MÜREKKEP
MÜREKKEP
Resim öğretmenim,” haftaya çini mürekkebi getirin” deyince ani bir şaşkınlık yaşadım. Elli yedi yaşında tarih tekerrür eder mi dedim içimden. Edecekti demek ki. Açılmış gözlerime hiç aldırmadan devam etti Seval Hanım.
- Bir de orta boy bir tabak getirin.
O zaman anladım. Kim bilir mürekkeple neler yapacaktık o tabağa? İlk işim tabak aramak oldu. Evdekileri beğenmedim. Şöyle düz ama güzel bir şey olmalıydı. “ Alt tarafı tabak!” diyen ev ahalisinin inadına birkaç gün gezdim tabak çanak satılan dükkanları. Hiç çini mürekkebiyle yapılmış bir çalışmaya rastlamamıştım bugüne dek. Aslında mürekkebin bu çeşidi nasıldı ondan da habersizdim. Nedense çini kelimesi hani o İznik çinilerini çağrıştırmadı önce. Çin’i ve Çin mallarının ucuzluğunu, kalitesizliğini, Uygur Türklerine yapılan mezalimi anımsadım ilk başta. Sonra kendimi toparladım; kızım bir şey duyduğunda hemen hüzünlü tarafından bakma olaya diye. Bir sanatsal çalışma yapacaktık ve benim bunun keyfini çıkarmam gerekmez miydi? Yapacağımız şeyi hayal edip durdum hafta boyunca. Merakımın doruk yaptığı bir gün nihayet hayalimdeki tabağı bilmem kaçıncı dükkanda buldum. Kenarı kendinden desenli, orta boy, beyaz, tatlı bir şeydi.
Sıra mürekkebi almaya geldi. Geldi de mürekkep tek başına değildi. Yanında anılarla arz-ı endam etti. Hokka, okul hayatımın en önemli araç gereçlerinden biriydi benim için. Mürekkep dökülmesin diye özel bir dizaynla yapılmıştı. Şöyle küçücük içi dolu fıçıcık misali bir şey. Rengi özellikle tutulan futbol takımlarına uygun tercih edilirdi. Annem “sen yapamazsın” diyerek hayatta bir türlü elleyemediğim mürekkep şişesinden hokkaya nakil yapardı. Gören de kendisini yüzyılın bilim çalışmasını yapıyor zannederdi. Bir itina, bir özen. Gözlükler takılır. Eller titreyerek şişeye uzanır. Ama mürekkep bu, anlardı hemen karşısındakinin fobisini. Hiçbir sululuk yapmasa da inadına hokkanın dışına bağrından bir damlacık olsun fışkırtıverirdi. Tabii bu iyi halleri. Bazen de kafası kızar, titreyen ellere hiç acımaz, kocaman isyan lekelerini etrafa saçardı. İşte o zaman annemi tutabilene aşk olsun. O titreyen eller başlar mı dizlere çat çat vurulmaya…
- Allah kahretsin! Vah vah vah! Ufacık çocuklara bu iş yaptırılır mı? Bak ben bile yapamıyorum. Gitti güzelim çeyiz örtüm.
Seneler geçtikçe annemin önlemleri arttı. Artık gazete üzerinde yapılıyordu o meşhur işlem. Yanımızda da mutlaka bir pembe kurutma kağıdı hazır bulunurdu. Kolonyayı, eldivenleri ve muşamba önlüğünü saymıyorum. Zaferi annem kazanmıştı. Mürekkep artık boynunu büküp, kabına çekilmeyi kabul etmişti. Yani biz öyle zannediyorduk. Oysaki içten içten isyanlardaymış. Haftada bir de olsa dışarıya çıkmayı kendine intikam aracı yapmış. Hokkayı da ayarttığını sonradan anladım.
Annem yazı dersimizin olduğu bir gün bin bir itina ile akşamdan hazırladığı hokkayı sarıp sarmalayıp elime tutuşturdu. Ardından her zamanki tembihini de yapmayı unutmadı.
- Aman sakın sallama, ters mers çevirme olur mu yavrum. Akarsa mahvolur her şeyin.
İçine mi doğmuştu ne mürekkeple hokkanın aşna fişne yapacakları? İki sevgili birlikte çıkacakları gezmenin heyecanı ile hop oturup hop kalktılar. Ne onları saran kağıdı tanıdılar, ne nasihate kulak verdiler. Gün onlarındı. Ellerinden gelse sokaktaki karın rengini her an laciverte çevirebilirlerdi. Keşke öyle yapsalardı beyaz tutkunları. Anneannemin bütün yaz bir yandan gözlüğünün üzerinden televizyondaki dizi tekrarlarını izleyerek ördüğü beyaz şapka- atkı takımıma gözlerini diktiklerini neden sonra anladım ama artık çok geçti. Mürekkep, özgürlüğünü benim beyazlarımın üzerine lacivert konfetiler saçarak kutlayadursun hokka da onu gururla seyrediyordu. O günün akşamında annemin dizlerine uyguladığı şiddetin boyutu oldukça fazlaydı. Onların yerinde olmadığıma sevindim.
Yıllar sonra ilk kez bir mürekkep şişesini hem de çini mürekkebi şişesini elimde tutabilmemin mutluluğu ile yürürken birden geri döndüm. Kesin bir hokka lazımdı bize o gün; öğretmenimiz söylemeyi unutmuş olmalıydı herhalde. Hokkayı da bulup aldım. Elimdeki mürekkep şöyle bir titredi onu görünce. Akıllarından geçenleri unutmaları gerekiyordu. “Artık ben kocaman bir kadınım; anneme de hiç benzemem ha!” diye mırıldandığımı kırtasiyede yanımda duran kadının garip garip bana bakmasıyla fark ettim.
Nihayet o güzel çalışmayı yapacağımız gün geldi. Mürekkebim, hokkam, cici tabağım ve öğretmenimizin devamlı yanımızda olmasını istediği malzemelerle sınıftaki masamdaydım. Öğretmen, her zamanki gibi bir ön çalışma ile örnekleme yapacaktı bize. Mürekkep şişesini aldı, elindeki tabağa biraz döktü. Çok enteresan bir çalışma olacak belli diye düşünürken Seval Hanım fırçasıyla tabaktaki çini mürekkebinden biraz alarak şövaledeki açık kahverengi kağıda başladı karşısında duran meyveleri resmetmeye.
Nasıl yani, o kadar tantana bunun için miydi? Elimde günlerce aradığım tabağımla bir müddet öyle kalakaldım. Öğretmenim fırçayla tabaktaki çini mürekkebi arasında yakaladığı uyumu kağıda taşımaya devam ediyordu. Ben de öyle bir uyum yakalamak istedim. Ama tabağımla… “Eğer benim adım da Sevgi ise ben de o çini mürekkebiyle senin üstüne şahane bir Atatürk portresi çizmezsem ne olayım” diyerek tabağımı öyle bir hırsla çantama koydum ki bu kez şaşkınlık geçirme sırası Seval Hanım’daydı.
Sevgi ÜNAL