- 626 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
makarna süzgeci
İstanbul’a yerleşmiştim , bıraktığım şehirlere geri dönmemek için birçok sebep yaratıp kaçtım , daha büyük bir bataklıkta boy verecektim. Birkaç arkadaşım vardı burada , milyon tane “ Oo geldiğinde görüşelim , bir şeye ihtiyacın olursa ıvır zıvır.” Atıp tutanlar dışında. Bir tanesi de Mert. İstiklal’de küçük bir çay ocağında karşılaştık. Telefon vs. kullanmıyordu bildim bileli. Telefonunu isteyenlere de , gazetelerdeki eş arıyorum ilanlarından seçip veriyordu numaraları , bazen de uyduruyordu. Beni gördüğüne hiç şaşırmadı , anlatmaya başladı. Evine birini almış , genç bir çocuk. Bir gece geldiğinde ev bomboş. Çocuk eşyaları eskiciye satıp eroin almış. Sonra sabaha karşı tekrar bunun yanına gelmiş. Betonun üstüne kıvrılmış. Mert de ne yapsın , örtmüş çocuğun üstüne ceketini balkon demirlerine hamak kurup yatmış. Sabah çocuk bunun ceketini de hacılayıp kaybolmuş ortalıktan. Ağır ama telaşlı konuşuyor sonra soluklanıyor , “Haydi eyvallah.” Deyip kalkıyor yanımdan , sonra dönüp “bu avallıkla tarlabaşı’na inme osurturlar” diyerek yoluna bakıyor. Giderken de mırıldanıyor , “ hızlıdır bu şehir hızlııı , tarlabaşı hızlııı.” Nereden çıktı , nereye gitti şimdi bu adam. Asıl adı Mümtaz ,neden Mert dediğimizi anlatacağım şimdi.
Fatihle içmeye parka indik bir gün. Dergi dağıtımından sonra , birkaç bira içelim takılalım diye. Birkaç birayla kalmadı tabii. Bütün parayı gömmüşüz içkiye, sigaraya. Ben intiharı düşünmeye başlamışım ama bundan bahsetmiyorum, Fatih’in yarın buluşacağı kadının verme ihtimalini masaya yatırdık, onu konuşuyoruz. Temkinli davranıyorum, çünkü böyle şeyler pek konuşmayız. Bizimki aşık olmuş herhalde yine , korktuğu için belden aşağı vuruyor. “kalk biraz dolaşalım.” Dedim Fatih’e , birkaç yudum bira ya kaldı ya kalmadı. Parktaki büyük havuzun yanına çöktük. Ben zorluyorum Fatih’i , “ Aşığım. “ dese her şey yerine oturacak, üstüne gittim yarım saat. Sonra gözleri doldu , biraz terledi , “ Seviyorum ulan seviyorum. Al. ” Diye bağırdı. Çok bağırdı. Neyse… Parkta kimseler yok zaten. Birkaç kişi camdan baktı , bizi göremeyip geri gittiler. Sustuk biz de. Hala içmedik o son birkaç yudumu , son sigaraları içip kalkalım bari düşüncesi var. Sigaraları ne zaman yaksak bilemiyoruz. Tam o sessizlikte, saat gecenin dördü “ sen seviyorsan ben tapıyorum amına koyayım , o ne biçim sevmekmiş ” Diye bir karşılık geldi , sarhoş sayıklaması şeklinde havuzun karşı tarafından. Tokuşturduk , biraları kaldırdık sesin geldiği yöne doğru yollandık. Yamuk yumuk taşların arasında bir insan nasıl bu kadar rahat yatabilir. Adam yatıyordu.
“ İyi akşamlar dayı , müsaade var mı ?”
Doğruldu , bir Fatih’e bir bana kısa aralıklarla bakıp durdu. Sonra önüne döndü ,
“ Ne dayısı ulan , 23 yaşındayım ben. Geçin oturun. ”
Oturduk. Adam son enerjisini bağırmak için harcamış gibi , konuşmuyor. Yalnızca hırıltılarla sallanıyordu. Son demlerini yaşayan bir vibratör gibi. Biz gidince sarhoş muhabbeti yapacağız kafayı dağıtacağız falan sanıyoruz. Adam bizden beter. Kurbağalar sessizliği ara ara bozuyordu. Nabız düştükçe düşüyordu , bu arada adam yattığı yerden kalkmış , eliyle belindeki emaneti üç dört defa yoklamıştı. Açık kahverengi , uzun sayılabilecek , dalgalı saçları vardı. Kemikli bir yüz , özensizce kısaltılmış sakallar , kirli bir gömlek ve haki yeşili ince bir pantolon. Ayıp olmasın diye birkaç kelam edip kalkalım diye birbirimize bakıyoruz , biri koyverse şakır şakır anlatılacak her şey. Adam yorgun , biz korkağız. Kafamız açılıyor , para yok , sigara yok alkol yok , ruhta bunalım , beden çürüyor. Uyumak iyi gelir bu düşünceler bastırmadan derken , bana dönüyor.
“ Adın ne senin ? ”
“ Onur.”
“ Mert olsaydı ağzına sıçmıştım anladın mı !? Her neyse, Onur , sen kendine nasıl sesleniyorsun ? ”
Bir devenin karşılaştığı ilk hendekte yaşadığı afallamayı yaşadım.
“ Yine Onur… Seninki ne? ” Fatih hırkasını yastık yapıp uzanmıştı , uyumak üzereydi.
“ Mümtaz. Yine Mümtaz. Ama Mert olsun isterdim.”
“ Neden ?”
“ Tanıdığım bütün Mertler gevşekti. Kadınlar da öylesini seviyor. Şebnem de öylesini seviyor .”
“ Orada dur bakalım, benim bir arkadaşım vardı Mert. Çok delikanlı, çok da iyi niyetli biridir.”
“ Ee nerede şimdi? ”
“ Öldü.”
“ Bak gördün mü? Öylesine takarlar bıçağı, öbür dünyayı boylar işte o da ayrı bir mevzu.”
“ Yok kanserden.”
“ Zaten dünyada iki tür iyi insan vardır diyorlar, ölmüşlerle doğmamışlar.”
Ben de diyorum ne zaman başlayacak aforizmalar sıçmaya… Berduş tonuna bağlayıp şiir okumaya başlamadan konuyu değiştireyim diyorum.
“ Ee Şebnem’e ne oldu ?” Sakallarını sıvazlayıp , hesap yapar gibi gözlerini kıstı ve konuşmaya başladı
“ Dün 4-5 saat sikiştiler, akşama kadar evdelerdi, çıkacak gibi de durmuyorlar .”
“ Sen nereden biliyorsun bunu, o mu anlatıyor ?” Çünkü vardır böyle kadınlar…
“ Üst katta yaşıyor. Dün eve gittim tavana dayandım, sesini duymak için, yatak gıcırtısı ve inlemeden başka bir şey duyamadım. Hiç konuşmuyorlar, ben olsam bir sürü şey anlatırdım ona, güldürürdüm, gülünce çok güzel olur… Sen bilmezsin, o da bilmiyor, Mert. ”
“ Bak sana bir şey diyeyim. Sen Mert olmak istiyorsun, önce burada ol ama iyice ol. Sonra geç karşısına konuş mertçe.” Böyle sağa sola reçete yazan dallamaları da hiç sevmem aslında. Neyse.
“ Aferin lan züppe gibi duruyon buradan ama.O bana şans verene kadar Mert’im. Sonra zaten tanısa sever Mümtaz’ı. O zaman da Mümtaz olurum.”
“Sen bunu iyice bir düşün , telefonun var mı ? “ “ Var , var “ dedi , sapığın tekinin numarasını verdi…
Aradım bir gün , adam açar açmaz “ Götün dar mı ? “ dedi. Neyse Fatih’i uyandırdım , eve gittik. Mümtazla tanışmamız böyle oldu. Sonra ara ara denk geldik parkta. Sevdiği kadınları bir hayvana benzetiyordu , Yağmur balıktı mesela. O makarna süzgeciyle , balık diye havuzdan bir sürü yavru toplamıştı. Kurbağa yavrusu olduğunu bilmiyordu tabii onların. Öpersen belki bir şeye dönüşür ne bileyim prensese falan diye takılmıştım bir gün. Sinirlenmişti. Sonra bir ara kayboldu , takip edelim evini öğrenelim falan dedik. Evine hep farklı yollardan gidiyordu. Hızlı yürüyordu namussuz bir de. İyi dileklerde bulunup , daha az hatırlamaya başladık Mümtaz’ı. Sonra tekrar göründü. O gece konuşulan mevzular özenle açılmadı. Konular değiştirildi.
Yaşayacaklarına razı olmuş bir hali vardı Mümtaz’ın. Devrilecek gibi yürürdü, her an elinden düşecek gibi dururdu sigara. Onu en son gördüğümde Denizli’de büyükçe bir parkta kelebek yakalamaya çalışıyordu , elindeki makarna süzgeciyle. Bunu sadece ben ve Fatih biliyorduk. Soranlara “ Beni belediye tuttu , sinekleri avlamam için.İlaç alacak parası kalmamış gariplerin , hepsini yemişler karılarla hahaha.” Gibi cevaplar verip insanları ürkütüyor ve takıldığı havuz başında egemenliğini sürdürüyordu.
Bütün bu olanların ardından, Taksim’de onu gördüğümde hali beni iyice endişeledirmişti. Bir yaptığı bir yaptığını tutmuyordu falan ama, bu sefer başka bir şey vardı. Mümtaz’ı daha çok görmeyi ve daha az hatırlamayı kendi adıma dileyip metroya bindim. Mecidiyeköy’de indim, benim evin oralarda pek fazla tekel yok. Bir kasa bira aldım. Kahvede oturan gençlerden birini çevirdim. “Benimle Edirnekapı’ya gel , şu kasayı taşıyalım.On lira veririm.” Kabul etti çocuk, bindik metrobüse. Durakla evin arasında biraz mesafe var. Her yerimizden ter akıyor. Sağıma soluma bakmadan yürüyorum. Çocukta da pişmanlık sezmeye başladım ufaktan. Karşıdan karşıya geçerken adam gibi bakmıyoruz bile yola. Kafamda eve gidip, iki soğuk bira çakıp uzanmak var. Derken yoldan kaldırıma adımımızı attık. Arkadan bir fren sesi! İnsana çarpan kaporta sesi. Havada süzülen ve kafa üstü çakılan insan sesi. Bıraktım kasanın bir ucunu, biralar devrildi. Bir de onun gümbürtüsü, sonra yolda takla ata ata giden plastik makarna süzgeci sesi… Mümtaz. Yerde yatıyor. Yığıldım üstüne.
“Ambulans çağırın !”
“ DOKTOR YOK MU LAN!”
“ Yok mu ilk yardım bilen ! “
“Siz nasıl ehliyet aldınız amına koduklarım.Gelsenize lan.”
Yanına gider gitmez anlamıştım zaten anında öldüğünü.
Ceplerini karıştırdım bir buçuk lira var bir de istanbulkart , belinden bıçağını aldım. Bir kağıt parçası çıktı. Sadece Şebnem’in numarası ve benim numaram var. Onun karşısına ‘kelebek’ yazmış, benimkine ‘yine onur’. Endişelenmiş takip etmiş herhalde. Bakmış olacak gibi değil, tesadüfmüş gibi yanıma gelip yardım edecekmiş. Uyduruyorum.
Denizli’deki motora alıcı vardı. Yüz elli lira aşağıya çekmemi istiyordu fiyatı. Aradım , vekalet verip sattım. Gömdük.
Üç gün sonra Şebnem’i aradım. Telefonu halası açtı, sonra Şebnem’in kuzenine verdi. Kendimi tanıttım olayı anlattım.
Kadın ağlamaya başladı, Mert kıskançlık krizi geçirip çıkarmış silahı dört tane sıkmış karnına Şebnem’in. Sonra ağzına dayamış silahı, intihar edecekmiş götü yememiş ama kulağına doğru sallamış yine bir tane. Şebnem komada , Mert’e ailesi bir doktor tutmuş , polisten saklıyorlarmış. Geri zekalılar…
Sonra Ceren’i arayasım geldi. Yeni ayrılmıştık. Bir sevgilisi var. Belki onun için o daha uygundur dedim.
Gece üstüme üstüme geliyordu. Sigara yok, alkol yok, para yok, ruh perişan, beden çürüyor.
En iyisi ölmeden yazmak…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.