- 602 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ben Femur ve Üniversite Hastaneleri
Kitabın adı: Ben Femur. Kent Kitaptan (Lotus Yayın Grubu) çıkmış. Yazarı: İsmet Emre. Dünyada ilk kez yayınlanan bir kemiğin romanı. Olaylar silsilesi kemiğin dilinden anlatıldığı için ayrıca ilginç.
Kitap 2008 yılında basılmış. Böyle bir kitabın varlığından yeni haberdar oldum, ve kitabı bir solukta okudum. Bunda en büyük etken şüphesiz bir sağlık personeli olarak ortopedi servislerinde görev yapmış olmamdı. Kitabı okurken sanki ortopedi yataklı servisinde yatan hastaların koridorlarda yankılanan acı dolu feryatları, yürek yakan inlemeleri tekrar kulaklarımda yankılandı. Hastaların alçılı kol ve bacakları, baştan aşağı sargılı bedenleri, bakıma muhtaç halleri ve yardım dilenen bakışları gözlerimin önünde tekrar canlandı.
Roman kahramanı Sahip(Ahmet), eniştesiyle birlikte çiğ köftesi partisi için et almaya giderken buzda kayar ve alnını zemine çarpar. Başlangıçta ne olduğunu anlayamaz, yerde acılar içinde kıvrılır bir müddet, alnında sıcak bir sıvı hisseder ama gerçekte femur kemiğini kırmıştır, ve bunu ona hastanede doktorlar söyleyecektir. O zamana kadar femur kemiği hakkında fazla bilgisi yoktur hatta onu ihmal etmiştir. Tıpkı genel anlamda sağlığımızı ihmal ettiğimiz gibi. Sağlığın değerini bilmediğimiz gibi. Ve Sahip(Ahmet) femur kemiğinin önemini ancak acil serviste saatlerce bekleyince, hastane odalarına yatınca, koridorlarda MR için oradan oraya koşuşturunca, sintigrafi çekimi için saatlerce bekleyince ve hemşirelerden ağrı kesici iğne yaptırabilmek için bir dilenci gibi dilenince anlar. Ve hastanelerdeki acı içinde kıvranan hastaları görünce anlar. Şöyle düşünür; bir femur bütün vücuda bedeldir. Femurunu kaybetmiş bir vücut ilelebet acı çekmeye mahkumdur. Üstelik femuru parçalanmış bir ayağın bütün hayat damarları kurumuş demektir.
Sahip ayağı alçılı, altı kişilik bir odada yatarken herkesin bir kırık hikayesi olduğunu görür. Kimi inşaatta çalışırken kepçe ağız dolusu toprağı yanlışlıkla üzerine boşaltmıştır, kimi kemik iltihabından ömrü hastanelerde geçmiştir, kimi kalçayı kırmıştır kimi de üzerine düşen vinç ayak parmaklarını un ufak etmiştir. Her insanda yüzlerce kemik olduğuna göre her insanın da bir kemik hikayesi olacak muhakkak. İşte bu yüzden ortopedi servisleri her mevsim (özellikle yaz aylarında motosiklet ve bisiklet kazaları, ayrıca bayram tatillerindeki kazalar sonucu) ağzına kadar tıka basa doludur.
Hastanelerin ağzına kadar tıka basa dolu olmasının bir diğer nedeni ziyaretçilerdir. Amcalar, dayılar, teyzeler, yengeler, enişteler, halalar eşliğinde hasta ziyaretleri yapılır. Bazen bu ziyaretler o kadar abartılır ki; o küçücük hasta odalarında piknikler düzenlenir. Ziyaretçiler bir türlü gitmek bilmezler, o daracık odaya çivilenmişlerdir sanki. Ziyaret saatleri gelir geçer ama ziyaretçiler gitmek bilmez. Ziyaret saatlerinin bittiğini belirten anonslar çare etmez, sonra güvenlik devreye girer ama ne çare, ziyaretçi ile güvenlik bir nevi kedi fare oyunu oynar. Kapıdan çıkarlar ama bir yolunu bulur bacadan girer ve hastanın başına gelirler.
Bu meseleyi çok düşündüm. Acaba tedavi süreci devam eden hasta, yakınları tarafından hastanelerde çoluk çocuk neden ziyaret edilir? Hasta biraz iyileşse, kendine gelse ve taburcu olduktan sonra hasta ziyaretleri yapılsa daha iyi olmaz mı? Şüphesiz bunda en önemli etken öf, adet ve kültürdür, ama her örf ve adet doğrudur diye bir kural yoktur.
Şüphesiz hastanelerde hastalar için en önemli şey bakımdır. Çünkü insanın en aciz en yardıma muhtaç ve zayıf hali hasta halidir. Sahip(Ahmet) in yanında bakıcı olarak annesi vardır. Anne evladına küçüklüğünde olduğu gibi bakar; ıslak mendille ağzını, yüzünü siler, ellerine ayaklarına masaj yapar, boyun bölgesini ovar, sıcak çorba içirir, elma portakal yedirir ve insanın en temel ihtiyacını yapmasında yardımcı olur. İnsan günde iki üç kez hasıl olan en temel ihtiyacını bile yapabilmenin ne büyük bir nimet olduğunu hastanelerde anlıyor.
Anne apandisitinden rahatsızlanınca Sahib’e Kenan isminde eskiden hastanelerce hasta bakıcılığı yapmış birisi bakar. Kenan’ın ciğerleri iflas edince Başhekimlik görevine son vermiştir.
İşte Türkiye’nin kanayan yaralarından birisi de bu noktadır. Çünkü Kenan memur değil Taşeron firma elemanıdır. Taşeron firmalar elinde işçiler birer oyuncak ve piyondur. Ne iş tanımları bellidir ne aldıkları maaş. Ne şikâyet hakları vardır ne de dertlerini dinleyecek bir merci. Ağızları var dilleri yoktur. Aynı işi yapan personel arasında bile korkunç maaş farkları vardır. Bu konuda; "saldım çayıra mevlam gayıra" atasözünde olduğu gibi ölçü, kıstas yoktur. Tazminat hakları yoktur, belli dönmelerde işe giriş çıkış yapılır. Böylelikle bir önceki döneme ait tüm haklarından feragat etmiş olurlar. İş yüklerinin artması ve azalması, işlerine son verilmesi ağızdan çıkacak bir söze bakar. Bugün dahi Türkiye’nin birçok Kamu Kurumu taşeron canavarının kolları arasında inim inim inlemektedir. Sağlık kurumunda çalışan taşeron işçileri ise en çok mağdur olanlardır. Zira alta kalanın canı çıksın misali bir sorun olduğunda kadrolular, memurlar… vs hiç kimse sorumluluk almamakta ve tabir-i caizse kabak yine taşeron işçinin kafasında patlamaktadır. Oysa o zurnanın son deliği bile değildir.
Tam teşekküllü bir hastanenin sekreterliğinden, rapor kalemine, danışmasından, halkla ilişkilerine, teknisyeninden bilgi işlemine, eczanesinden fatura servisine, hatta hemşiresine kadar birçok birim taşeron üzerinden yürütülüyorsa o hastanede sağlık hizmeti ne kadar verimli olabilir düşünmek lazım.
Üniversite Hastaneleri
Yazar üniversite hastaneleri hakkında ilginç tespitlerde bulunuyor;
“Üniversite Hastaneleri, Türkiye’nin en berbat hastaneleridir. Araştırma hastaneleri adı üzerinde araştırma yapıyorlar. Araştırmanın ruhunda deneme yanılma vardır. Bunlar hep deniyor ve hep de yanılıyorlar bu yüzden. Denedikleri için teşhis ediyor, mekanik oldukları içinse tedavi edemiyorlar. Doktor değil bunlar organ tamircileri. İnsanı makine gibi düşünüyorlar. Kendileri gibi zannediyorlar hastalarını; kendileri oysa daha fakülteyi kazanmadan odalarına kapanıp insanlarla bütün ilişkilerini kesiyorlar. Orada kaybediyorlar ruhlarının büyük bir kısmını. Ruhları kalınlaşıyor, kabuk bağlıyor daha tıp kazanmak için çalışırken.
Sonra tıp fakülteleri sadece et bilim evleri gibi eğitim veriyor. Bütün kitaplarda etten ayrılmış kemik; kemikten ayrılmış et görüntüleri var. Anatomi ve fizyoloji dışında gerçekliği yokmuş gibi düşünülüyor insanın. Ruh şırıngayla alınıyor tıp öğrencilerinden. Şakalaşırken bile et ve kemiğe büründürüyorlar cümlelerini. Ruh tıp fakültesi sıralarının arasına, borulara, duvar içlerine, pencere pervazlarına yapışıp kalıyor orada.
Öteki hastanelerde çalışanlar, tekrar halkla yüz yüze geldikleri için çocukluk günlerine dönebiliyorlar iyi kötü; fakat üniversite hastaneleri özenle kaçınıyor bundan, korkuyorlar halkla yan yana gelmekten, kendilerindeki eksikliği sezgileriyle, kalmışsa eğer bulup çıkarıyor ve aşağılık kompleksinden kurtulmak için kendilerine yaklaşan sıcak insanlara soğuk davranıyorlar, azarlıyorlar onları, aşağılıyor, tepeden bakıyorlar. Her sözleri birer kurşun araştırma hastanelerinin, konuşmaz bağırırlar zaten, söylemez dikte ederler. Dik durmaya çalışırlar hastaları karşısında, boyunlarını yukarıya kaldırıp hindi gibi konuşmaya başlarlar, karşısındaki dinlemeye mahkummuş gibi konuşur durur üniversite hastaneleri.
Üniversite Hastaneleri ruh yok etme evleridir. Bütün beyaz gömlekliler binadan içeriye girerken, antrede çıkarırlar ruhlarını; beyaz gömleklerini giyerler onun yerine. Beyaz gömlek ruhun yerine geçer üniversite hastanelerinde. Bundan dolayı da bakar görmezler hastalarını, dinler duymazlar. Gömlek nasıl görsün nasıl duysun bez parçası. Dahası gözleri çakmak çakmak, yüzleri gergin, katı etlidir bunların. Dudakları buzdolabında dondurulmuşçasına somurtkandır. Elinizi atıp gevşetmeye çalışsanız bile nafiledir. Donmuş eti hangi el sündürebilir ki?
Üstelik mikrop yuvalarıdır üniversite hastaneleri. Uzaydan araç indirip mikrop yuvalarını temizlemeye kalksak, üniversite hastanelerinden başlamamız gerekir. Sadece Türkiye değil tüm Avrupa ülkesinde doktorların greve gittiği dönemlerde ölüm oranlarının azalması tesadüf değil bilimsel bir gerçektir. Bütün mikropların kendisine yaşam alanı bulduğu yerdir üniversite hastaneleri.
Üniversite hastanelerinin koridorlarında beyaz gömleklerini şövalye gibi savurarak yürürler organ tamircileri, et bilgicileridir onlar. Bunun verdiği gururla duvarları bile yerinden oynatabileceklerini düşünürler her viziteye çıkışlarında. Aralarında fısıltıyla konuşurlar, cızıltılı kelimeler gidip gelir birinden ötekine, kurdukları özel bir terminoloji vardır. Dışarıdan müdahale edildiğinde, onlar konuşurken araya herhangi bir virüslü ses karıştığında kırıp geçirirler ortalığı, bağırır çağırır, olmadık hakaretler yağdırırlar ortalığa. Sizi nezaketsizlik, kabalık, köylülükle suçlarlar. Onlarınsa sözünüzü kesmek en çok yaptıkları, üstelik yemek yemek, su içmek gibi en doğal haklarıdır. Bir çırpıda bıçakla keser gibi. Bu ise normaldir, medenidir, nezaket dahilinde ve incelikli bir davranıştır. Hastanın sözlerini sonuna kadar, araya girmeksizin ve kesmeksizin dinleyen doktor mesleğine ihanet ediyor demektir.
Her şeyi bilir beyaz gömlekliler. Bilmedikleri bir şey yoktur. Tıp dışında elbet. Ekonomiden devlet yönetimine, psikolojiden toplum bilimlerine, sanattan antropolojiye bilmedikleri şey yoktur. Karıştırmadıkları tarla kalmamıştır, yemedikleri bilgi kalmamıştır üniversite hastanelerinin. Hele edebiyata bayılırlar Divan şiirini mi? onlar bilir, Fuzuli en büyük dahidir. Nedim, ah, Nedim bu çağda olsa ne et bilimci olurdu ama. Türkçe konusunda özgün fikirleri vardır hepsinin. Bütün dil tartışmalarına anında balıklama dalarlar. Siz ne bilirsiniz Türkçenin fonetiğinden, semantiğinden derler, edebiyat bilici olmakla dil bilinir mi? Her yerde hazır ve nazır, her derde Hızır ve vezirdirler. Oysa onların yazdıkları reçeteye küçük bir müdahalede bulunun bakalım, tozunu attırırlar, sizi gidi terbiyesizler, aymazlar, sizi gidi haddini bilmezler, sizi gidi zibidiler, baldırı çıplaklar haddinize mi düşmüş beyaz gömleklilerin kağıtlarına müdahale, oturun oturduğunuz yere, oturmazsanız oturturlar onlar. Lafınızı ağzınıza tıkmak, en hafif cezadır, üstünüze yürür sizi kutsal binadan dışarı atarlar. Bir daha gelme derler, bir daha girme bu kutsal binadan içeri. Bu yüzden olsa gerek beyaz gömleklilerle, bordo gömlekliler arasında muhakkak bir bağ var. Üniversite hastanelerinin tarihi Ortaçağ Avrupa’sına kadar götürüldüğünde bu ilişki kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zaten hiçbir yerde göremediğimiz hiyerarşiyi en katı kurallarıyla üniversite hastanelerinde görmemizin de izah edilir tek tarafı ruhbanlık kurumundan etkilenmiş olmaları görünüyor.
Türkiye devleti de, onların bu doğuştan seçkinliğini gördüğü için bütün üniversiteleri onlara emanet ederler. Tıp fakültesi olan üniversitelerde beyaz gömlekliler dışında hiç kimseyi rektör yapmazlar. Bu onlara Tanrı tarafından özel bir fermanla gönderilmiş kutsal bir görevdir. Almaları farzdır yoksa üniversiteleri kimler yönetecek. Üstelik sadece üniversite yönetimi de yetmez. İlahiyat fakültelerine kalp damar cerrahlarını dekan yapmak gerekir. Fen edediyatlara hemetologları, Eğitim fakültelerine halk sağlıkçılarını, Mühendislik fakültelerine anotomi uzmanları ve fizyologları, filolojilere KBBcıları, İ.İ.B.Flere genel cerrahları, Zıraat fakültelerine dermetologları müdür yaparsınız olur biter. Üniversitelerin geleceği böyle bir yapılanmaya bağlıdır. Tersini yapmaya kalkıp Tıp fakültesi dekanlıklarına yukarıdakilerden herhangi birini, değil bir ilahiyatçıyı, bir kimyageri bile dekan yapmaya kalksanız yer yerinden oynar. Olur muymuş efendim, bundan âlâ terbiyesizlik görülmemiştir. Onlar yargıç, onlar yasa koyucu, onlar rahip onlar bu çağın profesörleri, onlar Tanrıyı yerinden edip modern dünyanın ortasına kendi heykellerini diken beyaz gömlekliler….”
Bu satıları okurken aklıma iki isim geldi; Pacth Adams ve Doktor Hafız Cemal.
Hepimiz Robin Williams’ın Patch Adams filmini biliriz. Film yaşanmış bir hayat hikâyesinden uyarlanmıştır. Kahramanımız Hunter Campbell. Daha on sekiz yaşında intihara kalkışmış ve akıl hastanesinde yatmıştır. Burada insanlarla yakın ilişkiler kurarak onların ne dertleri olduğuna dair sorular sorar ve doktor olmaya karar verir. Tıp fakültesine kaydolur. Ancak hiyerarşik düzene uymayan birisidir bu yüzden hocalardan ters tepkiler alır, ancak onun bir ideali vardır; karşılık beklemeden bütün insanlığı tedavi etmek… Tıp fakültesi bitirdikten sonra hayatını yoksulların tedavisine vakfeder. Hastanelerde barınamaz önce kendi evini bir kliniğe dönüştürür sonra kendi parası ve bağışlar ile özel klinik açarak on binlerce hastayı tedavi eder. Mizahı bir tedavi yöntemi kullanır; İdealist, fedakâr, eşitlikçi, mizahçı, farklı bir doktor o.
Eminim çoğumuz onun adını bile duymadı; Dr. Hafız Cemal. Nam-ı diğer Lokman Hekim. “Doktor Hafız Cemal! Eski fukara babası hekimlerimiz içinde ayakta durabilen yegâne adam… Hafız Cemal eğer günde yüz hasta kabul ediyorsa, en aşağı ellisinin muayene ve tedavilerini parasız deruhte eder. Ben geçmiş günlerimi hiçbir zaman unutmadım. Fakirlikten yetiştiğimi daima hatırladım. İçki içmem, cigara kullanmam. Bütün maddi zevklerden elimi çektim. Biricik manevi zevkim kaldı; hastalara, yoksullara elimden gelen yardımı yapmak. Bazıları bana şaşarlar, şu “Lokman Hekim” mecmuasını kesenden ödeyerek her ay ne diye çıkarır durursun derler. Böylelerine verecek cevabım hazırdır. Bu dünyada herkes bir kapris ve bir merakın esiridir. Benim de kaprisim bu çıkardığım mecmuaları hastalarıma bedava dağıtmak…”(Atlas tarih Dergisi mart-2012)
Son yıllarda ülkemizde sağlık sektöründeki yapı giderek “doktor-hasta” ilişkisinden “doktor-müşteri” ilişkisine doğru kayarken, ve sağlıkta belirleyici faktör maddiyat olurken, ben ülkemizde hâla Patch Adams ruhlu Hafız Cemal’lerin çok olduğuna inanıyorum. Ben doktorların özel insanlar olduğuna inanıyorum. Şahıslarında Allah’ın Şafi isminin tecelli ettiğine inanıyorum. Beyaz üniformalarıyla hemşirelerin sırtlarında nurdan bir çift kanat, hastane koridorlarında adeta uçuştuklarını görüyorum. Ameliyat masasında yatan hasta için Azrail ile nasıl mücadele ettiklerini hastanın yaşam savaşını kazanması halinde sevindiklerini, iplerin Azrail’in eline geçmesi halinde nasıl üzüldüklerini bir sağlıkçı olarak biliyorum.
Yine de yazılanları bir öz eleştiri olarak kabul etmek gerekir diye düşünüyorum. Şüphesiz bu hükumet en büyük yatırım ve reformu sağlık alanında yaptı. Bütçeden en büyük giderler sağlık harcamalarına tahsis edilmiştir. Bugün tüm hastanelerimiz halkımıza açıktır, kimse hastane kapılarından geri çevrilmiyor ve hastanelerde rehin kalmıyor. Bununla beraber hastanelerde personel yönetiminden tutunda en üst birime kadar öyle haksızlıklar ve adaletsizlikler var ki insan hayretler içerisinde kalıyor. Tüm bunlardan zarar gören ise en başta zavallı, biçare hastalar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.