- 1157 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DÜŞLER ÜLKESİNİN ORMAN PRENSİ
“İşte sırrım, çok basit: En iyi yüreğiyle görebilir insan.
Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez”
Antoine de Saint – Exupéry (Küçük Prens)
Kalbimle yazabilmem için gelmiştin ya bana, gönül dilini öğretmiştin, bu bizim hikâyemiz sevgilim.
Oku, oku ki bir anlamı olsun kâğıdın özüne işleyen mürekkebin…
Aylardan Haziran, vakit akşamüstüydü. Ne kavurucu bir sıcak ne de içimi titreten bir ayaz vardı. Ilık ılık esen bir yaz rüzgârı dağıtıyordu saçlarımı. Aylardan en sevdiğimdir Haziran. Güneş sıcaklığını kararında gönderir dünyaya. Öyle deli gibi bunalmazsın, serin de olmaz geceleri.
Mevsimin bana göre en güzel ayında bir akşam vakti güneşin uykuya dalışını seyrederken düşlerimi delip geçen bir ses duydum. Sesin beni çağırdığı yöne doğru merakla yürürken, iri bir çift yeşil gözle karşılaştım. Öylece duruyordun. Yüzünde tatlı bir gülümseme, saçlarında dalgalar, gözlerinde ise davetkâr bir bakış vardı. Nasıl da ışıl ışıldın. Gökyüzünün bütün yıldızları gözlerinde parlıyordu sanki. Ne zamandan beri oradaydın? Kurduğum düşlerin mahremiyetine saygısızlık yaptığın için kızdım önce. Hangi cüretle gizlice izlerdin beni? Sesimin çatlamasına, yanaklarımın kızarmasına aldırmadan bağırdım sana. Fakat sen hiçbir tepki vermiyordun. Yüzünde hala o tatlı gülümsemeyle sadece dinliyordun beni.
Başka bir duruşun vardı, başka bir anlam yüklüydün. Orada olman tesadüf değildi sanki. Sonra yavaşça bana doğru yürüdün ve “Geldim” dedin. Hayallerimin birine fazla kapıldığımı düşündüm. Birazdan uyanır, kâbus mu rüya mı belli olmayan bu anlamsız durumdan kurtulurdum. Hep öyle olurdu çünkü. Yaşadığımı sandığım en güzel anlar hep hayallerde kalırdı. Gerçek dünyaya taşıyamazdım onları.
“Kimsin?” diye sordum sana. “Beni tanıyorsun” dedin. Tanımadığımı, rahat bırakmanı, durumun gittikçe garipleşmesinin beni korkuttuğunu söyledim. “Elimi tut, benden korkma” dedin alnına düşen bir tutam saçı geriye doğru atarken. “Seni düşler ülkesine götürmek için gelen bir rehberim sadece. Uzun zamandır hayalini kurduğun aşk dolu macerayı yaşatacağım sana.” Aklım allak bullak olmuştu. Benim cümlelerimle konuşup aklımı karıştırıyordun. Kendi düşlerimin bana oynadığı bir oyun sandım yaşadığım anı. Çantamda taşıdığım küçük bir şişeden avuçlarıma biraz su alıp yüzümü yıkadım. Başıma güneş geçmiş olmalıydı. Sabahtan beri sahilde oturup hikâyeler yazmaya çalışıyordum, üstelik oldukça acıkmış ve yorgun düşmüştüm. Haziran esintisi yüzümdeki su taneciklerini kurutup nemini alıp götürünce gözlerim yeniden gözlerinin yeşiline kilitlendi. Ardımda masmavi bir deniz köpürürken gözlerinde uçsuz bucaksız uzanan bir orman vardı.
Başım döndü, sendeledim. Tam düşmek üzereydim ki tuttun beni. Kolların belime dolandığında gözlerinden düşen bir tomurcuğun kalbimde filizlendiğini nereden bilirdim.
Derhal toparlanmalı ve az ileride olan otelime geri dönmeliydim. Güneş batmış, yıldızlar teker teker geceyi indirmeye başlamıştı bile. Bu kadar uzun zamanı paylaştığımızı anlayamadım. Dağılmış kâğıtlarımı çabucak toplayıp çantamın içine attım. Arkamda bir şey unutup unutmadığımı kontrol bile etmeden yanından uzaklaştım ve koşa koşa otele geldim. Lobide oturan insanların şaşkın bakışları arasından geçerek odama çıktım. Bir an önce kendime gelmeli yaşadığım bu garip durumun aklımın bir oyunu olup olmadığını anlamalıydım. Yanaklarım alev alev yanıyordu. Kalbimin ritmi bozulmuş, soluklarım düzensizdi. İçimden kahkahalar atmak sonra da sarsıla sarsıla ağlamak gelse de her zamanki gibi duygularımı bastırdım ve ılık bir duşla başladım işe. Otelin terapi adını verdiği masaj yağları ya da şampuanları her neyse beni iyice gevşetmişti. Restorana inecek gücü kendimde bulamadığım için yemeği odama söyledim. Deli gibi aç olmama rağmen birkaç lokmadan fazlasını yiyemedim.
Odanın sessizliğinde düşüncelerimi düzenlemeye çalışırken gözüm çantama tıkıştırdığım notlarıma takıldı. Beyaz kâğıtlarım buruş buruş olmuştu. Sayfaları sıraya koyarken yeni başladığım hikâyeye bir göz atmak geldi içimden. Önce kıvrılmış kenarlarını özenle düzelttim sonra derin bir nefes alarak okumaya başladım. Yazdığım satırları okudukça şaşkınlığım artıyor kendimden geçiyordum. Oluşturduğum karakterler karşımda belirmiş konuşuyordu. Şöyle diyordu genç adam son paragrafta;
“Korkma, ben düşler ülkesinden gelen, gözleri orman kokan bir rehberim. Günüm yoktur ki macerasız geçsin. Kendiliğimden çıkıp gelmedim. Beni sen çağırdın ve eminim beni kendinden bile daha iyi tanıyorsun. Çünkü yıllardır her sabah ve her akşam sadece beni yazıyor benim dilimden konuşuyorsun.” Gölgeler kızın üzerinde büyüyor, güneş ufukta yavaş yavaş kayboluyordu…
Buradan sonrasını yazmamış, sen gelince yazamamıştım. Öyleyse kendimi fazla kaptırıp yazdığım hikâyeyi gerçekmiş gibi oynamıştım. Evet evet öyle olmalıydı. Henüz kimsenin duymadığı cümlelerimle bana konuşuyor olmanın başka açıklaması olabilir miydi? Aklımdaki yoğun düşüncelere dayanamayıp uyudum. Yarın yepyeni bir gün olacaktı ve gerçek dünyanın içinde prenslerin hayalini kurmayacaktım.
Ertesi gün yine aynı saatte, insanlar yavaş yavaş boşaltırken kumsalı düşlerimi sözcüklerle buluşturduğum sahile gittim. Hava biraz rüzgârlıydı. Uçuşan kum taneleri yüzüme, kollarıma vuruyor küçük küçük ısırıyordu tenimi. O gün dalgaların köpüğü daha belirgindi. Kucağımda bir sürü kâğıtla sırtımı her zamanki kayaya yasladım. Kocaman gövdesiyle kim bilir kaç zamandır buradaydı. Nelere şahit olduğunu düşününce içim ürperdi. Dili olsaydı anlatacaklarını dinlemeyi çok isterdim. Belki genç âşıklar ilk öpücük heyecanlarını burada yaşamışlardı. Bir ömür için ilk “evet” burada söylenmişti ve nice sevgili bu kayaya yaslanıp hayaller kurmuştu belki. Ayrılanlar da olmuştu, ayrılık acısını buraya gömenlerde. Bunları düşünürken bir süre üzerindeki yosunlara baktım sonra saçlarımın bağını çözdüm ve her telini rüzgârın ellerine bıraktım.
Aklımda çalkalanan kelimeleri bir araya getirmek için epey bir zaman gerekti. Kaç vakit geçti hatırlamıyorum. Günlerdir sayfalar dolusu hikâye yazdırmıştı bu sahil bana. Şimdi birkaç cümle zor söyleyebiliyordum. Bütün derdim sen olmuştun bir anda. Öyle bir hikâye düşürmeliyim ki kâğıda, birden perdeler açılsın, oyuncular sahneye taşınsın ve sen gözlerinle yine bahar gibi gelebilesin.
Tutulup kalmış bir iki cümleden fazlasını yazamamıştım. Zihnimin yoğunluğu iyiden iyiye yormuştu beni. Boş sayfaya bakarken güneşin batışını da kaçırmıştım üstelik. Çaresiz toparlanıp otele geri döndüm. Sonraki üç dört gün böyle boş sayfalara bakarak ve beni terk eden sözcükler gibi çıkıp gelmeni umarak geçti. Aynı saatte sahile iniyor hiçbir şey yazamadan otele geri dönüyordum.
Günlerden Cumartesi, haziranın son günleriydi. Havadaki ağırlığa, denizin durgunluğuna aldırmadan yine sahilin yolunu tuttum. Bu dinginlik delirtecekti beni. Derken sırtımı dayadığım kayanın yanında bir kâğıt parçası dikkatimi çekti. Benim notlarımın arasından düşmüş olabileceğini düşünerek yarısına kadar gömülmüş kumun içinden çekip çıkardım. Özentili bir el yazısıyla “Sadece seyret” yazıyordu. Boş bulunarak ister istemez etrafıma bakındım. Bu not bana mı yazılmıştı yoksa benim gibi sözcüklere hayat vermeye çabalayan başka biri de mi mesken edinmişti bu sahili kendine? Yaz başından beri buradaydım fakat benden başka kimsenin bu taraflara geldiğini görmemiştim. Öyleyse bu not bana yazılmış olmalıydı. Peki, ama kim, neden benden böyle bir şey istiyordu ki? Neyi seyretmeliydim anlam veremedim. Çaresiz bakınmaya başladım.
Dakikalar geçtikçe gözlerim manzaraya alışıyor yeni yeni detaylar buluyordu. Çok da büyük sayılmayan bir koyda tek başıma oturuyordum. Uzaktan denize giren insanların mutluluk sesleri geliyordu. İçten içe onların sevincine özendiğimi hissettim. Denizin mavisi daha mavi, gökyüzü daha büyüktü sanki. Üzerimden birer ikişer geçen martıların kanatlarına baktım. Hani benim de kanatlarım olsaydı şayet nerelere uçabileceğimi hayal ettim bir süre. Sonra kalkıp yürümek geldi içimden. Sahili baştan aşağıya dolanmak.
Söylesem kimse inanmazdı martıların benimle konuştuğuna. Çocukken bulutların pamuk şekerden olduğunu söylediğim zaman da kimse inanmamıştı. Oysa tadına baktığıma yemin edebilirdim. Gerçek bir şeker gibi çok tatlıydı. Attığım her adımda dans eden eteklerim çocukluğumdan esintiler getiriyordu. Çıplak ayaklarımla ezdiğim her bir kum tanesi ise sırtımda taşıdığım yükleri birer birer alıp götürüyordu. Bu gezintinin sonunda bulutlar kadar hafifleyebilirdim. Nedenini bilemesem de her geçen saniye daha da büyüyen müthiş bir heyecan vardı kalbimde. Tek bir satır bile yazmadım o gün. Bulduğum notta dediği gibi sadece seyrettim. Renklerin tonlarına, güneşin ışıltılarına hayranlıkla baktım. Gördüğüm kuşlara, çiçeklere isimler verip hikâyelerini hayal ettim. Sonra her bir çakıl taşını aklımda tutarcasına sahili baştanbaşa ezberledim.
Meğer şimdiye kadar yaptığım tasvirlerin hepsi ne kadar sığ, duygudan ne kadar yoksunmuş. Kelimelere anlam yüklemeye çalışırken gözlerimin kaçırdığı anlamları saymaya gücüm yetmedi. Epey bir dolaştıktan sonra otele geri döndüm. Odama çıktığımda ilk işim yazdığım hikâyeleri bir bir çıkarıp sahili, rüzgârı, martıları, güneşin batışını betimlediğim bölümleri yeniden yazmak oldu. Denizin mavisi daha canlıydı artık. Rüzgâr saçlarımı daha güçlü savuruyordu ve kulaklarımda duyduğum sesler martıların mutluluk şarkılarıydı. Ufkumu açmıştın sen. Bana yeniden görmeyi öğretmiştin. Bütün gün seyrettiğim her güzelliğin resmini çizdim sözcüklerle. İçimde öyle bir rahatlama vardı ki başımı yastığa koyar koymaz uyudum.
Ertesi gün benim için yeni umutlarla dolu harika bir gündü. Yüzümde irademin dışında olduğu her halimden belli olan koca bir gülümsemeyle kahvaltımı yapıp doğruca sahilin yolunu tuttum. Önce uzun uzun bakındım çevreme. Günler sonra ilk kez kalemle kâğıdın hasretini dindirecek gücü bulabilmiştim fakat yazdığım ilk cümlenin hayatımı sil baştan değiştireceğini bilemezdim.
“ Gözlerinde uzanan orman beni çağırıyor. Kaybolacağımın farkındayım. Yine de korkmuyorum gitmekten. Ellerimi uzattım. Gel, gel ki beni tutmak için daha çok köpürsün deniz.” Ben bu sözleri tekrarlayıp dururken “Ya martılar?” dedi bir ses. Dönüp baktım ki sonsuz bir ormanın kapısı açılmış önümde. “Ya martılar?” dedin tekrar. “O ormana doğru yola çıkarsan, martılar öksüz kalmayacak mı?” yerimden doğrulup sana yaklaştım. Kalbimin denizleri kabarıyordu. Taşmasından korksam da dilimden dökülen sözcüklere engel olamadım. “Martılar özgürlüğü severler” dedim bir adım daha yaklaşarak. “Benim özgürlüğüm de gözlerindeyse neden üzülsünler?” verdiğim cevaptan memnun kaldığını gülüşünle belli ediyordun. Öyle samimi bir gülüştü ki Temmuz ayının bu ilk gününde güneş bile ısıtamamıştı içimi. Neler oluyordu böyle? Uzaktan mutlu bir şarkı mı doluyordu kulaklarımıza yoksa olmadık sesler mi duyuyordum ben? Çıldırmış olmalıyım. Orman prensine tutulan denizkızı olur mu hiç?
Çok geçmeden şahit kayanın dibini gelip oturduk. Ona böyle seslenmek hoşuma gidiyordu çünkü insanlar onun neler görebildiğini umursamıyorlardı. Oysa o bütün haşmetiyle sahilin tam da orta yerinde duruyor, her haliyle ben buradayım ve sizi görüyorum diyordu. Sırtımı ona yasladığımda tanıdık bir yüz görmüş gibi yanımda olduğu için şükrettim. İçimin dolusunca sözcük biriktirmiştim sana fakat az önce susturamadığım dilim şimdi konuşmayı reddediyordu.
Bir süre kıyıya vuran minik dalgaların şıpırtısını dinledik. Ana kucağında ki bebeğe söylenen ninni gibi kalplerimizi huzurla dolduruyordu bu ses. Konuşursak aramızdaki büyü bozulacak, huzur korkup kaçacakmış gibi ikimizde tedirgindik. Belki de çok şey anlatıyordu suskunluğumuz. Bu şekilde ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Saatler mi? aylar mı? belki de yıllar. Bana göre zaman durmuş, ikimizden başka nefes alan kalmamıştı. O an dünyanın bizim için döndüğüne de yemin edebilirdim.
Kaç zaman sonra başını bana doğru çevirip bahar kokan gözlerinle tatlı tatlı gülümsedin. “Açıldı mı önündeki perdeler?” dedin. Bunu sorarken görmeden baktığımı, bakmadan yazdığımı kastettiğini anladım. “Açıldı” dedim usulca. “Teşekkür ederim.” Sesimden heyecanım belli oluyordu ama bu defa aldırış etmedim. Hissettiğim her ne varsa senden gizlemek doğru gelmiyordu bana.
Sıkılmıştım duvarların ardına saklanmaktan. Ne sevincimi ne de kederimi doya doya yaşayabiliyordum. Zor bir çocukluk geçirmiştim. Hastalıklar, üzüntüler, büyük kayıplar peşimi bırakmamıştı. Sevgilerim de hüsranla bitmişti sevgililerim de… Ne zaman sesimi çıkaracak olsam susturmuşlardı beni. Hayallerimi dile getirecek gücü bulamadım hiç, zaten kimse dinlemek de istemezdi. Hayallerden bahsetmek günahtı ve yasaktı kalbinle düşünmek. Duygularımdan sıyrılıp aklın örtüsünü giyer gibi yaptım çok uzun zaman. İçimden konuşup, içimden hissettim. “Artık büyüdüm” dedim kararlı bir şekilde. “Saklambaç, çocukların oyunu” günler birbirini kovalıyor sana her geçen gün daha çok alışıyordum. Beni kendimden kurtarıp özgür kılmıştın. Bununla birlikte sözcüklerimin de martılardan farkı yoktu artık.
Mutluluk diyarlarında kaybolduğum zamanların birinde ufak tefek işlerimi halletmek için dışarı çıkmıştım. Ne yaptıysam benimle gelmen için ikna edemedim seni. Döndüğümde oda neredeyse yerden tavana kadar çiçeklerle doluydu. Orta yerde sen, bütün sevecenliğinle kollarını uzatmış beni bekliyordun. Gözlerindeki aşkı görünce sonsuza kadar sürecek bir sevdayı paylaştığımızı düşünmüştüm. Kadınları bilirsin abartmayı severler. Mutluluktan ağlamaya başladığımda yanıma gelip usul usul yanaklarımı okşadın. “Sevinçten bile olsa gözlerinde benim için yaş olmasın” dedin. “İçinde benim olduğum hiçbir şey için ağlamayacaksın” oysa bu mümkün değildi çünkü sen her şeyin içindeydin. Bir taraftan gözyaşlarımı silerken bir taraftan da benden söz istedin. Odanın havası ağırlaşmış az önceki heyecanım yerini şaşkınlığa bırakmıştı. Seni tanıdığım günden beri bu kadar ciddi bir anına rastlamamıştım. “Söz ver bana” dedin tekrar. Sesinde anlam veremediğim bir kırılganlık vardı. Bütün masumiyetimle gözlerinin içine baktım. Sözcüklerimin iplerini tutmadım. Nasıl olsa sende duracaklar, senin yüreğinde kalacaklardı. “Sen” dedim başımı göğsüne yaslarken “Sen benim her şeyimsin” sonra aramıza bir suskunluk gelip çöktü ve biz, odanın orta yerinde birbirimize sarılıp öylece kaldık.
“Niye anlatmak, konuşmak yerine yazıyorsun?” diye sormuştun bir gün “Neden bu kadar çok yazıyorsun?” Seni tatmin edecek bir cevap verememiştim o zaman. Sesim yine kaybolup gitmişti. Ne güzel söylemiş yazar; “Yazmak, içinizden geldiği gibi konuşmaktır çünkü kimse sizin sözünüzü kesemez.” Duygularımı sesli söyleyemem diye korkuyordum. Sana “gel” derken de yazdım “Gitme, kal” derken de… Kendi sesime yabancıydım sen gelene kadar. Anlatmanın başka yolunu bilmediğim için yazıyordum. Seninle yeniden var olduğumda ise sana kendimi daha iyi anlatmak için yazdım. Şimdi yoksun ve giderken sesimi de alıp gittin diğer her şey gibi ancak ben hala yazıyorum çünkü “Fırtına ne kadar güçlü olursa olsun martı sevdiği denizden asla vazgeçmez” bunu sen öğretmiştin bana.
Hatırlıyorum da sık sık orman ve deniz üzerine tartışırdık. Sana göre insan, ikisinin birden tutkunu olamazdı. “Sen denizinle kal, orman seni yutar” derdin. Çok anlamsız gelirdi bu düşünce. Deniz de boğabilirdi mesela. Bir defa derinine çekti mi öldürmeden bırakmazdı. Soyut anlamların etrafında bir yerlerden konuştuğumuzu bilirdim hep ama ne söylemeye çalıştığını anlayamazdım. Deniz dediğin ucu bucağı görünmez bir umman. Belki bir varlık belki de yokluk. Yalnızlığın gölgesi dans eder dalgalarında. Öfkelendiği zaman sokulamazsın, sarılamazsın maviliğine. Oysa sen her zaman tersini düşünürdün. “Martılar var” derdin. “Özgür kanatlı ruhlar. Onlar denize, deniz onlara âşık. Sığınılacak limanların adresi kanatlarında. Sen de bir martısın sevgilim senin yerin denizin kucağıdır.” Ne tarafa koysam anlayamadığım konuşmalar böyle uzayıp gidiyordu. Sana göre orman daha acımasızdı. Karanlık kuytularında nelerin saklandığını bilemezdin. Rüzgârın titrettiği her yaprağın hikâyesi başka olur aklını karıştırır, çıldırtırdı.
Gidişinden çok sonra anladım kelimelerle oynadığın oyunu. Onca zaman gözlerindeki ormana sayısız şiir yazmıştım. Oysa sen yalnız bahar bahçelerinde gezinmeme izin vermişsin. Kaybolursun dediğin orman senmişsin meğer ancak ben öyle bir yerdeydim ki sende yok olmaya da razıydım.
Ruhumun pişmesi için yüreğimde ateş yanmalıymış. O ateşi yakmak için gönderilmiştin sen. Aşkı dolu dolu yaşatmış, kırılan kabuğumdan çıkan beni yeniden şekillendirmiştin. Senden önce kurduğum hayallerin hepsini unutmuş, birlikte yürüyeceğimize inandığım yeni bir yol çizmiştim. Henüz kimsenin duymadığı cümlelerimle bana konuştuğun gün bembeyaz bir sayfa açılmıştı önümde. Tıpkı hayallerime can verdiğim sayfalar gibi. Sonra elime kalemi verip kendi sayfanı kendin doldur dedin. Böyle bir imkân verilse kim mutsuz bir son yazar ki? Ben de yazmamıştım. Ancak bir yerlerde hesaba katmadığım bir “gidiş” vardı bir daha dönüşü olmayan.
Günün birinde güzel bir uykudan uyandığım sırada o beyaz kâğıtlardan birini buldum yanı başımda. Bütün sözcüklerimin boğazı düğümlenirken gözyaşlarım suskun akıyordu.
“Görebildiğine göre artık güneşin ne kadar parlak, renklerin nasıl hayat dolu olduğunu benim gitme zamanım geldi demektir. Beni sen çağırmıştın unuttun mu? Ben, düşler ülkesinden gelen bir rehberim. Şimdiye kadar yazdığın tüm satırları yeni baştan yaşadık ama artık kendin hayat vermelisin sözcüklere. Bir amacı olmalı yazmanın. Sen bir martısın sevgilim. Denizinle kalmalısın. Sığınacak limanların adresi kanatlarında saklı. Hoşça kal…”
Her hecesini kalbime kazırcasına okudum bıraktığın mektubu. Varlıkla yokluk karışmıştı aklımda. Dolabın dibinde giyilmeyi unutulmuş eski bir giysi ya da bodrum katında çürümeye bırakılmış paslı bir bisiklet gibiydi ruhum. Ama bunların bir önemi yok artık. Belki de haklıydın. Belki de düşler ülkesinden gelmiştin. Onca zaman yaşadığımı sandığım aşk, bir rüyadan ibaretti. Kendime hayali bir sevgili yaratmış, varlığına kendimi inandırmıştım. Her ne olursa olsun hayatımın en güzel hediyesiydin sen. Nereden çıkıp geldiğini hiçbir zaman bilemesem de büyük bir zafer kazanan komutan edanı hayal edebiliyorum. Çünkü gönül gözümü açtın ve bana yeniden görmeyi öğrettin.
Ne zaman sonra kendimi toparlayıp yeniden yazmaya koyulduğumda artık bıraktığından çok daha başka bir “Ben” olduğumu hissettim. Sevgiyle çoğalan cümleler döktüm kâğıda. Daha önce yazdıklarımdan çok daha başkaydı bu çünkü seninle başlıyordu ve eminim seninle bitecek. Görmesini bilen her göz satırların ardındaki gölgeni bulabilir.
Ey! Düşler ülkesinin orman prensi, yeni bir öykü düşürüyorum şimdi yüreğime. Öyle ki perdeler açılsın, oyuncular sahneye taşınsın ve sen gözlerinle yine bahar gibi gelebilesin…
Bana ilham veren bahar gözlü biricik sevgilime sonsuz teşekkürler…
MERVE ÇAVUŞ