- 811 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CILIZ PINAR....
CILIZ AKAN PINAR
Gök gürledi derinden, gürül gürül kara yağmurlar düştü her yere. Ben sustum yanımda duran Abdullah sustu… Uzun bir süre hiç konuşmadık. Her şimşek çakımından yayılan aydınlık ikimizin de gözbebeklerini büyültüp küçültüyordu. Alabildiğine karanlıktı dışarısı. Havada oluşan her parıltıda karşımızdaki ağacın gri gölgesini görebiliyorduk ikimiz de. Dalında tünemiş birkaç serçe yere doğru inerken ben kaç tane diye anlık hafızamı zorladım. Ben beşe kadar sayabilmiştim.
Dönüp Abdullah’a düşen kuşların sayısını soracaktım ki sessizce oynayan dudaklarını fark ettim. Belli ki o da kendi kendine meşenin dibine düşenleri net kestirmeye çalışıyor diye düşündüm. Faydasız sorular sormak bize bahşedilen zamanın kaybından başka bir işe yaramayacağımı bildiğimden geçici olarak fikirlerimi başka şeylerle meşgul etmeye başlamıştım…
*Peder Martin’le en son yaptığımız sohbeti anımsadım. Her Salı günü geldiği pazardan bir gün karşılaşıp da ona evine kadar eşlik ettiğim sıradaki sözleri geldi aklıma.
“Tanrı’nın insanlara bahşettiği özgürlüğü eğer ki bir gün insanoğlu vermeye kalkışırsa bil ki onlar Şeytan’ın ulaklarıdır. Bu yüzden sen onlardan kork ama ölmekten değil. Unutma ki Tanrı her zaman sevdikleriyledir ve onlara bu yüzden sonsuz nefes sunar…”*
Abdullah’ın toprak duvara asılı çantasını alması üzerine anılarımı kenarı bırakıp onu izlemeye başladım. Buraya ilk geldiğimde dikkatimi çekmişti ama sormamıştım. Sonuçta onların böyle bir coğrafyada kutsal saydıklarını yüksek bir yere tutacağı kesindi. Onun her sabah bir de akşam durmadan ellerini göğe açıp, gözlerini tavana dikmesi Tanrı’nın göğe yakın bir yerde bizi izliyor olması gerçeğiydi. Onun huşu içinde dizlerinin üzerinde oturuşu, Peter Martin’in kutsal İsa’nın önünde duruşu gibiydi.
Değişik bir gök gürültüsü duyulduğunda Abdullah içinden kitap çıkardığı yeşil çantanın bezini burnuma ve ağzıma örtmemi gösterip verirken kendi de yerde yemek yediğimiz bezi alıp sardı başına. Başa dönmüş gibi yeniden ikimizde gözlerimizle konuşuyorduk. O beden diline geçmişti ne zamana kadar bu örtüyü suratıma bastırmam konusunda.
Benim hayatta kalmamla bu kadar ilgilenirken yanı başımızda kahverengi bir battaniye altında yatan oğluyla ilgilenmediğinin sebebini biliyordum. Ben olmasaydım şu an onu korumaya çalışacaktı. Ama ben gelsem de gelmesem de sonuçta o yine ölecekti bense içten içe bitecektim…
İbrik dediği bakır su kabından elime döküp yüzümü yıkamam işaret etti. Elime verdiği bakır su testisiyle ben de aynını yaptım. O da yıkadı yüzünü. “Abdest” dedi benim aklıma gaz sembolleri geldi. Ama onun yüz yıkama ritüeli tıpkı üç gün önce gibi standarttı.
Köşede bir yerde battaniye altında yatan -yedi yaşında olduğunu tahmin ettiğim Ahmet’i- gösterip başımı salladım. O da aynını yaptı, ellerini havaya kaldırdı. Yanındaki çıkından kuru bir ekmeği çıkardı üçe ayırdı. İkisini bize bölüştürdü diğerini Ahmet’in baş ucuna. Ben buraya gelirken dikkatimi çeken bir başağın halen koynumda olduğunu hatırlayıp Abdullah’a hediye sundum. Abdullah alnına koydu esrarlı bir suskunlukla başaktaki taneleri odanın toprak zeminine döktü. Benim anlayabilmem için bozuk bir lehçeyle üç dedi. Sanırım bu Martin’in ritüellerinin benzeri diye içimden geçirmedim de değil hani… “Toprak, ekmek, kutsal ruh..”
-İşaret parmağını ağaca doğrultup iki kolunu yerde sirkelerken dün bütün kuşların öldüğünü öğrendim-
Sabah olup da ölmeden çıkarsak şafağa, cılız akan bir pınardan çektiğimiz suyla Abdullah’ın oğlunu yıkayıp, beyaz bir bezle toprağa sunacağız. Buraya gelmeden önce onların ne kadar toprağına sadık olduğunu okumuştum nede olsa….
-klavye yorgunluğu kısadan kestirme işte…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.