- 940 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
TOPAL
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Topalla şehrin kuzeyinde tesadüfen tanıştım. Başımı sokacak bir yer arıyordum. Sokakta kalınca bir eve sahip olmanın kıymetini ve sokakta yaşayan insanların halini daha iyi anladım. Hele soğuk ve dondurucu hava şartlarında sokakta yaşayan milyonlarca evsiz, barksız insan gözümün önüne geldi ve içimi bir korkudur sardı.
Afrika’da yaşayan bir yerlinin saz ve kamışlık kulübesinde yatacak bir köşe bulabilirsiniz. Üç gündür aç olan bir Hint fakiri küflü ekmeğini sizinle paylaşabilirdi, ama temeli Hıristiyan-Roma-Eski Yunan kültür ve düşüncesi üzerine kurulmuş Batı medeniyetinin modern(!) ve insancıl(!) ülkelerinde yatacak nemli bir bodrum katı bulamazdınız ve bir dilim ekmek esirgenirdi sizden.
Bulabildiğim her daireye bakıyordum bu şehrin kuzey bölgesinde olsa bile. Sahi sizlere şehrin kuzeyinden bahsetmedim değil mi? Oraya farelerin yaşadığı yer diyorlardı, lağım yani. Uyuşturucu trafiği, sex ticareti, mafya hesaplaşmaları, seri cinayetler başta olmak üzere tüm kanlı ve kanunsuz işler bu bölgede gerçekleşirdi. Ayrıca alkoliklerin, esrarkeşlerin, kaçakların, göçmenlerin, hırsızların, gariban, kimsesiz ve umutsuzların mekânıydı burası.
İşsiz ve parasız kalınca etrafında pek dost kalmıyor insanın. Bir elek görevi görüyor ve ayırıyor birbirinden gerçek dost ile sahtesini. Bu cümleyi yazın bir kenara, hatta tırnaklarınızla beyninizi kanatırcasına kazıyın ki hiç silinmesin aklınızdan.
Arenadan kaçmış boğalar gibi sokaklarda dönüp duruyordum, yalnız sırtımda matadorların sapladığı sivri uçlu, keskin bıçakları değil, yüreğimde hadise ve olayların meydana getirdiği silinmez acıları, sevgililerin ve dost sandığım insanların bıraktıkları derin yaraları taşıyordum. Yağmur da yağıyordu bu arada hafiften, hani şu ahmak ıslatan cinsten.
İşte topala bu hengâmede rastladım. Dinlenmek için kestane ağaçlarının altındaki boş banka oturmuştum. Karşımdaki bankta alkolikler sızıp kalmış, köşe başlarında yankesiciler bekleşirken fahişeler sokakta cirit atıyordu. Koltuk değnekleri üzerinde salınarak geldi. Olmayan bacağına gitti eli yanıma otururken. Orta boylu, orta yaşlarda bir adamdı. Kırlaşmış saçları dalgalıydı. Üzerindeki elbiseler eski ve yamalı olmasına rağmen tertemizdi.
Bilirsiniz iste havadan sudan konuştuk. Nereliyim, çalışıyor muyum, kaç yıldır buradayım. Çehrem çok saf ve temiz gösteriyormuş dikkatli olmalıymışım ve hava kararmadan hemen bu bölgeyi terk etmeliymişim. Alabildiğine siyah gözleri elimdeki haritada dolaştı bir müddet.
“ev mi arıyorsun?” diye sordu.
“evet, tek odaya bile razıyım, geçici bir süre için” dedim.
Beni baştan aşağı tekrar süzerek yanında kalabileceğini söyledi. Tabiiki kirayı vermek şartıyla. Önce ne diyeceğimi bilemedim. Topal bir adamla bir evi paylaşmak aklımın ucundan bile geçmezdi. Hani bilirsiniz yük olurlar insana; şunu getir, onu götür, sigaramı uzatır mısın, bir bardak su verir misin, koltuk değneğini uzatır mısın?... vs. Bakımsız, dağınık bir oda canlandı gözlerimin önünde ama bu teklifi kabul etmekten başka çarem yoktu. Hemen bir ev bulmam lazım, bu şehrin kuzeyinde olsa bile...
Yağmur ince ince çiselerken hayat kadınlarının, hırsızların, kimsesiz ve garibanların aralarından geçip topalın evine geldik. Caddede hızlı yürürdüm ama bu sefer adımlarım topalın koltuk değneklerinin ritmine uydu.
Ve topalla olan beraberliğim böylece başlamış oldu. Bu birliktelik benim hesaplarıma göre en fazla üç ay sürecekken, kaderin bir cilvesi olarak üç yıl devam etti ve onun ölümüyle neticelendi. Bu zaman zarfı içersinde benden bir çöp parçası dahi istemedi, hiç bir ricada bulunmadı, kirayı veremediğim zaman niye vermedin demedi.
Yer yatağım, kıyafetlerim ve kitaplardan oluşan tüm dünyalığımı topalın bana tahsis ettiği odaya taşıdım. İyi ki taşınmışım soğuklar hemen başladı, yağmurlar gün boyu devam etti.
Topal benimle pek konuşmazdı. Sorularıma verdiği cevaplar kısa, net ve açıktı. Mutfak ve banyoyu ortak kullanıyor odalarımız ise ayrıydı. Onun odasına hiç girmemiştim tâ ki o geceye kadar. Havanın kararmasıyla birlikte odasına çekilir, kapısını kilitler ve sabaha kadar ışığı yanardı. İçeride ne yapar çok merak ederdim. Sürekli öksürürdü.
Odamın küçük penceresini caddeye baktığından çarşafla sıkıca kapattım, dışarının mülevves ve pis havası odamı doldurmasın diye. Bazen çarşafı hafif aralar ve caddeyi seyrederdim. Manzara aynı manzara, görüntü hiç değişmiyor; köşe başlarında gün boyu boş boş bekleşenler, cadde boyu volta atan hayat kadınları, apartman diplerini mesken edinmiş paçavralar içinde uyuklayan garibanlar. Ne özel günler, geceler ne de bayramlar onların hayatlarında en ufak bir değişim meydana getirmiyor. Değil dünyanın öbür tarafında kopan fırtınalar, tusunami dalgaları, depremler ve savaşlar, birkaç sokak ötede patlayan silahlar bile umurlarında değildi. Hayat bayağı, sıradan ve âdiyattan ya da buradan, pencereden bakıldığında öyle gözüküyor.
Topalı da onların arasında görürdüm ara sıra. Etrafına toplanan kimsesiz ve garibanlara bazen emirler veren komutan gibidir, bazen nasihat eden bilge, bazen de müşfik bir baba. Öksürükleri ise hep devam ediyordu.
Başımı alıp çekip gitmeliydim buralardan. Nereye gittiğimi bilmeden arkama dönüp de bakmadan. Tıpkı göçebeler gibi. İnsanın ruhuna göçebelik ruhu işlemeye bir görsün duramaz hiçbir yerde. Toplar da yükünü belli bir zaman sonra çeker gider. Beni de hayat şartları bir nevi göçebe yapmıştı. O gece kararımı vermiştim. Gün ışımaya başlasın benim de yolculuğum başlayacaktı. Aklımda ise hep topal vardı. Ona bir hayli borçlanmıştım ve haber vermeden çekip gitmek istemiyordum.
Yarım uykumu yine sokaklarda patlayan silah sesleri böldü. Ardından da çığlıklar ve siren sesleri yankılandı caddelerde. Kim bilir yine hangi bir cana kıyılmış, soyulup soğana çevrilmişti. Gece yarısını biraz geçmişti. Boğazım kurumuştu. Su içmek için mutfağa yöneldiğimde topalın odasının kapısını yarı aralı vaziyette buldum. Tuhaftı, üç yıldır ilk defa kapısını kapatmayı unutmuştu. İçerisi benim için hâlâ büyülü, esrarlı bir âlemdi. Bir an için içeriye girip girmemekte tereddüt ettim. Holün ortasında öksürerek birkaç dakika bekledim. İstiyordum ki topal beni duysun ve odasına davet etsin, ama içerideki derin sessizlik devam ediyordu.
Topal diye seslenerek kapıyı araladığımda gözlerime inanamadım. Odanın üç duvarı tabandan tavana kadar kitapla doluydu. Bir çalışma masası ve bir yatak, ama topal yatağında değil ceylan derisi seccadesinin üzerinde başı secde eder vaziyette yığılıp kalmıştı. Ruhunu henüz teslim etmiş olacak ki, cesedi sıcacıktı.
Korkmuş, şaşkın bir haldeydim. Ne yapacağımı ve kime haber vereceğimi bilemedim. Cesedi seccadenin üzerine yatırdım, üzerini ince bir örtüyle örterek sabahı beklemeye karar verdim. Başımı kaldırdığımda duvarın kitapsız olan kısmının fotoğraflarla dolu olduğunu fark ettim. Fotoğrafları teker teker inceledim. Şimdi onu daha iyi anlıyordum. O bir kahramandı, dava adamı, özgürlük savaşçısı ve mücahitti. Topal, Küba’dan Afganistan’a dünyanın her yerinde zulme ve işgale karşı mücadele etmişti. Fotoğrafının birinde Afganistan’da imha ettikleri Rus tankının üzerindeydi, birisinde henüz devirdikleri diktatörün heykeli üzerinde, birisinde Filistin’de İsrail panzerlerini taşlıyordu küçük generallerle birlikte. Tabii hepsinde de tığ gibi delikanlı ve bacağı sapasağlam. O sadece zulmün ve işkencenin olduğu yerde değil, sömürünün, emperyalizmin ve adaletsizliğin de karşısındaydı. Düşman filolarına karşı yapılan bir gösteride protestocular arasındaydı, yolsuzluk ve rüşvet olaylarına karşı yapılan bir mitingdeydi. Çeçenistan, Makedonya ve yemyeşil dağların, gürül gürül ırmakların aktığı Bosna Hersek’teydi ve bacağını orada kaybetmişti.
Çalışma masasına oturmuş derin düşüncelere dalmışken masada dağınık kâğıtlar arasında bir dosya dikkatimi çekti. Üzerinde de benim ismim yazıyordu. Hemen okumaya başladım.
Allah’ın selamı üzerine olsun delikanlı,
“On yıldır odama giren sadece sensin. Şimdi artık sırlarıma sahipsin, başkasının da bilmesini istemem. Bilir misin insanı nasıl tanırsın? Onu bakışlarından, duruşundan, yürüyüşünden ve görüntüsünden tanırsın. Bana ancak senin yardım edebileceğini seni ilk gördüğümde anlamıştım ve seni yanıma aldım. Böylelikle ben sana değil, sen bana yardım etmiş olacaktın. Hayatımda ne yaptımsa Allah rızası için yaptım. Karşılığında kimseden bir şey beklemedim. Bir canım vardı onun yolunda feda edip şehitlik şerbetini içeyim dedim nasip olmadı bacağımı verdim gazi oldum, buna da şükür. Sonra memleketime döndüm. Cemaatten, topluluktan ayrılmayın fehvasınca iyilerin, dindarların içinde olmaya çalıştım ama gördüm ki; onlar çoktan dünyanın ve nefislerinin esiri olmuşlar. Değer ve kıymet verdikleri şey ise sadece para, makam, şan ve şöhretti. Hani şu başlı başına zehirli bal olan şöhret… Bense onların gözünde beş parasız, işe yaramaz bir topaldım. Evet topal. Topallık ise benim en büyük payeydi, huzur-u İlahide kurtuluş vesilemdi, şefaatçimdi. Bende dinin ruhunu anlayamamış dindar softa ve yobazlardan feragat edip önce Ona sığındım ve kendi kabuğuma çekildim. Öz vatanımı terk ettim. Kader beni bu ülkeye bu bölgeye sürükledi. Dışarıdan bakarsan burası bir lağımdır, bataklıktır, böcek ve mikrop yuvasıdır. Tiksinirler, iğrenirler ve burun kıvırırlar ama bu bataklığa yol açan sistemle, düzenle kimse hesaplaşmak istemez. Hakikatte burada çürüyen bedenler içinde nice pırlanta kalpler gizlidir bir bilsen. Onlar burasının bir bataklık olduğunu bilirler, çıkıp temizlenmek isterler, bekledikleri ise sadece bir sebep ve vesiledir. Hiçbiri de buraya kendi isteğiyle düşmemiştir. Onlar insanın topallığına, körlüğüne bakmazlar. İnsanı olduğu gibi kabul ederler. Onlarla günlerce sohbet ettim. Elimden geldiğince doğruyu, güzeli anlatmaya çalıştım. Kendini güçlü hissedenler çekip gitti buradan, ümitsiz ve zayıfları ise çıkmaktan korktu. Ölüm benim için bir düğün gecesiydi ve ben her gece öksürükler içinde onu bekledim sabahlara kadar. Doktorlar fazla yaşamazsın demişlerdi ama onların yazdığı raporlar üzerinden yıllar geçti, belki raporu yazan doktor hayatta değildir şimdi, ama bir gün muhakkak öleceğim ve cesedimin günler sonra pis kokular içinde bulunmasını istemem. Senden istediğim delikanlı eğer benim cesedimi bulursan kimsesizler mezarlığına defnetmen. Kitaplarımı alabilir ya da kütüphaneye bağışlayabilirsin. Çekmecede biraz birikmiş param var onu ve giysilerimi ihtiyaç sahiplerine dağıt. Özel eşyalarıma gelince onları yakmanı istiyorum, yalnız parmağımdaki yüzüğü al ve adresteki sahibine muhakkak ulaştır. Beni soracak olursa mutlu yaşadı, mutlu bir şekilde öldü de. Hayatını, malını inandığı davası için harcadı de. Senin için uzun, çileli bir yolculuk olacak ama bu yüzüğün sahibine ulaşması lazım. Bu benim için çok önemli. Bana hiçbir borcun yok. Yolun, bahtın, talihin açık olsun delikanlı.”
O gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. O gün iliklerimize kadar sırılsıklam ıslanmamıza rağmen Topal’a son görevimizi yapmanın gururu içindeydik. Cenazesi sonradan camiye dönüştürülen 19. yüzyıldan kalma bir atölyenin bahçesinden kaldırıldı. O daracık bahçede şehrin kuzey bölgesinde yaşayan tüm esrarkeşler, alkolikler, yankesiciler ve sefil insanlar toplanmıştı. Kimisi haç çıkartıyor, kimisi ellerini açarak dua ediyor, kimisi de sessiz kalmayı tercih ediyordu. Böyle bir manzara karşısında cami cemaati şaşkındı. Zira hiç birisi bu insanların da bir kalbi olduğunu, dua edebileceklerini ve bir ölüye saygı gösterebileceklerini düşünmemişti. Aynı kalabalık kimsesizler mezarlığına kadar cenazeye eşlik etti ve topal bir çınar ağacının altına defnedildi.
Topalın vasiyetini harfiyen yerine getirdim. Kitapları şehir kütüphanesine verdim. Para ve giysilerini garibanlara dağıttım. Özel eşyalarını yaktım. Şimdi elimde metal bir halka ve içinde adres yazılı beyaz bir zarf duruyor. Saatlerce onlara bakıyorum ve yüzüğün sahibini çok merak ediyorum.
YORUMLAR
İnsanı en nötür halindeyken alıp neşterin en derin izlisini atılmış hale getiren anlar vardır ya, işte öyle bir ruh hali, oturuyorum şimdi... Bir topal eksikti ya, ağlayan kemanın içime düşürdüğü hüznün derinliklerinde, artık o da yerini aldı! Şehrin kuzeyine, poyraza da dikkat kesilmeli adam diyorum sanki başka derdim yokmuş gibi...
İşte, güzel bir öykü bulunca ve öykü sizi ta en derinlerine çekip, tüm dertlere ortak edince, hem öyküyü okumaktan memnun hem de öykünün ustalıkla sizi çektiği kedere razı vızıldanırsınız ya, saatlerimin o anlarını yaşamakta, ben de öyküde kendime bir yer bulmaya çalışmaktayım...
Topala henüz alışmıştım ama kaybettim. Hatta işi öyle ileriye götürmüşüm ki , "Topalın vasiyetini harfiyen yerine getirdim. Kitapları şehir kütüphanesine verdim. Para ve giysilerini garibanlara dağıttım. Özel eşyalarını yaktım. Şimdi elimde metal bir halka ve içinde adres yazılı beyaz bir zarf duruyor. Saatlerce onlara bakıyorum ve yüzüğün sahibini çok merak ediyorum." diyorum.
Sürüklendik, bir bab-ı sihrin içine düştük ey yazar ve yüzüğün sahibinin merakından ölmek üzereyiz ki bilesiniz?
Çok beğenerek okudum Elif Hanım. Kendim başta olmak üzere, içi boşaltılmış müslümanlardan ben de şikayetçiyim. Gerçek bir hayattan mı yola çıkıldı, kurmaca mı bilmem, ama ne kadar çok da halimize uygun tespitler... Hangi viranede ne hazineler saklanır, bilmek mümkün değil elbette. Her deliye biraz da "Veli midir?" gözüyle bakan birisi olarak, beğenimi tekrarlıyorum.
^tebrik ve selâm ile.
Gerçekten çok güzel bir hikaye.
Kounusu da güzeldi, sunuluşu da.
Bu sayfalarda,
bu tür güzel çalışmalara rastlamak çok mümkün olmuyor.
Giriş ve hikayenin derinliklerine yol alış gerçekten çok güzeldi.
Mektup kısmı biraz daha ilgi çekici sunulabilirdi.
Anlatım resmileşince, sıcaklığı azaldı sanki biraz.
Amam,
finali yine muhteşem geldi.
Meftayı defnetme sahnesi gerçekten çok duygulandırıcıydı.
Sözün özü,
mükemmel bir hikaye okudum.
Yazarının eline, gönlüne sağlık.
İnsanlar, insanlar... Nasrettin hocanın ye kürküm ye sözleri geldi aklıma... Başkaları hakkında bilip bilmeden fikir beyan etmeyi nede çok severiz... Görünüşlere ne kadar da çok değer veririz... Hikayeniz çok sürükleyiciydi.. çabuk bitti sanki bir solukta.. herhalde devamlılığı olacaktır.. Yüzüğün sahibini bende merak ettim çünkü :).. Saygılarımla...