- 1004 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Dur Yolcu
Coşkun bey eline kitabını almış odasında okurken, hafiften yüreği dalmış telefonun sesini duymamış olmalı ki eşi Esma Hanım’ın kapıyı hızlıca açıp kapama sesi ile uyandı.
Esma hanım;
“Hey bey, telefonun çalıyor, sen açmıyorsun. Galiba her zaman olduğu gibi yine uyuya kaldın?”
Coşkun Bey;
“Haklısın hanım içim geçmiş duymamışım. İnşallah önemli bir durum yoktur. Kim ise tekrar arar.”
Karı koca arasında bu konuşmalar yapılırken telefon çalmağa başladı.
Coşkun Bey;
Alo, ben Coşkun Sarıçiçek.
Ramis Bey;
“Alo, ben Ramis Demirci Coşkun bey senmisin?”
Coşkun Bey;
“Evet benim.”
Ramis Bey;
“Biraz önce aramıştım telefonu da uzun uzun çaldırmama rağmen açan olmadı. Endişelendim hemen tekrar aradım. İnşallah rahatsız etmemişimdir.”
Coşkun Bey;
“Estağfurullah hiç rahatsızlık olur mu. Bilakis memnun oldum. İnsanın aranmasından, sorulmasından daha güzel bir şey olabilir mi? Allah arayıp hatır soranların sayısını artırsın.”
Karşılıklı hal hatır sorma faslı bitince Ramis Bey;
“Coşkun Bey, seninle hısım olalı nerdeyse yedi yıl oldu. Her yıl kasaba mı, köyümü gelip görmen için yaptığım daveti çeşitli bahaneler uydurarak erteliyorsun. Ancak bu yıl hiçbir mazeret üretmeni istemiyorum. Şu yalan dünyada kaç günlük ömrümüz kaldı bir ayağımız çukurda sayılır. Seneye belki görüşme fırsatı olmaz.”
Coşkun Bey;
“İnşallah geliriz bir hanım ile konuşalım uygun bir zaman bulunca sizi haberdar ederiz.”
Bu konuşmalardan sonra Ramis Bey’den kurtulamayacaklarını anlayan Coşkun bey ve eşi Esma hanım, Ağustos ayının son haftasında ziyarete gitmelerinin uygun olacağına karar verdiler. Ve kararlarını da Ramis Bey’e ilettiler.
Coşkun Bey’lerin tatile çıkma günü gelmişti, günler ne çabuk geçiyordu. Sanki gezi kararını dün vermişler gibi oysa karar üç ay önce alınmıştı. Coşkun Bey, karısı Esma Hanım’a;
“Günler ne çabuk geçiyor, ömrümüz de böyle geçti bir şey anlamdık dün çocuktuk, bugün beli hafiften bükülmüş yolda yürürken bastondan medet umar duruma geldik. Fırsat bugün davete icabet gerekir. Haydi hayırlı yolculuklar” deyip yola çıktılar.
Altı saatlik otobüs yolculuğundan sonra kasabaya ulaşan Coşkun beyleri, Ramis Bey otobüs terminalinde karşıladı. Sarılma ve tokalaşma faslı bittikten sonra Ramis bey misafirlerini arabasına attığı gibi köyün yolunu tutular.
Ramis Bey, köylerinin kasabaya yaklaşık yirmi kilometre mesafede olduğunu, ihtiyaç olmadıkça da kasabaya gelmediğini ve kendisi ve yöre ile ilgili bilgi verirken, Coşkun Bey söze karıştı;
“Sevgili dünür pis bir kokular geliyor, acaba etrafta hayvan leşi veya başka atıklar mı var?”
Ramis Bey;
“Sorma bu koku sağ tarafta gördüğün yeşilimtrak renkteki ağaçların arasında akan çaydan geliyor. Geçmişte suyunu içtiğimiz hayvanlarımızı suladığımız, içinde oynaşan balıkları tuttuğumuz çayın yanından bile geçmekte zorlanıyoruz. Çünkü yakın köy ve kasabalarını lağımları buraya akıtılıyor, velhasıl kendi ölüm fermanımızı kendimiz imzalıyoruz.” Birkaç kilometre ileriye doğru yol alınca koku azaldı anladım ki çaydan uzaklaştık. Zaten yol hep yokuşa doğru ilerleyişinden belliydi.
Eve vardıklarında Ramis Bey’in eşi Emine Hanım, onları avlu kapısında karşıladı. Emine Hanım önden giderek kapıları açarak yukarı eve çıktılar. Yemekler hazırdı, hiç zaman kaybetmeden el yüz yıkandıktan sonra sofraya oturdular. Yemeğin üzerine birde semaver çayı içince, Coşkun beyler yol yorgunluğunu unutup gece yarısına kadar dereden tepeden sohbet ettiler.
Coşkun Bey erken kalkma alışkanlığına sahip olduğundan, yine erkenden kalktı ve sessizce camın perdesini aralayıp köyü yukarıda aşağıya süzüyordu ki aşağıda gezinen Ramis Bey’i görünce içini sevinç kapladı. Çünkü uyanmış ama Ramis Beyleri rahatsız ederim düşüncesiyle dışarıya çıkamıyordu. Elbiselerini giyerek aşağıya indi.
Çoşkun Bey;
“Günaydın. Erkencisin.”
Ramis Bey;
Günaydın. Ben hep erken kalkarım. Daha doğrusu sabah namazını kıldıktan sonra hiç yatmam. Yapılacak işlerimi en dinç olduğum zamanda yaparım. Böyle olunca işerim kolay oluyor.
Ramis Bey;
“Köyümüzü nasıl buldun?”
Coşkun Bey;
“Çok güzel ancak evlerinizin yapılışı bizim köyün evlerine benzemiyor. Bizde evler genellikle tek katlı , yan tarafında samanlık ve ahır var çatıları kiremit veya çorak toprağı ile örtülü. Oysa burada neredeyse hepsi iki katlı çatıları sac örtülü.”
Ramis Bey;
“Bizde eveler büyük bir bahçe içinde, evler ön tarafa yakın, iki katlı. Alt kat genellikle hayvan ahırı, samanlık olur. Çatıları da sac ile kaplıdır. Duvarlarda tahta çıtaların arsına kerpiç veya çamur kullanılır. Bahçelerimiz evin arka kısmında olur. Ancak son zamanda emekli olup köye geri dönenler bahçelerini köyün dışında yapıyor. Yeni bahçe yapanlardan da hem teknik olarak hem de fikir bazında çok şeyler öğreniyoruz. Yarın seni o tarafa gezmeye götüreceğim sende görürsün.”
Coşkun Bey; ”İnşallah”.
Ramis beyin dediği gibi gelişlerinin ikinci günü bahçelere doğru Coşkun Bey, Esma Hanım, Emine Hanım hep birlikte gittiler. Hem geziyorlar hem de bahçedeki ağaçların dikişline çeşidine bakıp fikir yürüterek ilerlerken, karşılarına DUR YOLCU yazılı bir kocaman levha çıkınca;
Coşkun Bey; “Kendimi bir an Çanakkale’de hissetim. Çünkü bu yazı ilk defa orada görüp okumuştum. Orada şöyle yazıyordu”;
DUR YOLCU
Bilmeden gelip bastığın bu toprak.
Bir devrin battığı yer.
Bu bahçenin kapısın da ise şöyle yazıyordu;
DUR YOLCU
Bu bahçede yetişenlerde senin de hakkın var.
Yemeden geçme.
Bizde bu yazıyı okuyunca tereddütsüz içeriye girdik. İçeride bir kulübenin önünde yaşlıca bir çift yarı uyuklar biçimde oturuyorlardı ki, bizim ayak sesimize ile toplanır gibi yaptılar.
“Selamünaleyküm hacı amca”
“Aleykümselam komşular.”
“Hacı amca biz kapıdaki yazıyı hem merak ettik hem de senin isteğin yerine getirelim dedik geldik. Bu yazıyı ne düşünerek yazdın?”
“Ben Çanakkale’ye şehitliği ziyarete gittiğimde, “Dur Yolcu” yazısını okuyunca çok duygulanmıştım. Yıllar sonra emekli olup köyüme tekrar yerleşince böyle bir imkan doğdu. Ben de dedim ki, eğer o gün şehit olanlar olmasaydı bu gün bu topraklar olmazdı. Madem o insanlar bu toprakları bize bırakabilmek için canlarını vermişler, bizler onların canları pahasına bıraktıkları topraklarda yetiştirdiklerimizden onların torunlarına mallarımızdan neden vermeyelim. Hem inancımızda sahip olduğumuz mallarda o imkana sahip olmayanlarında hakları var. Mal ihtiyaç sahiplerine verdikçe azalmaz çoğalır. Öyle olunca da, “Dur ve yemeden geçme.” yazdık…
Fevzi Gültuna
Ankara/Eylül 2014