İkiz ruhlar 16 arkası yarın deneme öykü
Rutkay hoca her bir araya geldiğimizde sık, sık ve büyük bir özlemle Fransa’dan söz ediyor.
Ne o diyorum gitmeyi mi düşünüyorsunuz
Aslında dönmeye niyeti olmadığını ama, bir ara bir süreliğine gitmenin görev olduğunu söyleyince yine başlıyor kuruntularım.
Tabii diyorum, anlaşıldı demek ki orada onu oraya bağlayan bir sevgilisi var ki bu kadar hararetle anlatıyor.
Hiç bir açıklama yapmadan söylediği bu sözün yanlış anlaşılacağını düşünmüş olacaktı ki, mırın kırın etmeye başlıyor daha da şüpheleniyorum.
Şimdiye değin, niçin evlenmediğinden ya da evli miydi hiç bu hususlardan bahsetmeyişi şüphemi kuvvetlendiriyordu.
Anlata, anlata bana Fransayı görmeden sevdirmeyi başarmıştı.
O da benim gibi seyahat etmeyi çok seviyor, bir yerde uzun süre kalmaktan sıkıldığını itiraf ediyordu.
Yine bir hafta sonu telefon edip arabayla gezmemizi teklif ediyor.
Ben de teklifini kabul ediyorum büyük bir merakla. Bu aralar görüşmelerimiz hayli fazla olmuştu, bakalım altından ne çıkacak.
Hemen üzerime spor bir kıyafet giyip iniyorum aşağıya.
Arabayı köşkün arka bahçesinin kapısının önüne kadar getirmiş. Beni görünce kapıyı açıyor, oturuyorum yanına.
-Merhaba
Bu gün seni çok değişik bir yere götüreceğim, şimdiye kadar gördüğünü sanmıyorum.
-Nasıl yani
Şimdi soru sorma gidince göreceksin
meraklanmaya başlamıştım, ondan korkmuyordum, bu güne değin olumsuz bir davranışı olmamıştı ama gizemli hallerinden hiç bir şey anlamıyor, bakalım bu gizemin sonu ne olacak diye sabırla bekliyordum.
-Biraz ipucu verir misiniz
Hayır gidince görürsün sürpriz olması daha iyi değil mi?
Biraz tedirgin olmakla beraber, belli etmemeye gayret gösteriyorum.
O da çok spor bir mont ve altına blucin giymiş, bu haliyle daha genç görünüyor.
Uzun uzun yol alıyor, şehrin dışına çıkıyoruz.
Kıvrıla, kıvrıla uzayan tozlu yolların sonunda bir kasaba görünüyor.
Oldukça sessiz, sakin bir yer nihayet varıyoruz.
-Şurada bir kahve var oturup bir şeyler içelim, susamışsındır diyor.
Gitsek daha iyi olmaz mı çok merak ediyorum, artık sabredemeyeceğim
Bir an evvel neresi ise oraya gitmek istiyorum.
-Sabırlı olun diyor gülümseyerek
Tanrım bu tebessüm bu gözler nereden tanıyorum ben bu adamı Kimdir, beni böyle etkileyen bu adam.
Hiç açık vermese de, çok nadir de olsa gözlerinde başka, bam başka; isimlendiremediğim bir şey görüp sarsılıyorum
Ortalıkta kimsecikler yok, adeta terk edilmiş bir yer.
-Madem öyle hadi öyleyse şu tepeyi tırmanacağız.
İyice heyecanlanıyorum. Kalbim güm güm atıyor, korktuğumu sanacak diye gülümsemeye gayret ediyorum.
Tepede sık bir koruluk var; düşe kalka, zaman zaman da onun yardımıyla ta yukarılara kadar çıkıyoruz.
Nefes nefese kaldık ikimiz de..
Biraz spor yapmalıyım diyor son günlerde yürüyüşleri de ihmal ettim.
Terli yüzünü mendiliyle sildikçe nefis bir parfüm kokusu yayılıyor.
Birden önümüze bir kule çıkıyor, sorar gözlerle bakıyorum elini dudaklarına götürüp sus işareti yapıyor.
Geniş demir bir kapıdan içeriye giriyoruz, içersi küf kokuyor.
Tıpkı Avrupa kasabalarındaki Kiliselerin duvarlarından dışarıya taşan mum kokusuyla karışık küf kokuları gibi.
Önümüze bir merdiven çıkıyor, koluna girmemi işaret ediyor bana destek olabilmek için.
Döne, döne çıkıyoruz adeta bir minare gibi, başımın döndüğünü hissediyorum.
Beni tutmaya çalışırken çok yakından göz, göze geliyoruz ve işte o an beynimde bir şimşek çakıyor. Bu o adam, mezarlık yolunda karşılaştığım adam. Atıf’ın babası Rutkay Şefik demek ölmemiş ha.
Kusacak gibi oluyorum. Belki Berrin teyze de biliyordu ama, oğlunun selameti için Rutkay’ın ailesi onu elinden alırlar korkusuyla o kadarını açıklamamıştı belki de..
Hiç renk vermemeye çalıştım, nihayet bir sahanlığa ulaşmıştık.Gözlerime inanamıyordum.
Duvarlarda kabartma resimler, zeminde Pamuk kaleyi andıran traventenler gibi, fakat her bi şey altından bir döşeme vardı.
Altın rengi havuzlar, Rutkay bir şeyler anlatıyor ama anlamıyorum. sesimiz yankı yapıyor.
Oldukça büyük bir yer bir hayli yorulacağa benziyorum.
Bir sürü kapı var, birisini açıp giriyoruz, zümrüt yeşili bir ovacık, aşağısı uçurum başım dönüyor.
Ondan bana zarar gelmeyeceğini bile bile titremeye başlıyorum.
Zira gözlerinde zaman, zaman pek nadir de olsa yakaladığım o bakışı çözmüştüm düpedüz şeffkatti.
Başım dönüyor, aşağılara bakamıyorum.Bir başka kapıyı açıyor,dar geçitler, birbirine açılan kapılar ilerliyoruz
Şu ana kadar anladığım, ısrarla benim burayı görmemi istemesinin sebebi aşikardı.
Bu güne değin hiç böyle bir yer görmemiş semavi hislerle sarsılmamıştım. Ölmüşüm de Cennet’te miydim.
Oradan ayrılıp biribirne açılan kapıların her birine başımızı uzatıp bakıyoruz.
Bir labirente girdiğimizi anlıyorum,Yarasalar uçuşuyor başımın üzerinden teğet geçiyorlar.
Su sesleri ve bir uğultudan başka hiç bir ses yok. Sanki yüksek kubbeli tarihi bir hamamdayız.
İkimiz de büyülenmiş gibiyiz, konuşmuyoruz.
Yine bir açıklığa çıkıyoruz, ışığı görmek beni azıcık ferahlatıyor. Lakin aşağısı yine uçurum.
Elimden tutuyor ilerliyoruz, gel diyor buranın manzarası çok güzel aşağıya bakalım korkma çok güzel.
Gerçekten aşağıda Şelaleler, zümrüt yeşili adacıklar, göletler bu sefer insanlar da görüyorum melek kanatlı kız çocukları.
Saçları topuklarında narin hayal gibi genç güzel sarışın kadınlar ve çiçekler
Meyve yüklü dalları yerlere sarkan yeşil ağaçlar. yeşilden başka renk yok bir tek kız çocuklarının ve kadınların saçları sapsarı.
Biraz ilerden bir duman yükseliyor ikinci bir cennet gibi olan yeri adeta keskin bir şekilde bölen bir duvar gibi.
Dumanlı yerden alevler püskürüyor.havada kollar, bacaklar bir deri bir kemik yarı sağ; yarı ölü insanlar.
Gözleri oyulmuş kafatasları,devasa yılanlar bunları bir yükselişte yutuyor. Gördüğüm rüya mı idi yoksa başka bir şey miydi?
Rutkay fal taşı gibi açılmış gözlerime alayla bakıyor. Tut elimden diyor korkma biz Cennete gideceğiz.
Korkudan onun elini bırakıp geri, geri kaçıyorum, ama o beni olanca hızıyla çekiyor.
Tekrardan tutuğu eli, elimden kayıyor, önümüzdeki duvarın yıkıldığını görüyorum..
Haykırarak aşağıya düşüyor, bir adım daha atsam ben de düşeceğim...
Göz bebeklerimin korkuyla büyüdüğünü hissedip, yere düşüp bayılıyorum.
Yüksel Nimet Apel