- 740 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (44)
MUTE SAVAŞI
628 yılında Hudeybiye anlaşması, 629 yılında Hayber’in fethi ve Hayber’deki Yahudilerle çevresindeki Yahudilerin Medine devletine bağlanması Arabistan’ı karıştırdığı gibi, Arabistan dışındaki ülkeleri de karıştırmıştı. Dikkate almadıkları Medine devleti, Arabistan şehir devletlerini düşürüyor. Medine şehir devletini, Arabistan İmparatorluğuna dönüştürüyorlardı. Hayber savaşının sonuçları olarak anlattığımız bu gerçekler hemen kendisini gösterdi. Araplarla ciddi alışverişi bulunan Suriye tarafları karışmaya başladı.
ELÇİLER GÖNDERİLİYOR
Hayber’in fethinden önceki bazı gelişmelere bakalım. Medine devletinin kralı Muhammed, Allah’ın elçisi olarak, Arabistan topraklarında genel dengenin sağlandığını görünce, gözünü Arabistan dışına çevirdi. Zaten Medine devletinin Mekke devletiyle anlaşma yapması… Arabistan etrafındaki devletlerin dikkatini çekmişti. Tabi dikkat kesilenler sadece devletlerin kralları, imparatorları değildi. Aynı zamanda Yahudiliğin, Museviliğin, Zerdüştlüğün din merkezlerini yöneten din adamlarının da Arabistan’daki gelişmeler dikkatlerini çekti. Çünkü sadece Arabistan’da Araplar şehir devletlerinden kurtulup, imparatorluğa doğru yönelmiyorlardı. Aynı zamanda Arabistan’da putperestlik yıkılıyor. Yerine İslam diye yeni bir din yükseliyordu. Bu nedenle din adamları telaşa düştüler. Uzun yıllar yaşadıkları Arapların Putperestliği yıkıldığı gibi, kendi toplumları da İslam’a girerek yıkılabilirlerdi. Bu gerçek karabasan olarak rüyalarına girmeye başladı.
Gözünü Arabistan dışına çeviren Muhammed, çevresindeki devletlerinde İslam ile tanışma vaktinin geldiğini biliyordu. Mekke’deki mücadelesi Medine’de devlet olmakla sonuçlanmış. Aradan geçen yedi yıl içinde de, en büyük düşmanı Mekke ile anlaşarak, Arabistan’da söz sahibi olmuştu. Arabistan dışına açılırken, arkasından kendini vuracak bir güç kalmamıştı.
Diğer taraftan Medine devletinin Arabistan dışındaki devletlere İslam tebliği, onları karşısına alışı, Arabistan’daki putperestleri içten içe sevindirmeye başladı. Bunun nedeni iki temele dayanıyordu.
Birincisi; baş edemedikleri Muhammed’in, Roma, İran, Mısır, Habeş, Yemen gibi büyük devletlerin hepsine birden meydan okuması, onlara akıllıca gelmiyor. Şimdi başına belayı aldı diyorlardı. Aynı düşünceye Yahudiler de katılıyorlardı. Medine devletinin sayılan devletlerle hiçbir zaman baş edemeyeceğini, onların Müslümanlara haddini bildireceklerine inanıyorlardı. Elbette onlar, dünyevi değerlerle bu tür yorumlar yapacaklardı. Günümüzde de öyle değil mi? Mesela; herhangi bir ülke gözünü karartıp bugün bütün dünyayı İslam’a çağırsa, kabul etmezlerse vergi vermeye davet etse, aksi halde üzerlerine savaş açacağını söylese ne olur? İran devriminden sonra, Amerika’yı karşısına alan İran’a toplumların nasıl baktığını görüyoruz. Kaldı ki İran, siyasi, ekonomik, askeri ve coğrafi yapı olarak güçlü bir ülke… Buna rağmen bütün dünyayı karşısına almasını hiç kimse düşünemez. Nitekim İranlılar bile Amerika ile çatışırken Avrupa devletleriyle iyi geçindiler. Rusya ile kapışırken Çin ile iyi geçindiler. Türkiye’yi daima dost ülke ilan ederek, her türlü çatışmaya karşılık neredeyse sınırsız çözüm sundular. Elbette Türkiye’de buna hayır demedi. Zira batılıların nazlarından bıkmış Türkiye, önündeki açılımları görünce, anında İran ile birlikte hareket etmeyi öne çıkardı. Bu durum sadece, Özal, Erbakan, Erdoğan dönemlerinde böyle olmadı. İran devriminden itibaren Türkiye’nin yönetimine gelen bütün iktidarlar İran’la sıcak ilişkisini sürdürdü. Günümüzün dünyası nasıl, Müslümanların kurduğu devletin bütün dünyaya meydan okumasını anlayamayacaksa, o günde Putperest Araplar, Yahudiler anlayamıyorlardı. Aldı başına belayı dercesine gülümsüyorlar. İçten içe seviniyorlardı. Hani yakın olmasalar ve utanmasalar, Medine devletiyle yaptıkları sözleşmeleri bir kenara atacaklar. Sonra Muhammed’in karşısına aldığı devletlerle işbirliğine gideceklerdi. Ama Muhammed yanlarındaydı. Arabistan dışındakiler imdatlarına yetişinceye kadar canlarına okurdu. Onlar biliyorlardı ki, hak ve adalet için Muhammed çok sertti. Asla ihaneti, sözleşme şartlarına aykırı davranışı af etmezdi. Bugüne kadar bunu çok iyi öğrenmişlerdi. Muhammed için söz vermek önemliydi. O güne kadar gelen Allah’ın ayetlerinde söz vermek önemliydi. Verilen sözlerin yerine getirilmemesi, kopan ilişkinin bir daha kurulmaması demekti.
İkincisi; putperest Araplar, Muhammed’in Arabistan etrafındaki Arap olmayan devletleri karşısına almasına, soy bilinciyle sevindiler. Uzun yıllar bildikleri tarih içinde, Araplar içinden neredeyse hiç biri, böylesine Arabistan dışındaki devletlere meydan okumamıştı. Yemen kralı Ebrehe bile Kâbe’yi yıkmaya gelince “Kabe Allah’ın, Allah evini kendisi korusun” diyerek, Yemen ordusunun karşısına çıkmamışlardı. Üstelik bunu yapan birlikte yaşadıkları büyükleri Muhammed’in dedesi Abdülmuttalip’di. Muhammed’in yaptığı, onurlarına, şereflerine, şanlarına düşkün putperest Arapların kanlarını kaynattı. Sanki içlerinden helal olsun der gibiydiler. İçten içe seviniyorlar. Arapların kim olduğunu dünya aleme bildirsin diyorlardı. Özellikle putperestliğe taassup derecesinde bağlı olmayanlar, Muhammed’i destekler tarzında yorumlar yapıyordu.
Ebu Süfyan mantığında olanlar ise, Şam, Mısır, Yemen ticaretlerinin biteceği nedeniyle endişe içindeydiler. Arabistan’ın etrafındaki ülkelerle savaş haline gelmesi, onların ticari kervanlarını aksatabilirdi. Bir yandan Muhammed başına aldı belayı diye seviniyor. Diğer yandan endişe duyuyorlardı. Önlerinde tek seçenek vardı. Ticaretlerinin aksamaması için hemen çözüm bulmak. Putperest Araplar; Muhammed’in savaşı din savaşıdır. Bizimse Hıristiyanlarla, Yahudilerle, Zerdüştlerle herhangi bir din savaşımız yoktur diyorlardı. Kendilerini bu şekilde teselli ettiler. Gerekirse, Yahudi, Hıristiyan, Zerdüşt toplumlarının krallarına, bizim sizinle bir savaşımız yok. Bu konuda bizler Muhammed’e yardımcı değiliz diyeceklerdi. Ama asla Mekkeliler, anlaşmayı bozarak, ne Mısır’la, ne İran’la, ne Roma’yla, ne Yemen’le, ne de Habeşistan ile Müslümanlar aleyhine anlaşma yapamazlardı. Onların Muhammed ile yapacakları savaşlarda tarafsız olmak tek seçenekleriydi. Bu yönde haberleri kervanlar vasıtasıyla sağa sola yayıyorlar. Medine devletinden farklı düşündüklerini belirtiyorlar. Putperest Araplar olarak barışı öne çıkardıklarını söyleyerek üstünlük sağlamaya çalışıyorlardı. Hani bugünde aynı değil mi? Mesela; İran Amerika’ya, Avrupa’ya, Rusya’ya meydan okusa, bir yandan içten içe sevinen, diğer yandan bizim İran ile hiçbir bağımız, ilişkimiz yok diyen Müslüman topluluklar.
Muhammed Hudeybiye anlaşmasını yaptıktan sonra Medine’ye geldi. Medine’de katiplerine altı adet davet mektubunu yazdırdı. Tarihler bu olayın tarihini miladi olarak 07/mayıs/628 olarak kaydederler. Resul mektupları devletlerin krallarına göndereceğini söylediğinde, arkadaşlarından bazıları bilgilerine dayanarak “Ya rusulüllah, onlar mühürsüz mektup okumazlar” diye görüş bildirdiler. Bunun üzerine resul bir mühür yaptırdı. Üzerinde “Allah, resul, Muhammed” yazıyordu. Her mektubu bu mühürle mühürledi. Mektuplardan bazıları bulunmuş olup, Şam ve Topkapı müzesinde saklanmaktadır. (Günümüzde IŞİD diye bilinen Irak Şam İslam Devleti bayrağına resulün mührünü almıştır)
MEKTUPLARIN İÇERİKLERİ VE GÖNDERİLDİĞİ YERLER
Mektuplardan ikisi dönemin iki büyük devleti ve süper gücü sayılan Bizans yani Roma ve Sâsânî yani İran – Pers imparatorlarına gönderildi. İslam’ın Mekke dönemlerinde Ortadoğu, dönemin bu iki süper gücünün birkaç asırdır devam savaşlarına sahne olmuştu. Sâsânîler 614 yılında Kudüs’ü fethederek Hıristiyanlar için son derece önemli olan Kutsal Haç’ı alıp, Sâsânî imparatorluğunun başkenti Medâin’e (Ktesiphon’a) götürmüş. 619 yılında Mısır’ı işgal ettikten sonra 626 yılında Anadolu’yu aşıp İstanbul önlerine kadar ilerlemişlerdi. Sâsânîlerle mücadeleye devam eden Bizans, İmparator Herakleios’un Sâsânîler’in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ninevâ’da (Ninova) ağır bir yenilgiye uğratmasıyla nihaî zaferi elde eden taraf olmuştu. Bu olay Arabistan’da büyük yankılar uyandırmıştı. Hatırlarsanız, Zerdüşt dininden olan İranlılar, Hıristiyan Roma imparatorluğunu yenince, putperest Araplar sevinmişlerdi. Gelen Rum suresinin 2-3. Ayetlerindeki “Rumlar, yenildi. Arapların bulunduğu bölgeye en yakın bir yerde onlar, Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir” ifadesiyle putperestlerin yoğun propagandası altında kalan Müslümanlar sevinmişlerdi. Zira o dönemlerde putperest Araplar, kendilerini üstün biliyorlar. Kendileri gibi putperestlik dinine sahip olan İranlıların, kitap ehlinden Hıristiyanları yenmesiyle seviniyor. Müslümanlara biz de sizi İranlılar gibi yeneceğiz diyorlardı. Ama ayetteki ifade gerçekleşmiş. Putperestlerin ifadeleri yerle bir olmuştu. Zaten putperestler artık kendi dertlerine düşmüş, Bizans’ı ve İran’ı düşünmüyorlardı.
Sâsânî Hükümdarı yani Kisrâ’sı II. Hüsrev Pervîz’e resul’ün İslam’a davet mektubu Abdullah b. Huzâfe tarafından götürüldü. Adının Muhammed isminden sonra yazılmış olmasına kızan Kisrâ “Benim bir kölem bana nasıl böyle hitap edebilir?” diyerek mektubu yırttı. San‘a’daki valisi Bâzân’dan Muhammed hakkında bilgi istedi. Mektubunun yırtıldığını öğrenen Muhammed üzüldü. Üzülmesinin nedeni, onların Allah’ın dini İslam’a hayır demesinden dolayı başlarına geleceğini bilmesiydi. Aradan fazla bir zaman geçmeden Yemen valisi Bâzân iki adamını Medine’ye gönderdi. Resul, İran’dan aldığı taze bilgiler sayesinde Bazan’dan daha fazla bilgiye sahipti. Hüsrev Pervîz’in, oğlu tarafından öldürüldüğünü Bazan’ın elçilerine söyledi. Elçilere, Bâzân’a söyleyin, Müslüman olduğu takdirde valilik görevine devam edebilir. Yemen valisi olarak halkını özgürce yaşatabilir. Bunun üzerine Bâzân ile birlikte Yemen halkı da Müslüman oldu. Böylece Yemen’in ilk Müslüman valisi Bâzân ile İslamiyet bu bölgede yayılmaya başladı; Yemen’e bağlı birçok Arap kabilesi değişik zamanlarda çeşitli heyetler göndererek İslamiyet’i benimsediklerini bildirdi.
Muhammed’in Kisra’ya gönderdiği bu mektup I. Dünya Savaşı sonlarında Beyrut’ta ortaya çıkmış. 1960’lı yıllarda bilim adamlarınca incelenerek gerçek belge olduğu kanıtlanmıştır. Mektup deri üzerine yazılmıştır. Özellikleri, koyu kahverenginde, boyu 28 cm, eni 21,5 cm. olup, 15 satırdan oluşmaktadır. En altında 3 cm. olan dairevî bir mühür izi bulunmaktadır. Mektupta 3. satırın altından başlayan yatay yırtık, mektubun ortalarında dikey olarak 10. satıra kadar inmektedir. Ters L harfi şeklindeki yırtık farklı bir derinden kesilmiş ince iplikle dikilmiştir. Mektuptaki yazı, noktalama veya harekeleme işaretleri taşımamaktadır. Zaten noktalama işaretleri resul devrinde kullanılmıyordu. Bugün Kur’an-ın yazılışındaki hereke, noktalama işaretleri de daha sonraki yıllarda kondu. Mektubun içeriği şu şekildedir.
“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın Resulü Muhammed’den İranlıların Büyük Başkanı Kisrâ’ya:
Hidayet yoluna girip tâbi olana, Allah’a, O’nun Resulüne iman edene, Allah’tan başka ilah olmadığına, onun bir tek ve ortaksız bulunduğuna, Muhammed’in onun Resulü ve kulu olduğuna şahadet edip bunu kabul edene selâm olsun! Buna göre ben seni tam bir İslâm davet ediyorum. Zira ben, kim olursa olsun can taşıyan herkese belli bir tehlikeyi haber verip bunları uyandırmak ve inanmayanlar üzerinde Allah’ın sözünü gerçekleştirmek için istisnasız bütün insanlara gönderilmiş bir Allah elçisiyim. O halde sen İslâm’a gir, sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun! Şayet kaçınacak olursan, bu halde hiç şüphesiz Mecûsîlerin günahı senin üzerinde toplanacaktır”
Bizans imparatoru Herakleios’a elçi olarak Dihye b. Halife el-Kelbî görevlendirildi. Mektubun içeriği şöyle…
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Bizans imparatoru Herakleios’a,
Hidayete uyanlara selâm olsun. İslam’ı kabul et ki kurtuluşa eresin. Allah da ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen sorumluluğun altındaki insanların günahını sen çekersin. “Ey Ehl-i Kitap! Sizin ve bizim aramızda müşterek olan söze gelin: Sadece Allah’a kulluk edelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birimiz diğerini Rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse `şahit olun biz Müslüman’ız deyiniz" Mektubun son sözleri Âl-i İmran 64. Ayetiyle bitiyordu.
İmparator Herakleios yıllar süren savaşlar sonunda Sâsânîler karşısında Ninova’da kazandığı kesin zafer için Allah’a bir şükran ifadesi olarak hac ziyaretinde bulunmak. İranlılardan geri almayı başardığı kutsal haçı tekrar eski yerine dikmek üzere o sıralarda Kudüs’te bulunuyordu. İmparator, Busra valisi aracılığıyla kendisine gelen Peygamber elçisi Dihye’yi kabul etti. Tarihi bilgilere göre Muhammed hakkında daha detaylı bilgi almak üzere, o sıralarda ticaret için Suriye’ye gitmiş bulunan Ebû Süfyân ve arkadaşlarını huzuruna davet etti. Onlardan Muhammed’in soyu, ailesi, çevresi, toplumdaki konumu, kişiliği, getirdiği mesajın niteliği ve temel prensipleri hakkında bilgi aldıktan sonra anlatılanların bir resulün özelliklerine uygun olduğunu ifade etti. Hatta anlatılan bilgilerden giderek, ben Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu kabul ediyorum. Ancak Müslüman olursam halkım beni terk eder dediği rivayet edilir. Herakleios elçiyi diplomatik kurallar çerçevesinde kabul etmekle yetindi. Elçileri hediyelerle uğurladı. Bu rivayetler doğruysa, resul ile anlaşma yapan Ebu Süfyan’ın Muhammed ile yaptığı anlaşmaya bağlı kaldığı, bildiği konuları dürüstçe anlattığı anlaşılıyor. Herakleios’un ise gerçekçi bir insan olduğu, diplomatik kurallara uyarak nezaket içinde davrandığı görülüyor. Bunlar ülkelerin yönetiminde önemli kavramlar. Büyük imparatorluklar kurma etiğinin temel kuralları, diplomatik değerlere sahip çıkmakla örtüşüyor. Ne kadar ayrı fikirlerde olursanız olun. Ne kadar çok birbirinize düşman olursanız olun. Bütün ilişkiler elçiler vasıtasıyla kuruluyor. O nedenle, elçilere iyi davranan liderler, güvenilir liderler olarak ortaya çıkıyor. “Biz sizinle savaş yapacağız. Bunu bildirmeye geldik” diyen bir elçiyi bile gülerek karşılayan. Onu misafirperverliğin doruk noktasıyla ağırlayan… Gönderirken hediyelerle gönderen liderler, fark etmeden karşısındaki insanlara güven veriyor. Zira elçi, gönderilen makama bir emanet olarak gönderiliyor. Tarihsel kültürde toplumların etik davranışlarında elçiler, gönderen tarafından gönderilen kişilere, makamlara bir emanettir. Her ne olursa olsun elçiye karşı yapılacak olumsuzluklar, emanete hıyanettir. Herakleios bunu çok iyi bilen bir lider olarak, Muhammed’in elçisini en güzel şekilde ağırlamış. Hediyelere boğarak Muhammed’e göndermiştir. Bu tavır, Resulün ve Müslümanların gözünde ayrı bir değer kazanmıştır. Ama biraz önce değindiğimiz İran kıralı veya Kisra’sının tutumu, ne etik değerlere, ne de insanlığa uymuştur. İki imparator arasındaki fark, yöneticilik anlayışlarının ne kadar farklı olduğunu göstermektedir. Elçilere davranıştaki nezaketi, birçok toplumda uygulanan düelloya davet konusunda da görüyoruz. Hatırlayın, özellikle Avrupa ülkelerinde uygulanan düelloya davet, davet eden kişinin savaşarak veya silahla birini öldürmek istemesinin davetidir. Daveti genelde bir elçiyle yapar. Davet edilen kişi gelen elçinin, kendisini öldürmek üzere birinin davet ettiğini bildiği halde, o kişinin kendisini öldürmeye davet eden kişinin güvendiği biri olduğunu bildiği halde, tek olumsuz cümle kurmaz. Davete icabet edip etmeyeceğini söyler o kadar. Ama bazı dengesizler çıkıp elçiyi öldürmeye kalkabilir. Onun için Herakleios’un davranışı takdire şayandır.
Muhammed’in bu mektubu 13. asırda, Herakleios soyundan geldiğini söyleyen Kastilya Kralı VII. Alphonse’un sarayında ortaya çıkmış. Napolyon’un İspanya’yı işgalinde Fransa’ya götürülmüştür. Yakın yıllarda Ürdün’den İsviçre’ye gidip yerleşen mektubun son sahibinden, Abû Dabî hükümeti yüklü tazminatla ele geçirmiş. Ürdün Kralı Hüseyin duruma müdahale ederek bu kıymetli vesikanın Ürdün’e dönmesini sağlamıştır.
Heraklios’a gönderilen mektuptan etkilenen danışmanı Üsküf Müslüman oldu. Müslüman olduğunu kilisede ilan etti. Bunun üzerine Rumlar ona saldırarak şehit ettiler.
Üçüncü mektup Amr b. Ümeyye ed-Damrî eliyle Habeş Necâşîsi Ashame’ye gönderildi. Daha önce Habeşistan’a hicret etmiş olan Müslümanlara iyi davranmış. Mekkelilerin Müslümanları bize iade et, onlar içimizdeki isyancılardır teklifini ret etmiş. Müslümanları koruması altına almıştı. Rivayetlere göre, Habeşistan kıralı Ashame, reulün İslam’a davet mektubuna olumlu cevap vererek Müslümanlığı kabul etti. Resule çeşitli hediyeler gönderdi. Resulün isteği üzerine Habeşistan’da kalmış olan son Muhacirleri elçiyle birlikte gemiye bindirip Medine’ye uğurladı. Bazı tarihi rivayetler, Ashame’nin ölümünü duyan resulün gıyabında cenaze namazını kıldığı rivayet edilir.
Dördüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Bizans’ın Mısır genel valisi Mukavkıs’a götürüldü. Mektup şöyleydi.
“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den Kopt’ların Büyük Başkanı el-Mukavkıs’a:
Allah’ın selâmı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerine olsun! Buna göre ben seni, tam bir İslâm dâvet çağırıyorum. İslâm’a gir, sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana iki defa sevap verecektir. Şayet bundan kaçınacak olursan, bütün Kopt’ların günahı senin üzerinde toplanacaktır. Ve ey Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan tek bir kelimede, yani Allah’tan başka hiç bir ilaha tapmamak, O’na hiç bir şeyi şerik ve ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiç bir kimseyi âmir ve efendi yapmamak hususunda birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, itaat edip teslim olan Müslüman’larız” Mukavkıs’a gönderilen mektubun Topkapı sarayında olduğu biliniyor.
Mukavkıs, Müslüman olmamakla birlikte elçiyi güzel bir şekilde ağırladı. Muhammed ve İslam hakkında bilgi aldıktan sonra cevabi bir mektup yazdı. Değerli hediyelerle uğurladı. Bu hediyeler arasında cariyelerinden Mâriye ile Sîrîn adlı iki kız kardeş, bir hadım köle, 1.000 miskal altın, beyaz bir katır (Düldül), kıymetli elbise ve kumaşlar bulunmaktaydı. Resul Mâriye’yi eş olarak almış. Ondan İbrahim adlı oğlu dünyaya gelmiştir.
Beşinci mektup Şücâ‘ b. Vehb el-Esedî ile Gassânî krallarından Hâris b. Ebû Şemir’e gönderildi. Hâris kendisine böyle bir mektubun gönderilmesine sinirlenerek mektubu yere attı. Medine’ye hücum tehdidinde bulundu. Gassani kralına gönderilen mektup şu şekildedir.
“Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla!
Allah’ın Resûlü Muhammed’den Hâris bin Ebî Şemir’e:
Allah’ selâmı, hidayet yoluna girmiş bulunan, Allah’a inanan ve bunu ikrâr edenin üzerine olsun! Bilesin ki, senin mülkünün senin elinde kalması için, hiç bir ortağı bulunmayan bir ve Tek’lik sıfatında olan Allah’a inanmaya seni davet ederim”
Altıncı mektup Selît b. Amr tarafından Yemâme’de yaşayan Benî Hanîfe kabilesinin reisi olup şair ve hatipliğiyle tanınan Hevze b. Ali’ye götürüldü. Hevze elçiye iyi davranıp ikramda bulunmakla birlikte Müslümanlığı kabul etmediğini bildiren cevabi bir mektup gönderdi.
Resul İslamiyet’i tebliğ amacıyla yazdırdığı bu tür mektuplardan Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde yaşayan birçok kabile reisine, hatta bazen şahıslara da göndermiştir. Veciz bir ifadeyle yazılan mektuplarda, kişilere unvanlarıyla hitap edilmiş. Kendilerini tehdit eden veya küçük düşüren ifadelere yer verilmemiş. Mektup gönderilenler Allah’ın ilahlığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inanmaya davet edilmiştir. Özellikle kabile reislerine gönderilen mektuplarda, kabilenin Müslüman olması halinde kendi topraklarında bırakılacaklarına, mal ve can güvenliklerinin sağlanacağına, bazı kabilelere toprak, mera veya maden yerleri verileceğine işaret edilmiştir. Müslüman olmayı kabul edenlerin Allah’a ve Resulüne itaat etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği bilhassa ifade edilmiştir. Hicretin 9. (m. 630) yılında indirilen Tövbe suresinin 29 ayetinde ifade edilen cizye, ayetin geldiğinden itibaren yazılan mektuplarda, Müslümanların hâkimiyetini tanıyan fakat İslam’a girmeyi kabul etmeyen Yahudi, Hıristiyan ve Mecusilerden alınacağı belirtilmiştir.
Altı mektup dışında bazı mektuplar şöyledir. Bunlardan biri Yemame kralı Hevza bin Ali’ye giden sahabi Salit bin Amr’dı. Amr mektubu ve yapılan daveti danışmanı Eregün’e sordu. O “İncil’de peygamber olarak geleceği bildirilen şahıs budur” dedi. Peygamberimize mektup yazarak Müslüman olmadığını ancak kendisine bazı imtiyazlar vermesini istedi. Peygamberimiz bu tekliften hoşlanmadı. Teklifi geri çevirdi.
Benzeri mektuplar aşağıdaki kişilere gönderilmiştir.
Amr b. el-As, Uman yöneticilerinden Ceyfer ve Abd el-Cülendâ kardeşlere;
Alâ b. el-Hadremî, Bahreyn meliki Münzir b. Sava’ya;
Muhacir b. Ümeyye el-Mahzumî, Him-yer reisi Haris b. Abdi Külâl el-Hımyerî’ye;
Ali b. Ebî Tâlib, EbuMusael-Eş’arî, Muâz b. Cebel, Yemen’e gönderilmişlerdir.
Bazı toplulukların liderlerine gönderilen mektuplardan söz edilir. Beyhakî’nin metnini verdiği, Necran halkına gönderilen mektup da şöyledir:
"İbrahim, İshak ve Yakub’un İlâhı adıyla,
ALLAH’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den Necran Başpiskoposu’na ve Necran halkına;
Siz barışsever insanlarsınız. Ben; İbrahim, İshak ve Yakub’un İlâhına olan hamdimi size bildiririm. Bundan sonra, sizi kullara kulluğa değil, ALLAH’a kulluk yapmağa ve kulların dostluğuna değil, Allah’ın dostluğuna çağırıyorum. Bunu kabul etmediğiniz takdirde size cizye lâzım gelir. Bunu da kabul etmezseniz size karşı savaş açmayı haber veriyorum. Vesselam"
Resulün bu mektupları, Arabistan dışındaki toplulukların gözlerini tamamen Arabistan’a çevirmesine neden oldu. Mektupların içeriğinde Allah’ın dini tebliğ ediliyordu. Herhangi bir maddi talep yoktu. Aksine İslam olduklarında, toplum, ülke liderleri kendi ülkelerinin başında kalabileceklerdi. Yani herhangi bir şekilde ülkelerin işgali söz konusu değildi. Mektuplardaki amaç, hem Allah’ı hem dinini tanıtmaktı. Herhangi bir zorlama yoktu. Baskı yoktu. Mektubu alan krallar, toplumsal liderler, daveti düşünme fırsatı buldular. Davranışları çeşitli şekillerde oldu. Kimi diplomatik tavır sergilediler. Kimi bütün bencilliklerini kibrini ortaya koydular. Kimi de Müslüman oldu. Her ne olursa olsun mektuplarda ifade edilen şey, halklarına adil davranmaları, halklarını Allah’ın bu tebliğine karşı özgürleştirmeleriydi.
Bu olaylardan sonra, Bizans derebeyi olan Zatû’l-Taleh’in valisi, kendisine ve halkına İslâm’ı tebliğ için gönderilmiş on beş Müslüman’ı şehit etti. Bir başka Bizans vekili olan Busra valisi, Müslüman elçinin davetini yaydığını duyması üzerine onu öldürdü. Busra Suriye’de bulunan Havran’ın eski adıdır.
Bizans ve ona bağlı bölgelerden gelen bu haberler Medine devletini harekete geçirdi. Bizans imparatorluğuna karşı sefer düzenlenmek üzere ordu hazırlanmaya başladı. Böylece Mute savaşı diye tarihlere geçen savaş meydana geldi. Elbette Medine devletinin kıralı Muhammed, Müslümanlara yapılanları asla cevapsız bırakamazdı. Müslümanların karşısında artık putperest Araplar yoktu. Müslümanların karşısında koskocaman Bizans İmparatorluğu vardı. Şehir devletleri olan Arabistan devletleriyle savaşan Muhammed, ordusunu İmparatorluk üzerine gönderecekti. Putperest Arapların düzenli, savaş talimi gören bir orduları yoktu. Ancak Bizans İmparatorluğunun bin yılı aşkın süredir gelişen, örgütleşmiş, disiplinli, savaş tecrübeleri olan orduları vardı.
Müslümanların hazırladığı ordu 3.000 kişiydi. Resul ordunun başında gitmiyordu. Ordunun komuta edilmesi konusunda şu şekilde talimatı verdi:
"Zeyd bin Harise’yi kumandan tayin ettim. Zeyd bin Harise şehit olursa yerine Cafer bin Ebu Talib geçsin. Cafer bin Ebu Talib şehit olursa, Abdullah bin Revaha geçsin. Abdullah bin Revaha da şehit olursa, Müslümanlar aralarından münasip birini seçip onu kendilerine kumandan yapsın”
"Haris’in şehit olduğu yere kadar gidin. Orada kafirlerden kim varsa onları ilk önce İslam dinine davet edin, eğer kabul ederlerse İslam dinini onlara anlatarak öğretin, yok karşı gelirlerse Allahü tealanın yardımını isteyerek onlarla savaşın"
Daha sonra resul orduya, “kadın ve çocukları, yaşlıları öldürmemeleri; ağaçları, evleri ve kiliseleri yıkmamaları konusunda uyarılarda bulundu”
Medine ordusunun hareket ettiğini duyan Şürahbil, Bizans İmparatoru Herakleios’a haber gönderir. Bu arada kardeşi Sedus komutasındaki bir birliği de Müslümanları karşılamak üzere Vadi’l Kura’ya gönderir. Burada yapılan çarpışmada Müslümanlar tarafından Sedus öldürülür. Ordusu bozguna uğratılır.
Bizans İmparatorluğu şaşkındı. Nasıl olurda Arabistan’ın ortasından 3000 kişilik ordu, Bizans imparatorluğuyla savaşmak için yola çıkabilirdi. Olayı Putperest Araplar dehşetli gözlerle izlerken, İranlılar olayı gülerek izliyorlardı. İranlılara göre bu olay prestij işiydi. 3000 kişilik Medine ordusunun koskoca Bizans İmparatoruna meydan okumak için yola çıkması, ilk savaşta başarı kazanması düşündürücüydü. Bizans İmparatorluğunun onuru, şerefi ayaklar altına alınmıştı. Kendilerini yenen Bizans imparatorluğunun bu durumu Kisra’yı sevindiriyordu. Olaya hem alayla yaklaşıyor. Hem de içten içe Müslümanların cesaretini kıskanıyordu. Putperest liderler olayı dehşetle izlerken, Arap halkı hem endişeli hem sevinçliydi. Vadil Kur’a önüne çıkan Sedus komutasındaki orduyu Müslümanlar bozguna uğratınca olay ciddileşti. Bizans imparatorluğu Müslümanları hafife alırken, Müslümanların önüne çıkan engeli kısa zamanda büyük bir zaferle aşmış olmaları şaşkınlığa uğrattı. Hemen 100.000 kişilik bir orduyla Müslümanları karşılamak üzere güneye doğru gelmeye başladılar.
İlerleyen Medine ordusu Şam’ı geçti. Bu sırada Bizans İmparatoru Herakleous’un 100.000 kişilik bir orduyla üzerlerine geldiğini haber alan Müslümanlar, nasıl davranacakları konusunda değerlendirme yapmaya karar verdiler. Müslümanların çoğu, Muhammed’e haber gönderilmesi ve gelecek olan cevaba göre hareket edilmesini söyledi. Ancak bu savaşta ölecek olan Abdullah bin Revaha’nın şu konuşması, herkesin fikrini değiştirdi. Savaşa karar verildi: Revaha diyordu ki;
"Arkadaşlar, çekindiğimiz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şeydir. Yani şehit olmaktır. Dinimizi yüceltmek için savaşalım. Ya şehit, ya gazi olacağız. Bunun ikisi de güzel değil mi?"
Revaha’nın bu sözlerini duyan Müslümanlar geri dönmeyi düşünmeden Allah için ölmeyi düşündüler. Buna iman ettiler. Artık onlar için düşman yoktu. Düşmanın sayısı yoktu. Onlar sadece bir şeyi düşünüyorlardı. Allah için ölmek. Ölmeden önce İslam oluşlarının onurunu taşımak… Onların göstereceği cesaret, gayret, bütün Müslümanlara örnek olacaktı. Hiç kimse Müslümanları sahipsiz göremezdi. Hiç kimse Müslümanlara saldırıda bulunamazdı. Bunu yapanlar karşılarında Müslümanları göreceklerdi. Onların imparatorluk olması önemli değildi. Onların o güne göre süper güç olmaları önemli değildi. Bu inanç, İslam gelmeden Arabistan toplumlarında yoktu. Putperest Arapların aklından böyle bir şey asla geçmezdi. Arapları bilen Bizanslılar, İranlılar onların kendilerini korumak için hareket edemeyeceklerini düşünüyorlardı. Ancak Müslüman olmanın ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Allah bir Müslüman için, on kâfir, yüz kâfir dengelemesi yapıyordu. Allah’ın dengelemesine baktığımızda, 3000 Müslüman ona çarparsan 30.000, yüze çarparsan 300.000 ediyordu. Bizanslılar, İranlılar bu dengelemeyi anlayamazlardı.
İki ordu Mute’de karşı karşıya geldiler. Bizans ordusu Müslüman ordusunun 35 katıydı. Ancak Revaha’nın sözleri Müslümanları o kadar çok ateşlemişti ki, onlar Bizans ordusunun sayısal çokluğunu düşünmüyorlardı. Savaş sırasında ordunun ilk komutanı Zeyd Bin Harise şehit düştü. Yerine geçen Cafer Bin Ebu talip komutayı aldı. Cafer Bin Ebu Talip’te şehit düştü. Yerine geçen Abdullah bin Revaha’da şehit düştü. Müslümanlar resulün belirlediği komutanları şehit düşünce, aralarında karar vererek Halit Bin Velid’i komutan seçtiler. Halit Bin Velid savaş sanatların iyi biliyordu. Uhut’ta Müslümanları bozguna uğratan komutandı. Sonra Müslüman olmuş Medine’ye gelmişti. Halit Bin Velid askeri dehasını göstererek, gece mevzilerdeki orduların yerlerini değiştirdi. Mevzilerdeki orduların komutanları değişmiş, askerleri değişmişti. Bizans ordusunun komutanları, askerleri karşılarında yeni simalar görünce, Müslümanlara destek geldiğini zannettiler. Şaşırdılar, paniklediler. Bunu gören Halit Bin Velid saldırı emrini verdi. Şaşkınlık, paniklik içindeki Bizans ordusunun bazı bölümleri bozuldu. Geri çekilmeye başladılar. Akşam olduğunda Halit Bin Velid Bizans ordusunun büyüklüğünü dikkate alarak gece vakti orduyu sessizce geri çekti. Medine’ye doğru yöneldi. Müslümanlar 15 kayıp vermişler. Bizans ordusunun kayıpları ise çok fazlaydı. Tarihi kayıtlarda Bizans ordusunun kayıtları konusunda fazla bilgi yok.
Bizans ordusu sabahleyin karşılarında Müslümanları göremeyince şaşırdılar. O kadar çok zayiat vermişlerdi ki, derlenip, toplanıp Müslümanları takip etme cesareti bulamadılar. Çünkü Mute, Bizans ordusunun cesetleriyle doluydu. Müslümanların cesetleri ise Müslümanlar tarafından alınmıştı. Zannettiler ki, hiç Müslüman öldürememişler. Bütün kayıpları Bizanslılar vermiş. Bu durum morallerini iyice bozdu. Halit Bin Velid’in ustalıklı savaşı. Bizans ordusunun birçok bölümünü bozguna uğratması… Savaş meydanında sadece Bizanslıların cesetlerinin bulunması… Sanki hayalet ordusuyla karşılaşmış gibiydiler. Sayıları oldukça fazlayken küçük bir orduyla savaşmışlar. Küçücük bir topluluk hiç zayiat vermeden geldiği gibi gitmiş. Bizans ordusunu dağıtmıştı. Bugüne kadar böyle bir şeyle hiç karşılaşmamışlardı. Bir misli, iki misli, üç misli ordularla savaşmışlardı. Kendilerinden bir misli, iki misli, üç misli küçük ordularla savaşmışlardı. Ama kendilerinden 35 misli küçük bir ordunun karşısında bozguna uğrayacaklarını hiç akıllarına getirmemişlerdi. Bin yıllık tecrübesi olan Bizans ordunun karşısına Arabistan çöllerinden hayalet gibi bir ordu çıkıp gelmişti. Onları bozguna uğratmış, sonra kaybolup gitmişti. Arkalarından takip etmeyi bile düşünemediler. Onlar nasıl bozguna uğradıklarını… Nasıl bu kadar zayiat verdiklerini… Savaş meydanında neden Müslümanlara ait bir ceset bulunmadığını düşünüyorlardı. Kurnaz, zeki Halit Bin Velid, ordusunu geri çekerken bile gözdağı vermesini, korkutmasını bilmişti.
Müslümanların ordusu çok az bir zayiatla sapa sağlam Medine’ye döndüğünde, Müslümanlar onları zaferle karşıladılar. Onların her biri kahramandı. Onlar Bizans ordusuna meydan okumuşlar. Koskoca Bizans İmparatorluğuna kafa tutmuşlar. Kendilerinden 35 kat Bizans ordusunu dağıtmışlar. Bizans ordusunun psikolojisini kendilerini takip edemeyecek şekilde bozmuşlardı. Mute savaşı Ortadoğu’da yankılanmaya başladı. Bizans nasıl bir bela içine düştüğünün hesaplarını yapmaya başladı. İran, Bizans ile alay ederken sonuçtan hiç memnun olmamıştı. Arabistan’daki putperest Araplar buruk bir sevinç yaşıyorlardı. Bugüne kadar hiçbir Arap komutanı, hiçbir askeri Bizans İmparatorluğuyla bırakın savaşmayı meydan bile okuyamamıştı. Ama Müslümanlar hem meydan okumuşlar. Hem savaşmışlar. Hem de Bizans ordusunu dağıtmışlardı. Artık bundan böyle Bizans orduları Arabistan’a girme cesaretini zor bulurdu. İslam tebliği yapılan krallıklar, derebeyleri, imparatorluklar Mute savaşından etkilenmişlerdi. En çok etkilenen putperest Araplardı. Kabilelerin çoğu böyle bir kahramanlığın onurunu taşıyamamanın üzüntüsüyle İslam’a koşmuşlar. Benzeri onurları yaşamak istemişlerdi.
Mute savaşı Müslümanlar için kırılma noktasıydı. Savaş Arabistan’ın tamamına İslam’ın yayılmasında en büyük rolü üstlenmişti. Artık Araplar şuna inanmışlardı ki, Muhammed ile Arapların tarihine yeni bir sayfa açacaklardı. Bedevi olarak çöllerde yaşayanların dünyaya önleri açılmıştı. Arapların kabile, site şehirleri İmparatorluk olmanın ilk sınavını vermişler. Zamanın süper gücü Bizans’a karşı durmuşlardı. İran, Yemen, Mısır, Habeşistan, Bizans ve bu imparatorluklara, krallıklara bağlı beylikler, küçük krallıklar, Medine devletini hissetmeye başladılar. Küçük, basit gördükleri Medine devletini, Müslümanları, politikalarına katmaya başladılar. Bundan sonraki olaylar, Müslümanlar için büyüme, gelişme olacaktı. Mekke bundan etkilenmişti. Mekke’nin önderleri, Arabistan’daki bütün etkinliklerinin kaybolduğunu hissetmeye başladılar. Artık onlar Muhammed varken Araplara bir şey anlatamazlardı. Zaten Araplar akın akın Müslümanlığa koşuyorlardı. Muhammed’in liderliği, bütün liderlerin havasını söndürmüştü. Mekke’nin önderleri, Arap kabilelerinin önderleri, ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Hak ve adaleti esas alan İslam, insanlarla kucaklaştıkça, Arabistan, Bizans, Mısır, Şam, İran, Yemen toplulukları etkileniyor. Müslümanlar dünyanın dört bucağına İslam’ı tebliğ için gidiyorlardı. Selman-ı Farisi Kur’an ayetlerini sureler halinde Farsça’ya çeviriyor. İran’daki dostlarına gönderiyordu.
Güneş tepeye yükselmiş Müslümanları aydınlatıyor. Müslümanların etrafındaki bütün imparatorlukların güneşi ikindi vaktini geçmiş, geceye doğru gidiyordu. Allah resulünün yönetici olarak bilinçli davranışları… Toplumları sosyolojik olarak analizi… Soyu, aşireti, dini ne olursa olsun herkese eşit, adil davranışı… Yaptığı sözleşmelere harfiyen uyması… Sözlerine uymayanları yeterince cezalandırması… Onun kararlı, emin adımlarla dünyaya şekil verdiğini gösteriyordu. Hayatın tüm dengelerini Müslümanlar yeniden kuruyorlardı. Putperestlerin, Mecusilerin, Yahudilerin, Hıristiyanların dünyaya bakış tarzlarına karşılık, Müslümanların dünyayı yorumlaması, dünyaya anlam kazandırması hâkim oluyordu. Özellikle kendilerinden 35 kat sayıca üstün Bizans askerlerini bozguna uğratan Müslümanlar konuşuluyordu. Bizans için hayalet ordu olan Müslümanların ordusu, Müslümanlar için gerçekti. Arabistan için gerçekti.
Bugün; Mute savaşını yapan Müslümanların anlayışında Müslümanlara ne çok ihtiyacımız var.
Bugün; Müslümanların yaşadıkları ülkelerin işgal edilmiş olmalarının karşılığında, Müslümanların sesini yükseltecek, Müslümanların onurunu kurtaracak, bütün dünyaya meydan okuyacak, onların güçlerini hesaba katmayacak, İslam ordularına ihtiyaç var.
Bugün; birbiriyle anlaşamayan, birbirini anlamayan, İslam öğreniyoruz diye içlerine kapanan, birbirini çekemeyen, kelimeler kavramlar üzerinde ömür tüketen Müslümanların karşısında, Mute’de Abdullah Bin Revaha’nın sözlerine çok ihtiyacımız var. “Bizim dünyadaki yaşamımızın gayesi Allah’a ulaşmak değil mi? Eğer öyleyse niçin geri dönelim? Niçin bekleyelim? Niçin zaman kaybedelim?”
Zaman sabit dururken, üzerinden hızlıca geçip gidiyoruz. Önümüzde ecel noktası, görünmüyor. Her an o nokta yüzümüze çarpabilir. Ölüm noktasına tosladığımız gün, artık hiçbir bahanemiz kalmamıştır. Artık geri dönüp düzelteceğimiz herhangi bir şey kalmamıştır. Artık dünya hakkında yorumlayacağımız hiçbir şey kalmamıştır.
Müslümanlar Mekke’de başlayan tebliğlerinden itibaren, Mute’ye kadar birçok kırılma noktası yaşadılar. Toplum oldular. Devlet oldular. Düşmanlarıyla kendilerini eşitlediler. Düşmanlarını geçerek onlara fark attılar. Ve imparatorluk kapılarını açtılar. Biz bugün bu kırılmaların neresindeyiz? Bana öyle geliyor ki, henüz ayetler bize inmedi. Bizler elimizde bulunan kutsal kitabı, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi kelimelerinin yerini değiştirerek okuyoruz. Her kelimeyi arzu ve heveslerimiz doğrultusunda tevil ederek Müslümanlık adına hayallerimizi süslüyoruz.
İnşallah Müslüman’ım diyenlerin üzerine Allah’ın ayetleri iner. Akıllarına, kalplerine iner. Ve hidayet bulurlar. Böylece insan olarak ilk kırılmayı yaşarlar.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.