata geçilmiş ve bu durum imparator Mikado’ya iletildikten sonra onay alınmıştı. Yüzbaşı Orhan’ın Japonya’ya giriş yapacağını bilen insan sayısı çok azdı. Gizli bir şekilde belki birkaç ay belki de birkaç yıl o ülke de misafir olarak kalacaktı. Yolculuk yavaş yavaş yaklaşıyordu . Bu yabancı diyarlardan görevini tamamlayıp dönecekti. Belki de bir daha dönmek kısmet olmayacaktı ! Her şey ayarlanmıştı. Japonya’da kaldığı zaman zarfında kimseyle iletişime geçmeyecek , Japonya raporunu tamamladıktan sonra bir aracı ile İstanbul’a ulaştırıp kendisi de Asya üzerinden yeni görevine başlayacaktı. Asya şu an büyük bir kargaşanın içindeydi. Japonya görevini tamamladıktan sonra orada başına bir şey gelebilirdi. Tüm emeklerin boşa gitme ihtimali vardı. Bundan dolayı önce rapor, güvenle İstanbul’a ulaştırılıp sonra geçişi sağlanacaktı; yeni görevi için.
Yolculuk başladı. Süveyş Kanalı’nı aşarak Yokohama limanına varılmıştı. Singapur’a ulaştıklarında ise geminin kaptanı Osman bey terfi ettirilmişti. Bu da Abdülhamid’in taktiksel bir hamlesiydi.
Gemi Japonya’ya vardığında büyük bir coşku ile karşılanmıştı. 50 kişilik bandosu haftalarca Japon gemilerine konser vermişti. Osman Bey,hediyeleri takdim etmiştir.Orhan ise aylarca süren bu güzel yolculuktan sonra Japonya’ya varıldığında mürettebattan ayrılmıştı. Bu yabancı diyarlarda çok garip hissetmişti. Daha sonra Japon bir yetkilinin yanında misafir olarak kalacaktı. Japonya’nın Batı’ya açılmasından dolayı gözleri çekik olmayan biri dikkat çekmezdi. Görevi kısa ve netti! Japonya’nın aydınlanmasında etkili olan reformları gözlemleyip bir rapor hazırlayacaktı. Ekonomik ve askeri açıdan kısa bir sürede ülkenin nasıl kalkındığını çözmeye çalışacaktı.
Orhan’ın maceralarına geçmeden önce Ertuğul’un kaderine gelelim. Gemi görevini başarıyla tamamlamış ve dönüş yolunda batmıştı. Çoğu askerimiz şehit olmuştu;Osman Bey’de dahil olmak üzere. Bu üzücü hadise Japon halkında büyük bir yara açmıştı.Yıllar sonra bir anıtta dikilecektir,şehitlerin anısına
Ertuğrul’un trajedik bir biçimde batması Orhan’ı da derinden üzmüştü. Aylarca yoldaşlık ettiği arkadaşları şehit olmuştu. O gün o gemi batarken onların yanında olmak için neler vermezdi ki... Aylar sonra yavaş yavaş toparlamaya başlamıştı kendisini. Kutlu bir amaçla geldiği için görevini tamamlayana kadar kimseyle iletişime geçmemesi gerekiyordu. Türk yetkililerden uzak durması lazımdı. Zaten kendisinin burada olduğunu çok az sayıda kişi biliyordu. Ve unutamayacağı yeni hayatı başlıyordu artık ....
Zaman geçmek bilmiyor,bir aşama kaydedemiyordu. Dilini , kültürünü,adetlerini bilmediği bir ülkeye ne kadar zamanda uyum sağlayabilirdi ki ? Alışmaya çalışıyordu. Her gittiği yeri not tutuyordu. Yapabilecekleri sınırlı olsa da mühim ehemmiyet taşıyan mevzuları defterine not ediyordu. İlk araştırdığı ticarette ne yaptıkları olmuştu. Sonra ekonomik gözlemler yapmış,bunları da not etmişti. İşin ilginç yanı bu halkın çok disiplini ve onurlarına düşkün olmasıydı. Bir ecnebi ülkeden bu derece bir şey beklemiyordu.Takdir etmiş ve hayranlığı daha da artmıştı.Sonra modernleşen orduyu izlemeye başladı. Ama bunların hepsinin bir sınırı vardı. Bir yabancının gözlemliyebileceği kadar tanıyabilirdi her şeyi. Bundan fazlası casusluğa girerdi. Samuray kültürü yakın zamanda bitmişti.Bu sebepten hala izlerini görmek mümkündü. Bu kültürle ilgili de bilgi toplayıp defterine eklemelerde bulundu. En tuhafına giden samuraylık ve ninjalık hakkında duyduklarıydı...
Yanından ayırmadığı defteri aslında bir günlük görevi taşıyordu. Ne hissettiğini neler yaptığını yazıyordu. Raporunu sunmadan birkaç gün önce günlükten alması gerekenleri alıp düzenledikten sonra geri sultana sunmak üzere takdim edebilirdi.Böylece Orhan’ın hazin öyküsü belki de geleceğe bu vasıtayla aktarılacaktı! Beklenmedik bir şey olmuştu . Bu iri yapılı asker gönlünü bir Japon kızına kaptırmıştı. Ne kadar da tuhaftı. Memleketinden binlerce kilometre uzaklıkta; yabancı diyarlarda bir ecnebi kızına tutulmuştu. Daha da ilginç olanı karşılıksız sevmesiydi. Bu yabancıya duygularını açamazdı. İstese de yapamazdı ; Japoncaya da o kadar hakim değildi. Hem kendisine de yakıştıramıyordu . Onu gördüğü zaman mutlu oluyordu. Bir mutluluk hazzı bürüyordu yalnız kalbini; sebebini bilmeden...Tatlı bir gülümseyişi vardı. Asilce de bir duruşu. Ama tanımadığı birine bağlanması ne kadar da acınasıydı. Aslında bu, yıllardır yalnız olan ruhunun bir isyanıydı. Bu yaşına kadar yalnız yaşamış ,hayatında kimse olmamıştı. Bu gördüğü yabancı güzel ise tamamen yalnızlığının yansımasıydı. Hayallerindeki kıvılcımı körüklemişti bu yabancı. Bu gülüşler, bu duruş, bu sessizlik aslında ona erkekliğini hissettirmişti. Zaman geçtikçe içindeki sevda büyüyordu. Dile gelmeyen bir sevda oluyordu.
Artık oralara da alışmaya başlamıştı . Bir detayı da atlamamak gerekir. Günlüğüne not düştüğü bir yer var. Her fırsatta gidip gezdiği çiçek bahçesi gibi bir yer olduğu anlaşılıyor. Orada ki çiçekleri çok beğenmiş bunu da yazmayı ihmal etmemişti . Çiçeğin ismini yazmamış olsa da özelliklerinden bahsetmiştir. Hatta benzetmeler bile yapmıştır. Güzel renkli ama kokusuz çiçeklerdi bunlar. Çok hoşuna gitmişti. Sevdasının simgesiydi. Hatta şöyle bir şey de yazmış: ‘’Bir yabancı güzeli,sesini ve kokusunu bilmeden sevdim... Bu çiçeğe baktıkça bunları hatırlayacağım.’ Bir tahmin yürütülecek olursa bu çiçeğin açelya olduğu anlaşılabilir. Çünkü Japonya’da yüzlerce yıldır cüce açelyalar yetiştirilmektedir. Tabi bu bir tahmindir.
Buradaki görevini hatırladı. Yaptığının saçma ve gereksiz olduğu hissiyatına kapıldı;mantığı,duygularının önüne geçti. Tüm aşkı,bir seferde sonlandı.Hatırladığında ufak bir tebessüm ettirecek tatlı bir anı olarak kaldı...
Japonların bu kadar yükselmesinde yadırganamayacak kadar önemli olan şey milliyetçilik duygularıydı. Bu millet onurlarına çok düşkündü ve birbirlerine tutkunlukları vardı. Ne garip şeydi... Kendi ülkesinde durum farklıydı.Ermeni,Ermeniliğini ; Arap,Araplığını ve her azınlık kendi benliğini bilirdi. Türk,Türklüğünü bilmezdi. Osmanlıyım der,geçerdi. Acınası bir durumdu. Bu imparatorluk içinde bulunan birçok azınlık kendini Osmanlı saymazken; imparatorluğun temel taşlarını oluşturun Türk kimliği,tarihin tozlu sayfaları arasında kalmıştı.Türklük şuurunun farkında değildi,yoksul halk. Herkes kendi derdine düşmüştü. Anadolu halkı yılarca savaşlarda yıpratılmış,köreltilmişti.(Asıl kayıp,yıllar sonra Balkan savaşlarıyla başlayıp,dünya harbiyle doruklara ulaşacaktı. Bu milletin topyekün mücadelesi sonucunda bitecekti.Verilen kayıpların telafisi olamayacaktı.Onun,bunları görmeye de ömrü yetmeyecekti.)Türk’e sadece savaşlarda,cephelerde ihtiyaç vardı. Bunları düşündü. Buraya gönderiliş amacı farklıydı. Eğer bu fikirlerde bir rapor hazırlayıp sunarsa o çok sevdiği ve saydığı sultanını hayal kırıklığına uğratırdı. Çünkü,İslam aleminin bütünlüğünü savunan Abdülhamid,Türk kelimesinin kullanılmasına müsade göstermez. Bu düşüncelerini günlüğüne geçirmekle yetindi,oluşturacağı rapora eklemeyecekti... Keşke Mehmet Emin Yurdakul’un 1897’de yazdığı o muhteşem şiiri görebilseydi. Belki o zaman bu düşüncelerinin bir hayal değil,hakikatin kendisi olduğunu anlardı !
Gel zaman git zaman derken artık yavaş yavaş buradaki işleri bitecekti. Tam dönüşe hazırlanırken bir haber geliverir:Abdülhamid Han tahttan indirilmiştir.Büyük bir şaşkınlık yaşamış ve öfkeye kapılmıştır. Artık her şey bitmişti. Ne olacaktı şimdi? Yüzyılları devirmiş bu koca çınarın belki de gördüğü son büyük sultan! Bu muydu hissesine düşen pay! Bu muydu göreceği muamele! Herkes kendi doğrularıyla yaşar.Belki de o dönemin zihniyetinde İslamcılığın savunulması gerekiyordu,Abdülhamid yönetimince(yöntemince). Bir umuttu... Ama boş bir umut! Yıllar sonra halifenin cihat ilan etmesi üzerine bütün bunların hayallerden ibaret olduğu anlaşılacaktı. Asıl o zaman hayallerde kaybolmuş olan Türkçülük,büyük yazarlar,büyük insanlar tarafından tekrar gerçeklerle kavuşacaktı! Bu millet,Türklüğün muazzam gücü etrafında birleşip büyük bir mücadele verip tekrardan yükselecekti.
Abdülhamid Han tahttan indirilmişti. Yeni yönetim onun varlığından haberdar olmuştu. Tutuklanıp geri gönderilmesi istenmişti;İttihat ve Terakki yönetimince.Bu istek ise Japon yetkililer tarafından kabul edilmemişti. Kendi ülkelerinde kalmakta olan bir misafire yapılacak bir şey değildi bu. Yüzbaşına durum anlatılmış ve kendi vatanına güvenle dönebilme teminatı verilmiştir . Yüzbaşı ise henüz görevini tamamlamadığını, bitirmesi gereken işler olduğunu söylemiştir. Orta Asya’ya geçmek istediğini dile getirmiş ve bu isteği Japonlar tarafından geri çevrilmemişti. Ticari bir gemiyle Asya’ya gönderilmişti.Birkaç ay sonra ismi de varlığı da unutulup gidecekti. Acaba bu diplomatik demeçler 1914 yılında Japonya’nın 1.Dünya savaşına katıldığı zaman olsaydı, Japonların tepkisi yine aynı mı olurdu?
Japonya’dan ayrılalı kısa bir zaman olmuş,karaya ayak basmıştı;deniz yolculuğunun sonunda. Günler yavaş yavaş ilerliyordu. Şimdi bambaşka bir yerdeydi. Ölüm hissiyatına kapılmıştı. Ölüm sessizliği,hakimiyet kurmuştu. Anlamıştı...Sonu hayır değildi bu yolun.Meçhul bir kurşun,ruhunu bedeninden ayırıp ebediyete göçürecekti. Mançurya’ya geldiğinde Çinli birkaç eşkıya tarafından öldürülmüş ve Yüzbaşı Orhan’ın Ertuğrul ile başlayan hazin macerası sonlanmıştı. Silah çıktı gerçekten mertlik bozuldu; bilek kuvveti olacaktı ki birkaç hayduta meydanı mı bırakırdı? Her şey ensesinde bir sıcaklık hissetmesiyle son buldu.Kimse onu bilmeyecek varlığından dahi haberdar olamayacaktı . Her şey soğuk bir kış gününde son buldu... Aniden,kimsesiz,vatana hasret...
Yabancı topraklarda,yabancı kurşunlarda gitmek vardı... O alçak kurşunu yemeden bir gece önce günlüğüne bir şey not düşmüştü: ’Yıllar geçti...Sebebi neydi? Memleketimden ayrı,toprağıma hasret mi öleceğim? Eğer kör bir kurşuna gideceksem,bunca emeğim bulacaksa bir son;kavuşmamız mahşere kalsın,memleketim,vatanım,her şeyim!’ Evet! Belki bütün emeklerinin boş bir uğraş olduğunu sanarak gözlerini yumdu. Gelecekte bir grup vatanperver için bir şifre,bir buluşma kılavuzu olacaktı,bu sözler... Son notu,gelecekte küllerinden yeniden doğacak olan yapılanmanın şifresini oluşturacaktı: ’Güneşin batıdan doğacağı gün kavuşmak dileğiyle.’ Ölümün ansızın gelmesi değildi,nesillere hitap edecek bir söz bırakmasındaydı,asıl yarar.
Orhan’ın yaşanmışlıkları nasıl mı öğrenildi? Bunun cevabı devamında gelecektir...