5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1244
Okunma
Sabahın ilk saatleriydi. Bir sokaktan geçiyordum. Biraz sonraki yokuş ana caddeye çıkıyordu. Az ilerde cicili elbiseler giymiş on-oniki yaşlarında iki kız çocuğu konuşmalarından halaları olduğunu anladığım bir kadınla konuşuyorlardı. Kadın biraz önce açık bıraktıkları bahçe kapısında duruyor ve onları gitmemeleri konusunda tembihliyordu. İçi dışarıdan net görülen bahçenin gölge yerinde bayanların çay sohbetleri için tanzim edildiği anlaşılan bir masa ve sandalyeler duruyordu. Yalnız, yeni olduğu anlaşılan bir dağınıklık vardı. Sandalyeler devrilmiş ve her şey toz toprak içindeydi. Kızların halaları olduğunu tahmin ettiğim bayan, kızlardan bu dağınıklığı toplamalarını istiyordu. Oldukça varlıklı oldukları şımarıklıklarından iyice anlaşılan kızlar sanki kimseyi duymamış gibi gülüşerek uzaklaştılar. O esnada altı yaşlarında, dudağına ruj sürmüş başka bir kız çocuğu sokağa çıkmış; kendisini beklemeleri için peşlerinden ağlıyordu. Oradan geçerken aklıma ister istemez küçük kızım geldi. Henüz iki yaşını yeni bitirmişti ve ilk çocuk olması nedeniyle oldukça şımartılmıştı. Ne olacak bu çocukların hali, diyerek derin düşüncelere daldım.
Telaşımla uyumlu hızlı adımlarla yokuştan caddeye çıktım. Önümde çok şık giyimli, yavaş yürüyüşlü, benden on yaş kadar büyük bir adam, zaten dar olan kaldırımda bir sağa bir sola kavisler çizerek yolda yürüyor ve yolumu kapatıyordu. Ya sarhoşun teki ya da manyağın biriydi. Onu geçip hızlıca çarşı tarafına gitmeliydim, ama hangi yönden geçmeye kalkışsam önümde beliriyordu. Böylesi zengin tipler neden arabaya binmeyip yürürler ki? Tam sağa vardığı anda iki metre arkasından sol tarafına bir atak yaptım. Ancak adamda en inatçı şeyin inadı var gibiydi. Beni kaldırımın dışına itecek kadar yoluma tekrar çıkmıştı. Ani bir refleksle dirseğimle beline hafifçe vurup öne hızlıca geçtim. Tam o esnada arkamdan tampon bölgemin tam ortasına tekmeyi yedim. Düşerken ayaklarımı geriye savurdum. Bu son hamlemle birlikte o da benimle aynı anda yere kapaklanmıştı. Müthiş bir sinirle elime yerden aldığım yumruk boyutunda bir taşla kalkıp adamın üzerine yürüdüm. O da can havliyle yerden kapıp sıkıca kavradığı, daha büyük bir taşla beni bekliyordu. Şakaklarımdan damarlarım patlayacak gibiydi,öfkeden kıpkırmızı kesildim. Küçükken yediğim birkaç dayağı saymazsak hiç buna benzer bir şeyin başıma geldiğini hatırlamıyorum. Ayrıca cesaretime, ellerimin hiç titrememesine de şaşıyordum doğrusu. Sol elimle adamın yakasından tutup “Özür dileyeceksin ulan!” diyerek diğer elimdeki taşı gözlerinin önünde salladım. Adam, uzun bir süre kafasına nedense inmeyen taşı seyrededursun birden arka taraftan babamın yanımıza varmak üzere olduğunu gördüm. Nasıl bir rastlantıydı ki final sahnesindeki gerilimle hiç uyuşmuyordu. Evet, bu yaşıma rağmen babamdan bayağı çekiniyorum. Şimdi bana “ Hemen eve git, sana kaç defa dedim belaya bulaşma diye!” gibi laflar edecekti. Burada olmasını en son istediğim kişi oydu ve tesadüf onu böyle bir anda çıkarmıştı.
Adam, gelenin babam olduğunu nereden anladı bilmiyorum ama babamın beni uyarıp ikimizi ayıracağına güvenmiş olacak rahatlamıştı ve sırıtıyordu. Babam tam konuşmaya teşebbüs edecekken parmağımı sallayarak “ Orda dur baba, sakın karışma, tek bir söz dahi söyleme, söylemedi deme !” diyerek uyardım. Tabii ki ilk bağırışım ve saygısızlığımdı babama, bir kabahat işlemiş çocuk gibi sessizce kenara çekildi. “Vay canına, ben neymişim!” diyerek yakasından tuttuğum bu zengin kendini bilmeze “ Yemin ederim ki özür dilemezsen...’’ diye meşhur bağırışımla tekrar haykırdım. Yemin etmem kararlılığımı gösterecekti ve adamda ödüyle ilgili sıkıntılara sebep olacaktı. Ve bana ne dedi biliyor musunuz? “Altınları satıyor musun?” Aklıma bir- iki ay önce yatırım amaçlı ama yüksek fiyattan aldığım ve maalesef zarar ettiğim altınlar geldi. Bu adama kaçtan satacağımı kafamda hesap etmeye başladım. Bir dakika, ne oluyor? Ne alaka şimdi anlayamadım. Bir kere adamda kuyumcu tipi yoktu. Gerçi belirgin bir kuyumcu tipi nasıldır; uzun burunlu mu kısa mı, kel mi gür saçlı mı olur, Ali Şen gibi mi paraya bakarlar onu da bilemem; ama bildiğim benzemediğiydi. Ellerine, ayaklarına baktım; çok şükür cin taifesinden de değildi. Kahretsin, taş nerede? Üstümde bir şey geziniyordu. Gözlerimi açar açmaz kızımın yorganın üzerinde kendi kendine oynadığını gördüm.
Siz de biliyorsunuz ki böyle öykülerin sonu hep “Sonra uyandım.” ile biter. Acayip bir rüyaydı ve yazılmaya değerdi. Benim gibi sakin insanlar böyle maceraları ancak rüyalarda yaşar, o da var. Tabii ki bu da iyi, biraz heyecan yaşamış oluyorsunuz. Yine de merak ediyorum, acaba ne yapacaktım! Adamın ellerine en azından birkaç dişini verip “Hadi artık git.” deseydim, kaldırımları benim gibi orta tabaka insanlara devredip arabaya binmesi gerektiğini belki kavratırdım. Rüyada olsun biraz kahramanlığı bana çok görmeyin. Ama rüyalar bile böyledir, kimseyi umursamazlar. Tabirini takıntı haline getirmiş insanlara hep yarım kalmış bir hikâye ve yığınla soru işareti bırakıp çekilirler. Rüya, bir yoruma göre “dilek gerçekleşmesi” ise bu rüyamın bana anlatacak çok şeyi olmalı. Galiba çok şeyi içime atıyorum ve rüyada bile sıra dışı olay örgüsüyle böylesi filmler yapan beynimi tebrik etmeliyim. Durum bundan farklıysa ey ilim sahipleri rüyamı tabir edecek var mı? Yoksa bana “Karmaşık rüyadır.” mı diyeceksiniz? O kadar değil.
Yahya OĞUZ