- 658 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'gittiler: taş basılır bu acıya'
gitmeler var.
acılar var. sebebi gidişler olan.
hepsi birden hayat.
göç
ve sair ölü canlar
Buraya gelmeden önce, gelip buraya adım atmadan çok farklı şeyler düşünmüştüm. Aklım hayallerimle bilgilerim arasında hakem hüviyetinde yer edinmiş, gözlerim arada dalıp, tekrar güneşe bakıyor ve ağzımda bitmek üzere bekleyen sigaranın yenisi parmaklarım arasında hazır oluyordu. Bağırmak istiyordum. Sesim kuvvetli değildi. Hem bağırsam kime sesimi duyurmak istiyordum ki? ‘Burada’ dedim, ‘burada ne çok ağıt vardır kim bilir!’ Üzerinde dolaştığım toprağa kaç masumun kanı bulanmıştı ve şu bir gün toprağa kavuşmak için hala ayakta olup, direnen harabeler kaç insana misafir olmuştu? Sigaradan tiksinmiştim, yine de yenisini yakıyordum. Ağzım acı bir kraterin gökyüzüne duman çıkardığı yeryüzüne yakın ilk tabakaydı. Kan çanağı gözlerim ve kıpkırmızı kulaklarımla, yorgun vücudum eş değer bir bulantının günün son kaosuna nasıl eşlik edeceğimi bekliyorlardı. Hayır, ben de yorgundum ve oturacaktım bir süre daha böyle. Bu taş, bir taştan daha fazlasıydı benim için.
Oturdum. Kalkınca elimle taşın tümsekli ve tozlu yüzeyini sıvazladım. Taş, hastalanmış, cildindeki lekelerin kanser adı verilen belirtilere doğru kaydığı yorgun bir hamalın cildine benziyordu. Tekrar oturdum. Pantolonum tozlanmıştı. Önemsemiyordum. ‘Bu taş’ dedim,’ iki evin tam arasında sokağa bakan pencerelerin kesişip, görüş mesafesini bir metre farkla es geçerek rahatça oturabilen bir taş olduğu için belki de benim için değerli oldu ve bu değeri çok önemsiyorum.’ Aklımdan geçenleri paylaşabilirdim. Tercih etmedim. İnsan her düşündüğünü anlatmamalı, dile getirmemeli. Bu yüzden uzun günler boyunca sıkıntı çektiğimi biliyorum. Gereksiz hezeyanlar, geceye sarkan kâbuslar, gülmeyi unutabildiğin yaz akşamları ve asla romantik gelmeyecek sonbahar yağmurları… Karşıda duran, iki katlı, ahşap, koyu kahverengi rengiyle ve bomboş arsa içerisinde, yorgun haliyle yaşlı bir kadının saçlarını taradıktan sonra o bitkin halinin ve onun sandalyesine oturup dinlendiği anın portresini anımsatan haliyle evi düşünmeye başladım. Uyukluyordum. Yirmi dört saatten beridir uyumamış, üstelik üç farklı şehirde bulunmuştum. Birinde sigara almış, diğerinde yemek yemiş, üçüncüsü ve sonuncusu olan bu şehirde de hem sigara almış hem de yemek yemiştim. Sonra buraya gelmiştim. Bu evin olduğu tepenin karşısındaki dağı süzmüştüm bir süre. Tekel bayinin arkadaki yamaca çıkmayan sokağın önünde oynayan çocuklara bakınca duygulanmış, okul bahçesine doğru park etmiş arabaların diğer tarafında bana doğru uzanan evlerin bitkin ve serkeş halinin kimsesizliğine ait acıyı hatırlamaya başlamıştım. ‘Gidenler’ dedim, ‘buradan gidenler çok önemli yerlere de gittiler. Buraları unuttular da. Yeri geldi buraya gelip, burası hakkında birkaç cümle bulunma lütfunu da esirgemediler ama hepsi çocukluklarını unutmuştu.’ Aklıma geldi ki, bir insan kaç yaşına gelirse gelsin çocukluğunu unutamaz. Böyle demelerini anlıyordum. Unutmamışlardı ancak unutmuş gibi yapıp, o acıları tekrardan hissetmek istemiyorlardı. Bu da saçma ya! Zaten o acı içinde hep vardır insanın. İstediği zaman hatırlayıp, hissetmesi gibi bir durumda yoktur. O acıyı bir kez yaşamış ve ömrü boyunca çekebileceği oranda da Tanrı onun acılarına eşit muamelede bulunmuştur.
Taşın üzerinde oturmaya devam ettikçe daha fena şeyler düşünebilirdim ama buna yine Tanrı izin vermedi. Ben tesadüfleri sevmem, oldum olası da bana acımasızca gelir tesadüf diye bir şeyin olması. Eğer inanıyorsak birazcık da olsa, bu birazcık inanç bizi tesadüflerin o aptalca belirsizliğinden, Çin saçması oyunların olasılığa tapma ihtimallerinden bizi koruması gerekirdi. Uzun yıllar önce bunu yine bir taşın üzerinde otururken düşünmüştüm. Ömründe defalarca toprak kazan ellerim, yine toprağı eşelemiş ve hatta bir metreye yakın kazmıştı. Buna kimseyi inandıramamıştım. Oysa kendi boyumu biliyordum ve ayağımı o kazdığım çukura soktuğumda, çukur kalçalarım ve hatta sırtımın bir kısmını daha istiyordu. İnatla toprağa batmak isterken, bir tesadüfün çıldırış sesine benzer bir sesler irkildim ve gerçeğe döndüm. ‘Eskiden yaşam zordu, çok zordu’ dedim, ‘düşünebiliyor musun, insanlar yemek pişirirken, banyo yaparken, ısınırken, ne bileyim işte aklıma gelen her türlü sosyal işlerinde pek çok zorluklarla karşı karşıya kalıyorlardı.’ İnsan ruhu sıkıcı değildir. Ruhu sıkıcı kılan, ruhu sıkıcı bulanın sıkılmaya meylinden kaynaklanır. İçtenlikle dedim ki:’ Hayır, gerçekten de hayır; evet hayatları çok zordu. Pek çok İran, Yunan ve Türk filmi izledim ve filmler bile eskiden zordu ama eskinin değişmeyen düsturu insanlıktı.’ Şimdiyle eskiyi kıyaslamak, eskiden eskilerinde âdetiydi. Bu çılgınlığı başlatanın kendisi de, sanırım babamız olmalı. Âdem babamızın da bir gün kendi yaptıklarından sıkıldığını düşünüyorum da, her şey kıt aklımla çözülemeyeceği için ona yapacağım haksızlıktan ötürü kendimi affedemeyeceğimi düşünerekten, sustum. Taşın soğukluğu vücudumda tanınmayan maddeye karşı mücadele başlatmış ve bağırsaklara sancı sinyali gönderilmişti. İlginç bir gün yaşıyordum. Bir taş çok şeye kadir olabilirdi. Benim gibi sersem biri yalnızca onun üzerinde oturuyor ve kendisi gibi daha pek çok kişinin aynı taşın soğukluğuyla üşüttüğü ve ishal olma olasılıklarına dair acı bir gülümsemeyi yüzüne sıvazlıyordu tozlu elleriyle.
Çok şey düşünüyordum. Bir ara ilerideki büyük dağı arkama alıp, uzun bir süre oturduğum, ateş yakıp, tek tek sigaralarımı kazdığım küçük toprak tablasına gömdüğüm, gazetemi okuyup, öyle kalktığım elektrik direğini anımsadım. O elektrik direğini birilerine anlattığımda, yüzlerindeki anlamsızlığa şahit olmuştum. Zaten ben anlatmaktan hoşlanmıyordum. Birileri bir zaman gelir de dinlemek isterse gerçekten beni ve o gün ben de birilerine bir zaman geldiğinde anlatacak bir şeyler bulursam, kısaca her şey bir gün güzel olacaktı, o gün geldiğinde ben susacaktım. Önce duygularım, ince bağırsağın hassas tüylerine dönüşüm geçirmeye başladı. Sırt üzeri uzanmaktan vazgeçip, yüzükoyun hayalleri başımdan aşağı yatağa gömdüğüm ve gerçekle dimdik karşılaştığım geceleri büyütmeye başladım. Birkaç gün ve birkaç saat hariç hep yalnız oldum. Buna özgürlük de denebilir ama özgürlüğün insanı sonradan esir edeceği ruhsal sıkıntılara birkaç kez uğradım. Birkaç gün ve birkaç saat! İnsanlar tanıdım. Çok iyi insanlar değildi çoğu. Çok kötü de değillerdi. İyi veya kötü değillerdi. Hepsi insandı. Bir insandı hepsi. Acılarının melankolikleşip, ağıt olduğu, melodram mazilerinin hiç bitmediği yılların arkasında zahmetin tohumlarıyla zakkumlar türediği, kavakların, çamların, meşelerin, gürgenlerin, servilerin kesildiği bahçelerde gaz cennetinden katı cehennemine geçişi hızlandıran insanlarıyla tiranların basit bir türevin integral dönüşümünü dahi engellediği yüzyılın kara kâğıdında herkes bir insandı. ‘İnsanlar’ dedim, ‘ulus olma halleriyle kıvanç duyma alışkanlıklarından vazgeçmemeliler. Vatan trendeki vagonlardan biri yalnızca. İstediğin vagona geçebilirim. Buna kimse karşı koyamaz. Elbette lüks bir vagonda, o lüks zavallılarının yaşam klişelerine uymak zorunda değilim ama yine de o vagonda bulunabilme hakkına sahibim. Bana verilmiş hak bu trenin sonlanacağı ana kadar adaleti tesis edenlerle yan yana durmak. Adalet diyorum. Siz adaletin ne olduğunu biliyor musunuz?’ Hiç aklımda değilmiş gibi yaptım. Oysa onun akrabaları o marketi, fırını açmadan önce… Ne diyorum ben Allah aşkına! Bir ara beş kuruş, on kuruş biriktirip ekmek aldığım günler de, onun orada, marketten sonra hemen bitişiğinde açılmış, altı maç izlenilen bir yer ve üstü fırın olarak dizayn edilmiş bir mekânda çalışan kızdan bahsediyorum, işte o günler ihtiyacım olmasa da bile sırf onu görmek için ekmek alıyor, bazen de değişiklik olsun diye paraya kıyıp taze kete alıyordum. Kimi zaman fırının verdiği kasvetli ve sıcak havadan dolayı uzun kollu geniş bir penye giyiyordu. Başı kapalıydı. Avam usulü kapatıyordu ama saçının tek teline dair bir renk alametiyle hiç karşılaşmamıştım. Yüzünün her şeyden önce insana Tanrı’ya karşı günahlarından af olma duygusunu verme hissi bile yetiyordu. Oval ve gittikçe büyüyeceklerini sandığım, oysa gerçekte yalnızca bir yanılsama olduğunu fark ettiğim göğüslerinin büyüklüğü bile ilgi alanı dâhilinde hiç oyuna girmeyen yedek oyuncuyu andırıyordu. Önceleri boya posa takan bilinçaltımın bu tehlikeli saçmalıktan da uzaklaştığını fark etmek beni mutlu ediyordu ama şimdi de artık iyice umutsuz bir varlık haline dönüşmüştüm. Ne diyecektim akrabalarına? ‘Şu fırında duran hanım kız hakkında size bir şey danışmak istiyorum. Eğer kendileri herhangi bir boyutta nişanlı veya evli veyahut herhangi bir zibidiyle sevgili değillerse, zatı aliniz beni de şahsen görmüş olunup, biraz da az buçuk idare eder doğru düzgün yüz ifadelerimize binaen, isterseniz berber Mustafa’dan, bakkal Hacı’dan, Kuruyemişçi Sinan’dan, Zerzevatçı Sakıp Bey’den, şu zincirleri olan marketin şişman kasiyerinden bendenizi sorup bilgi de alabilirsiniz ve olumlu ya da olumsuz cevabınızı şahsen sizden duyma ricamı da geri çevirmediğinizi bilme güzelliğiyle beraber tüm bunların yanından size teşekkür ettiğimi de ilave ederek…’ Saklamıyorum. Sevgi de, beğeni de, hiç istemesem de nefret de açık olmalıdır. Bu demek değil ki eskide kalmış sevgiler nefrete dönüşür, tam tersi o sevgiler boyut kazanır ve boşlukta artık imkânsız bir seferin yolcusu olurlar ama yine de nefreti dahi belli etmekten sakınmayı sevmiyorum. Evet, niye saklayayım ki! Eğer zindan olmaya devam edecekse sevgi, sevgi mutlu etmekten ziyade kederle insanı yiyen kurtları doğuracaksa, neden bunun adı sevgi olarak kalsın ki? Denemedim tabi ki, söylemedim akrabalarına hiçbir şey. Oysa kasada duran akrabası onun her neyi oluyorsa, beni sima olarak tanıyor ve biliyordu. Babası öldüğünde baş sağlığını da dilemiştim, artı bir sürü boş ve gereksiz sözlerle. Benim gibi gereksiz birini unutacağını sanmıyorum ama bu hayatta yaşıyorsak, unutmanın bile normal olduğunu unutmamak lazım. Bu hayat, bir insanla beraber başlayan ve garip ki, çok garip bitecek bu hayatla. Onun poşete ekmekleri koyarken bileğinin süt beyazlığına, yüzünün Ay hayali imitasyon kopyasına, dünyadaki tüm öksüzleri doyuracak kadar canlı ve dolgun gözüken göğüslerinin güzelliğine dair onun aşkla kirlenmemiş kulaklarına hiçbir şey fısıldayamayacağımı bilmek de acıydı! Gözlerim acıyordu. Taşın soğukluğu, evin yalnızlığı, fısıldanmamış akit yangını akşam vakitli kederler ve gelmek bitmeyen o güzel gün…
Turanlı, Orta Asyalı ya da bozkırların asil ve meşru mirasçısı gibi düşünmeyi, hayattan artık kullanılacak yeri ve yüzey milimetresi kalmamış sarı bezlerden kurtulma ayinine benzeyen bir anla özdeşleştiren şahsımın, kederden öleceği, konusuz bin bir eleştiriyle haksızca çürütülme safhaları inkâr edilen canlı haline dönüştürüldüğü dünyadan bahsediyordum. Durmadan dünyanın içine ederken, hiçleşebilmenin bile berrak bir lafzını ortaya koyamamışlığın acısını çekmeden, bozuk öfkeleriyle türün içgüdüsel ıstıraplarıyla, şükranını şeytana sunan insanların ortasında durmanın bile aksi yön olabileceği zamanlarda, bitmek tükenmez kaos rezervleriyle dünyaca kusur hastası ve samimiyet felci insanların kederiyle konuşuyorum. Taş, bir taş olabilmenin acı gününde. İsmail olsa, kendisi bıçağı alır, boynunu kendi keserdi. Musa suyun içinde boğulmayı tercih ederdi. İsa çivileri kendi eliyle avuçlarına batırırdı. Eğer bu çılgın, ciğeri beş para etmez, hoş görü taciri ancak cömertliği kefil gösterip cinayet sebebi olmayı iğrenç uygarlığının merhametine bağlayan insanlar aynı taşın üzerinde eskiden de oturuyor olsaydı… Yeryüzü sınırları içerisinden kendi tiksinmemi, lanetli bir konuşma kabul eden de olabilir. Ama ben Godot’u beklemiyorum. Kutsal Yunan tanrısını ben kızdırmadım. İran da sönen ateş, yıkılan saray; belki İsfahan’da akan nehrin ıstırabı diyelim buna, sonuna kadar gidilince görünmeyi bekleyen, olmakla yetinmeyip devrimin içinde ütopyalar bileyen ve bunları utanmadan sunan insanların hayallerden kaçışı diyelim, hepsi kederle pişirilmiş aştan, pısırık çatışmaların ümitsizliğiyle ölümcül ağrıların yoksunluğu, daha serpilmemiş tohum ağrısı; kökü zayıf saçmalıklar bunlar.
Oturduğum yerden kalkmak bin yıl sürdü. Akşam ezanı okunuyordu. Ciğerim yanıyordu. Dudaklarım kül tutmuş, gözlerim uykusuzluğun verdiği sarhoş naraları arasında pasaklı bir cennetin son haline gülümsüyordu. Çarpık bacaklarıyla bir kırkayak taşın üzerine çıkıyor, evrimimi tamamlıyordu. Delice hevesler tükeniyor, zevklerin oluğuna benzeyen boşluğun etrafında kurtlar parti veriyor, oluğun ihtiyacı olup, kan pompalandıkça kendini bir halt zanneden şey, yüzlerce toprak yiyen böceğin hücumuna uğrayıp, yok oluyordu. Her şey bir yana, ellerimle sıvazladığım bozkırın orta yerinde bulunan bir tek ağacın kuru gövdesine benzeyen göğsümün içten içe yanıp, tükenişini, çürüme seanslarında bağırmak isteyen ruhumun Azrail olmadan bu çılgınlığı yapamayacağını hissederek hapsine rıza gösterdiği vecdler sarsıntıyla devam ediyordu. Zaten tarihteki en mükemmel acı, insanın ıstırabından başka bir şey olamazdı. Ciğerim yanıyordu. Bunun için litrelerce su tenimden içeri ve dışarı temasta bulunabilirdi. Karanlıktı biliyorum. Benim yola çıkmadan önce benzeri acılarım vardı. Bu acılarla yaşama tutunabiliyordum. Harabe evleri, göçe uğramış milyonları dile getiremeyen içimdekinin isyanını biliyordum. Ütopyaydı ya! Herkes bir gün geri dönebilirdi ve şimdi kim kalmışsa geride, herkes aşını paylaşacak, çimentosuna, kumuna, taşına yardım da bulunacaktı. Gözlerimle bir taşın yaşayan iki örümceğin trake aşklarına yağmur bırakıyordum. Ölümcül bir zehirdi bu. Susmalı, uyumamalı, çektiğim acıyı hor görebilecek tüm kıskançlardan uzakta, bir nevi adı özgürlük olan ama eridikçe yalnızlık olarak ortaya çıkan zaman da kendi sezinlerimden, tüm çağlara adapte, cevheri belli, vecdi uzun, ağıtsız topraklar bulmalıydım.
YORUMLAR
Kullanılan metaforların mükemmelliğiyle birbirinin içinden fırlayan ustaca cümlelerin, aslında işlenen durumların ya da haleti ruhiyelerin birbiriyle zor kurulan alakasını bir yunus kıvraklığıyla, yine sihirli bir kelime ve ona eşlik eden felsefi birikimin en uzaklarından çıkardığı kavramlarla kurduğu alakayla nefessiz varılan yer, hep aynı yer , bir kısır döngü müdür acaba?
Bir yılanın en şekilsiz engebeli yüzeylerde bile insanı kıskandıracak ustalıkta kayar gibi yol almasına dahi, o da nedir ki babında dudak büktürecek denli kıvrak ve dilin bunca sergilediği ustalık, bulunamuyor mu ki, çok da sıradan olan bir olayı ya da durumu kim bilir, ne kadar da lezzetli kılardı?
Hani yazarın terayağından kıl çeker gibi kotardığı öykülerini okumasam, hani o öykülerin içimde yarattığı hüzünlü balonlarda seyahat etmesem, bu yazısındaki muhasebeye bakıp, denemen güzeldi, demezsem ayıp olurdu.
Kalemine, yüreğine sağlık, güzel bir denemeydi...
HakkınSesi
Bazen camiye çevrilmiş bir kilisenin garip hali, onun karşısında uzun süre oturup, bir şey olmasını beklemek gibi hallerimiz..
Teşekkür ederim... Saygılar..