- 1104 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
GİDİŞ...
GİDİŞ…
Kırlangıç kuyruğu bir rüzgarın sırtındayken kışımız, parkamızı biz bahardan yaptırmıştık.Sana dantel desen olurken dünkü papatyalar fincanına, ikimiz iki kez kavruk bir kokuyu salıyordu begonya balkonlu sokaklara bakan camlardakine…
Açık havalarda ben giderdim sen gelirdin arkamdan. Caddeleri süsleyen sokak lambalarına vardığımızda sen hep benden önce koşardın ve her seferinde beni geçerdin. Zillerde parmak izlerin, üstümüzde dolu dizgin yıldızlar, çöp tenekesinin kenarında duran kediler şahitlikte…
Caddeler ibadetgah Tanrı’lar görür her yalnızlığın şehirlerde ne kadar çoğaldığını. İşte bu yüzdendir ki sana yazdığım mektupları kendi içime giydirmem ve işte bu yüzden üşürken çıplak ağaçları koynunda büyüten parkların banklarında sabahları kışlamam…
Kim bilir şimdi hangi çılgın martı çığlıklarıyla tarıyordur ki deli dalgaları…Sabah atılan simitler derinindeki denizin dibinde, renkli balıklar yosunların dansında havada kocaman bir ay; kıymadan yıkar kayalıkları yakamoz ve doldurulmuş kaplumbağaların eski yuvalarını.
Sen hep Pazar günleri gelir tenime değerdin ben açardım o vakit alabildiğince alaca güneşe karşı pencereleri. Parmak uçların gözlerimde bir kırlangıç misali olurdu. Sen dudaklarımda gezinirken, düşlerim kanat çırpardır. Bir mahpusluğun şarkısı gelip ıslardı dilimi. Ben aldırmazdım yokluğunun sınırını çizen sonbahardan yapılma parmaklara.
**
Biraz sustuğumuzda çokça bir şiir geçti az önümüzden, rüzgar güllerine takılı türkülerimiz ve iki sarı yaprak sevişti toprakla. Anselmo bir sigara yaktı çam ormanındaki bir ağaca sırtını verip. Külleri döküldüğünde sözcüklerin, birkaç yıldız kaydı. Ateşi sıcak tutacak tek şeydi belki de romanlar…
Çingene dansına dalmış çadırın etrafındaki alevden gölgeler. Göğsü mor pembeli kadın karanlığa haykırış dansında ayak bileğinden belli bir de kumlarda bıraktığı yalın ayak izlerinden. Yüzünde ritüel sembolleri olan beyaz saçlı ihtiyar kadın sarkık memesinin arasından çıkardığı keseyi açtı. Şarap içenler geceye verdi kendin. İhtiyar elindeki küçük kemikleri ateşin gözlerle barışık olduğu bir mesafeye savurdu.
Rast gele dili bir köşe bir bucak dudağını ısladı. Dökülmüş dişleri yeterince dudağını kendi içine salıyordu. Herkes ona gülüyordu ben buraya ait olmasam da onun ne söylediğini çözmeye çalışıyordum. Herkes elindeki, içmekte zorlandığı şarabı onun saçlarına döküp gülüp geçerken yanında ateşten sonra bir ben kalmıştı.
Onun üstüne dökülenleri kadehime almak için açlarını sıktım. Dudağım ıslandı toprak kadehim daha yarımdı. Onun alevlerin kenarına attığı kemikleri toplarken herkes ama herkes dünden uyumuştu. Bir kedinin son omur iliğiydi yerdeki o kemik. Suratıma atılan kemik ve beynime düşen sözleri kaldı aklımda…
“Git buradan…git… Öldürüleceğini bildiğin halde nedir seni buraya getiren. Dokunma saçlarımdaki şaraba; sabah kurur ama sen şu an git…Gördüm taşları…Geldiğin yükünle git. Ya üçünüz bir yol alacaksınız ya sana taze bir mezar sunacak sana…” Ben de kemiklerin toprağa hangi şekilde düştüğümü gördüğümden, önümüzdeki köze avuçladığım toprağı atıp kalktım. O halen kör gözlerle Çingene çadırını delip fezaya bir şeyler fısıldamak istiyordu… O gece tüm yorgunluğu bir sırtıma çocuk eyleyip çıkmıştık……
YORUMLAR
Gidiş: Bir veda yazısı okuyacağım gibi gelmişti bana. Ama okudukça çok başka yerlere gittim her satırda... Çingene çadırından girdim içeri, şarap kadehlerinin bir bir dolup boşaldığı bir alemde, saçların şarapla ıslandığına tanık oldum bu yazıda... Keyfin yarı burukluğuyla bitirdim...
Yüreğinizden dökülen her satıra bin selam olsun Dilekyıldızı...