- 607 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Düşlerinin Lekesi:Kaygan Yol
"Dikkat etsene biraz, saçımı asılıyorsun!" dedi kuaförde
saçını yaptıran sarışın bir kadın. Saçını yapan kuaför;"
Annenin evindede altıngümüşi saçlarını kristal tarakla
tarıyordun değil mi?" diye içinden geçirdi. Kuaförün
sinirlenmeyi bırak, kızma teşebbüsünde bulunabilme gibi bir
lüksü yoktu eğer o lüksü fiiliyata geçirmiş olsa;
patronuyla bu kadın arasında sorun çıkacaktı ve bu durumun
yansıması onu bulacaktı. Kuaför profesyoneldi. İşinin uzun
yıllardır hizmetkarıydı ki bu hizmetkarlığı çoğu zaman
ödüllendirilmişti. Oraya gelen insanların ne tür bir
karaktere sahip olduklarını anlama yetisi vermişti bu uzun
yıllar. Bu kadının da karakterinin sonradan görme olduğunu
düşündü yine de yanılma payı onun için bile dış görünüşte
olagelebiliyordu. Bunu bilmek herkesin harcı değildi tabii.
Birçok insanın dilinde sakız olmaya elverişli bir durumdu
bu. ’Ben insan sarrafıyım’ bunu söyleyenler bunun
dayanağını yaşadıkları yıl sayısının ve bunun paralelinde
bir çok şeyi görmüş olmalarına bağalayabilirlerdi ki bu
kabul edilebilir bir destekti ancak bu dayanak bile bir
aynanın yansıması değil yansımanın bir ayna olduğu
saptamasını ortaya atmaktan kaçınamazdı zira hayatın neye
gebe olduğunu kim bilebilirdi ki. Belki de önemli olan
karakterin içe doğru yansımasıydı. Dışa doğru bir açılım
yanlış saptamalara meyil verebilirdi. Zaman bir kuyumcu
olsa ve hayatta kuyumcu dükkanı, sergilenen malzemelerde
insanların karakterleri olsa(iç ve dış yansıma; yüzeysel ve
derin), ve bu malzemeleri almak isteyen de kuaför tarzında
görmüş geçirmişler olsa ne tür durumlarla
karşılaşabilirlerdi? Pırlantalar, mücevherler, eşsiz
takılar, yakutlar, yüzükler... diye üst kalite karakterler
şeklinde düşünsek bunların sahte olup olmadıklarını nasıl
anlayabileceklerdi? Kuyumcunun bunları değiştirdiğinden ya
da yardımcılarından biri olan acının aslında bunların
sadece görünüşte olduklarını hepsinin birer maskeden ibaret
olduğunu nasıl anlayacaklardı? Sonuçta kuaför yanılgıya
düşmüştü.
Kadının sonradan görme olduğuna dair düşüncede biraz
doğruluk payı vardı çünkü bu kadın hayatında İstanbul’u hiç
görmemiş, sadece köyünde hayatını geçireceğini düşünmüş ve
yaşam psikolojisini buna göre ayarlamış ancak yine de bir
fırsat doğacak şeklinde çok küçük miktardaki umudunu da
cebinde taşımış biriydi.Aniden bu fırsatın gebe şeklinden
kurtulup kendisine doğduğunu fark eden ve bunun için
İstanbul’a gelen, çetrefilli yolları aşan ve sonunda
samanlıkta saydığı samanları mücevherlere dönüştüren ve
zenginliği her ne şekilde olursa olsun bulan birinin
üzerine sonradan görme patenti vurulabilirdi. Zira bu
kadının zamanında saçları köyünde çok taranmıştı ancak hep
bir çoğunda saçlarına sevgiyle davranılmamıştı. Çoğu zaman
taranırken saçları dahil kendisi de acı çekiyordu. Tarayan
kişi kızın saçlarına önem vermiyordu o sadece kızını
ileriye dönük başgöz etme çabasıyla güzelleştirme demiyelim
de karşı tarafa beğendirme teşebbüsü diyelim. Müteşebbüsün
ne tür şekilde olduğu önemli değildi önemli olan
müteşebbüsün onların seçtiği biri olmasıydı. İşte bu
durumda kız annesine ya da yakınlarına saçı acıdığı zaman
bir şey diyemiyordu ya da kısık sesle söyleyebiliyordu.
Sesini kendisine yapılan herhangi bir haksızlık konusunda
yükseltse hemen susturuldu çünkü ona verilen konuşma hakkı
yine ona konuşma hakkını verme yetkisinin kendisinde
bulanların elindeydi. Onlar ne derse o olurdu. Saçı o zaman
acıdığında ses çıkaramayan bu kadın şimdi ses
çıkarabiliyordu çünkü o bir zengindi ki bu ona belli bir
statü getiriyordu. Bu kadın istediğini kuaföre söyleme
hakkını kendisinde bulabilirdi ve kuaför ona cevap
verebilecek bir konumda değildi zira kuaför o konuma girse
bu kadın konuşma hakkını kullanır ve onu partronuna şikayet
ederdi. İşte bir kızın hayallerinden biriydi belki de yerli
yersiz birine kızmak. Daha çok kızmanın Ona ne ifade
ettiğini İstanbul’a gelince anlamıştı. Zenginliğe ya da
hayallerine giden her yol mübahtır düstüruyla hareket
etmişti. O kuaföre girmek herkes kadar kolay olmamıştı onun
için ama bu kadın O kuaföre girince statü kazanıyordu.
Orada hoşuna gitmeyen bir şey olursa kendi menfaatine hemen
tepki verebiliyordu. Bir giyim mağazasına gidip istediği
elbiseyi giyip çıkarabiliyordu. Çeşit çeşit parfümler
kullanıp, kokularla bezenip, çiçekler gibi kokabiliyordu.
İstediği gibi ayakkabılar beğenip ’ben bunun ipliğinin
takıldığı delik kısmını beğenmedim çünkü bu delik yuvarlak
bunun köşeli olanı yok mu’ deyip bir ayakkabı mağazasında
satış elemanını bıktırasıya zorlayabilirdi.Onun apoletinde
zenginlik vardı neden yapamasındı. Köyünde saçlarına
yumuşakça davranan, Onu önemseyen ya da para karşılığıda
olsa Onun memnuniyeti için çabalayan... var mıydı.
Köyündeyken giyemediği elbiseler giyiyordu Köyünde giyse ne
olacaktı zaten büyüdüğünde kime verileceği önceden
öngörülmüştü neden giysindi ki. Tezek kokusundan başka daha
neyin kokusu olabilirdi ki köyünde. Her zaman ahıra
girdiğinde o kokuyu ister istemez üzerine giyebiliyordu.
Naylon ya da lastik ayakkabılardan başka ne giyebilirdi ki.
Tıutup ta Chanel’den giyenecek değildi ya. İstanbul’a
gelince ve zenginliği zorlu yollardan geçip ki bir benzetme
yapılmak istense bu yollar için; aktris olmak istiyorsan
önce yönetmenin yatağından geçmek zorundasın. Zenginliği
kazanmak için saflığını kaybedip zenginin yatağından geçmek
gibi.
Hayat acımasızdı ve ister kabul edilebilir bir çaba isterse
edilemeyen olsun O bir şekilde zengin olmuştu işte
İstanbulda. İstanbul insanı yutar derler belki de bu
düşünce bir hipotezden başka bir şey değildir. İstanbul’da
çok kalmış birine sorsan ya da bir İstanbullu’ya bunun
hipotez değil bir gerçeklik olduğunu fikrini söyleyenlere
deklere edebilirler. İstanbul koskocaman metropol. O bir
şekilde İstanbul’u da yenmişti. Bu yenmenin yöntemi Ona
göre olağan başka birine göre yüz kızartıcı ya da ahlaki
bir kayıp olarak öngörülebilirdi. O, zengin olmuştu ve bu
zenginliğin kendisine yalan söyleyerek istediği kadar
tadını çıkaracaktı. Kuaförü de azarlayacaktı, satıcıya da
anlamsızca kızacaktı, istediği kadar kapris yapacaktı,
hizmetçisini incir çekirdiği doldurmayan bir sebepten
dolayı kovabilecekti... Çünkü çok basit olan davaranışları
ama yapamadığı şeyleri bu zenginlik rütbesi sayesinde ki
artık O bir er konumunda değildi, yapacaktı. Herkes bir
şekilde zengin olabilirdi Onun kazandığı zenginliği herkes
istemeyebilirdi. O, kendisini çok sorgulamıştı artık
yapabileceği bir şey yoktu. Düşlerinin tiyatrosunda
seyirciyken önce çeşitli rollere bürünüp ister iyi ister
kötü olsun roller O her zaman performasını düşlerini
kazanma yönünde sergilemişti ve bir süre sonra da yönetmeni
olmuştu.
İstanbul’un taşı toprağı altın derler. İstanbul’un yapısı
karmaşık bir güzergahta ilerler. Neden dİğer şehirlerden
İstanbul’a akın olur? Evden kaçan kızlar ki bu kadında o
takımdan biriydi hemen İstanbul’a akın ediyorlardı. Aslında
İstanbul acı bir çikolatan farksız değildi.Bir çok kişi
çikolatayı sevebilir ama acı çikolatayı çoğu sevemeyebilir.
İstanbul çok güzel görünüşlü bir pasta gibi görünebilir ama
o pastayı tadınca ne kadar da acı olduğu fark edilebilir.
Herkese böyle midir İstanbul tabii ki değil sen çikolataya
şekil veren olursan bir şekilde tadının ve görünüşünün sana
dair bir yöntemle farklılaşacağını da sağlayabilirsin.
Bütün bakış açış pencerelerini açarsak İstanbul konusunda
aslında herkes bu çikolatadan bir şekilde tatmak istiyor ne
de olsa Dünyanın İnci’si. Bu çikolatanın bazı yerleri
fıstıklı, fındıklı, bademli... bazı yerleri pörşümüş, acı
bademli, kurtlu fındıklı, kokmuş, çürümüş bazı yerleri saf,
siyah, sütlü, eşsiz tatta bazı yerleri de hiçbir şey
anlaşılamayan tatta tıpkı pizzanın üzerine ketçap ya da
mayonez döküp yedikten sonra hiçbir şey anlamamak gibi. Bu
kadın bu çikolatanın sonra fındıklı, fıstıklı, bademli...
tarafından yedi ama önce çürümüş, kokmuş, yozlaşmış,
çirkinleştirilmiş tarafından yedi. Bir ısırık önce çürümüş
taraflara sonra bir diğer ısırık ki bunu ilk ısırık
yapmıştı kalan çikolatanın çok daha güzel görünüşlü ve
leziz olduğunu Ona göstermişti.
Önce acı çekip sonra acı yansımalarıyla dolu düşlerinin
gerçekleştiği yanılsamalarıyla bezeli gülüşler vardı
yüzünde. Ya içinde? Bu büyük şehre onun düşleri getirmişti
Onu. Hangi insan düşlerini gerçekleştirmek istemezdi ki.
Onun tutunduğu hayalleri, umutları küçük oranda da olsa
vardı, olmalıydı, olmak zorundaydı. Hayatının anlamının
değerini O bilmeliydi Onun adına yüzeysel değerliliğini
isteyen başkaları değil. Düşleri gerçekleşmişti ancak
Üniversiteye gitmeye çalışan bir öğrencinin onu kazanıpta
aslında düşlerinin hiç de gerçekleşmediğini anlaması
gibiydi. Acaba çok mu büyütmüştü düşlerini? Kendi adına
karar vermek onun için paha biçilemez bir mücevherdi, en
değerli madenlerden birisiydi. Ne kadar çok gidip o
madenlerden hayatına kendisi yön verecek kıymetli
düşünceler çıkarabilmek isterdi. Maden her insanın içinde
vardı insan kendi adına karar verme hakkına sahip olmalıydı
ancak köyünde madenin kapıları kapalıydı Orada öyle olmak
zorundaydı. Sonuçta kemikleşmiş karaktere sahip bir
coğrafyanın kronikleşmiş hastalığını kim tedavi edebilirdi
ya da neden tedavi etmeyi düşünsündü ki. Belki böyle bir
uzak ihtimal o coğrafyanın insanlarıydı. Peki neden
etmiyorlardı çünkü o zaman ezilen kızlar akıllanıp en
basitinden istediği gibi giyinebilecek kuşanabilecek, yürü
dendiğinde yürümeyip diyecek ki bu emir benim yararıma
değil istediği zaman yürüyecekti ya da koşabilecekti.
Akıllı olacaktı, düşünen bir varlık olduğunu daha iyi
kavrayabilip kendi adlarına karar verebilme yetilerine
sahip olabildiklerini anlayabileceklerdi. ’ben okuımak
istiyorum bu benim en doğal hakkım siz bunu benim elimden
alamazsınız’ deyip okumaya heveslenebileceklerdi. Bu
coğrafyadaki bu düzeni kim iyileştirebilecekti ya da çaba
sarfedecekti. Bundan önce olmamıştı bundan sonra olacak
mıydı sanki ki, olacağa da benzemiyordu. Bu kız için çare
neydi hayallerinin peşine düşüp aslında derin bir kuyuya
düşeceği fikrini aklından çıkarmayıp herşeyi bırakıp o yola
düşmekti. Hiç kolay değildi o yolun sonundaki düşlere ya da
tek bir anlamda zenginliğe kavuşmak. Bu kadın zengin
olmuştu İstanbul’da ama bu acılarını maskeleyen bir
mutluluktu çünkü onun hayelleri el değmemişti O insanca
yaşayabilecekti, hakkını savunabilecek, kendi adına karalar
verebilecek, kendi hayatını kendisi yönlendirebilecek...
şeklindeydi. Kirletilmişti onun hayalleri istedikleri
olmuştu ama bir lekeydi onun hayatında bunlar. Köyünden
İstanbul’a gelipte İstanbul’da yaşamak hiç de kolay
değildi. Yol dikenliydi, kimi zaman kaygandı, karlıydı,
çamurluydu, buzluydu ama aslında hiçbir zaman güneşli
değildi. Bu şehirde de olmadı. Olmaması için çaba sarfeden
çoktu. Ondan yaralanmak isteyen, Onu rahatlıkla
kandırabilecek yeteneklere sahip olan ve bunu ifşa etmekten
hiç çekinmeyen yakışıklılar, paralılar, nüfuzlular çoktu
zira o düşlerini ve kendisinin ve düşlerinin saflığını
hayatında bir kumar masasında yazı tura atmak gibi
gerçekleştirip zamana bırakmıştı ve düşleri gelmişti.
Düşlerinin nasıl geldiği önemli değildi önemli olan olmuş
olandı. Niye o da pahalı elbiseler giymesindi, pahalı
yemekler yemesindi onun neyi eksikti. O, bir kader mahkumu
ya da ezilen biri olmak istememişti ki, olmamıştıda ki
olsaydı köyünde kalmış olurdu. O mahkum olamamıştı ama
artık önceden onun yanından hiç ayrılmayan saflığı önce
yanından uzaklaşıp daha sonra da artık ziyaretine bile
gelmez olmuştu. O zengindi ama mutlu değildi. Önüne bir
seçenek sunulsaydı İstanbul’da, belki yeteneklerini
sergleyip ya da onun yeteneklerini sergilemesini sağlamak
için çalışanları bulmuş olsaydı, kendisini koruduğu bir
düzleme çekebilirdi ama olmamıştı. Zenginliği saflığına
tercih etmişti. O, hayatı yenmişti nasıl bir yenmeydi bu
peki? Daha çok kendi inancının yenilgisi denilebilirdi.
Perde açılmıştı onun umutları dekoru hayalleri hayat
oyununun senaryosuydu ve o yönetmendi ama ne onu alkışlayan
yılları ne de onu destekleyen bir anlam sponsoru vardı.
Onun oyunu kirletilmişti ancak öyle gösterime sokabiliyordu
ya da sokulabiliyordu. O, hiçbir zaman kaderine isyan
etmemişti mutlaka istediklerine kavuşacağını biliyordu
ancak nasıl kavuşacağı hakkında düşüncelere sahip değildi.
Hayat bu senin tam ayağına uyan bir ayakkabı değildi ki Ona
çok dar gelip, çok sıkıp canını acıtmıştı bu ayakkabı.
Sığındığı o umutlar da kerata olmuyordu artık olsalarda
fark etmezdi ama ayakkabı zengin olduktan sonra tam ayağına
oturmuştu. Ayakkabı parlatılmış ve cilalanmış bir
sefillikten başka bir şey değildi. O, düşlerinin sefiliydi.
Onun düşleri onu İstanbu’la getirmişti. Düşlerini elde etme
hırsı onu kamçılamıştı ve zengin olunca içinde o kamçıların
acısının hiç dinmeyeceği izler olduğunu anlamıştı.
O, zengindi ama o zenginlik Ona kirli pırlantalarla süslü
bir elbiseden farksız değildi. O zenginliği değil zenginlik
onu transparan yürüyüşlere sokmuştu. Ne üzerinden elbiseyi
çıkarabiliyordu ne de artık çıkardığı zaman bir şeylerin
değişeceğini ya da onun için bir anlam ifade edeceğini
düşünüyordu. Onun saflığı eski bir elbise gibi zenginliğin
görkemli ihtişamının dolabiında asılmıştı. Ve artık onu
oradan alıp giyse de fark etmezdi ama bundan sonra
giyebileceği kadar giyecekti. Daha önceden onun saflığını
üzerinden sökenler, yırtanlar üzerinde kirletenler olsa da.
Hiçbir kuru temizleme(vicdan) bu kirliliği temizleyemezdi.
Dış yüzeyde temizleme olsa bile kumaşta yani ruhunda leke
kalacaktı. Düşlerinin lekesi, önemli olan nasıl zengin
olduğu değil neden zengin olduğuydu ve artık nasıl bu
zenginliği yaşadığıydı. Parlatılmış sahte bir mücevher
gibiydi onun zenginliği aslı sahte dışı gösterişli.
Şubat 2006
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.