- 880 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'sisifos yitimi'
Evde ekmek olmayınca mutsuz olmak doğal bir şey midir bilmiyorum ama evde ekmek olmadığında genel de ben kendimi mutsuz hissediyorum. Bu mutsuzluğumu evde ekmeğin olup olmamasına da bağlamak saçma geliyor, farkındayım, mutsuzluğun yaygın olduğunu da biliyorum. Evde ekmek olduğu zaman, o ekmek sepetinde birkaç gün kalmış dahi olsa, bu sefer ‘ben zaten bayat ekmek severim’ diye kendimi avutuyorum. Yağmur yağıyor. Güzel olan bulutun içindeki gazların ani faz değişimleri sonucu yeryüzüne su akıtması mı, sesi mi, verdiği serinlik hissi mi; yoksa başka bir şey mi? Her ne olursa olsun içi dolu su olan bulutların yeryüzünü ıslatması hoş.
Edilgen bir yapının tercihen hüküm veremediği, rüzgârla atıştığı bir zaman sonrası ıpıslak kaldığım akşamdan sonraydı hepsi. Bahçe kapısını kapadıktan biraz sonraydı. Yukarıya doğru merdivenleri tırmanıyordum. Tırmanmadan önceydi. Bahçe kapısının önünde beklediğim zamanın açıklanabilir bir nedeni olmalıydı. Üzgündüm. Bisiklet sağ vites kolunun göstergesi kaybolmuştu. Hızlı giderken yere düşürmüş olmalıydım. Aslında aylardır bir gün düşecek diye bekliyordum. Tek yapmam gereken tornavidayla gevşek vidasını sıkmaktı. Bahanem hazırdı. Sıkılan her şey bir gün gevşer. Daha güzel özgün yorumları can sıkıntısı için yapanları da duymuştum: ‘Can sıkıntısı iyidir, iyi. Sıkı can iyidir. Canın sıkıla sıkıla bir gün gelir sıkılmaz canın.’ Sıkılan her şey bir gün gelir gevşer derken de ben de bundan bahsetmiyor muydum zaten? Bahçe kapısını kapatmış, dış kapıyla aramda bir buçuk metre vardı. Aslına bakılırsa daha az mesafe olmalıydı. Bir adım yaklaşık atmış santim iken, ben o mesafeyi iki adım da alabilirdim. Sayısal herhangi bir öneme sahip olmayan bu mesafeden daha önemlisi, bahçe kapısını açıp, dışarı çıkmadan önceki zamandı. Evde ekmek yoktu. Dışarı çıkıp ekmek alabilirdim ama bunun için çok önemli sebeplerim olmalıydı. Örneğin pakette tek dal sigara kalmamış, canım sıkılmış, su bardağın sahip olduğu hacmin yüzde bir cam haliyle şarapnel parçası gibi ayağıma saplanmış olması gibi. Bunların hiçbiri olmamışken, evde un, süt ve su varken yapabileceğim bir şeyler olmalıydı. Bir türlü sevemesem de krep yapmaya karar vermiştim. Odaların hiçbirinde müzik sesi yoktu. Zaten müzik dinlemeyi de her zaman sevmem. İnsan kafayı dinlemeli. Kafayı dinlemenin de pek çok yolu var elbette. Bunlardan en güzelleriyse masadayken dirsekten güç alarak başı ya da yüzü avuçlamak, ayaktayken sırtını duvara yaslamak, bilgisayarın monitörüne kafayı yaslamak (tabi tüplü bilgisayar monitörlerinden olacak), yastığa burnunu sokmak (bir delik olmadığını bile bile), halıya sırt üstü uzanmak. Kafa dinlemekten bahsediyordum değil mi, evet, ondan bahsediyormuşum ama benim asıl anlatmak istediğim kafamı dinlemenin başka bir yolu olan, balkonda sandalyede otururken ayaklarımı boşluğa doğru uzattığım zaman yaşamış olduğum bir telefon muhabbeti. Telefon da muhabbet olur mu, deniyorum olması için ve genellikle hiçbir muhabbet edemeden telefonları kapatmak durumunda kalıyorum. Telefonda insan muhabbet etmez. Yalnızca önceden aklına bir şeyler gelir. Genellikle istekleridir bunlar ve bunu karşı tarafta kendisiyle konuşan insana söylemek için telefon açar. Böyle olmasını istememe rağmen bu sıkıntılı hal devam ediyorsa yine de sürdürme hali seçeneğiyle zamanın yitimini seyretmeyi yeğlerim. Telefonla konuşup, karşı tarafın isteklerini duyduğum zaman, yeryüzü toprak kokmuyor, damlaların üzerine düştüğü şeylerden ötürü çıkardığı ses çıkmıyor, balkondaki sandalye kuru, elbiseler daha kısa ve ayaklarım çıplaktı.
İnsanlar uzun zamandır yapmak istedikleri bir şeyi başarmaya yakın büyük bir boşluğa düşerler. O da bu durumdaydı. İlk kitabını çıkarmak için hızlı ve gereğinden abartılı bir dönemdeydi. Etrafında ona ‘seni çok seviyorum’ diyen insanlar olsa da, o yapayalnızdı. Bazen kendini herhangi bir model araba altında sabah olmasını bekleyen kedi gibi hissediyordu. Keskin kokulu parfümü imitasyon derisiyle üzerinde havalı bir etki bırakan ceketi üzerinde hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan insanların arzuları gibi dik, hırçın ve gereksizdi. Onu severdim, seviyordum da ve sanırsam seveceğim de ama sevmenin dahi yardım edemeyeceği bir şeylere sahip olduğumu hissediyordum. Mavi gökyüzü önce terlemiş, yüzündeki fondötenin geçici gösterimini kaybedip, teni kızıl bir renge bürünmüş kadını andırıp, sonra siyah mantosunu giyinmişti. Telefonda yapacaklarını anlatıyordu. Dinliyordum. Bazen onay veriyordum kendisine, bazen de onay versem dahi onay verdiğimi belirtemediğim sessizliklerim oluyordu. İki boyutlu bir düzlem aslında üçüncü ve hatta dördüncü boyuta geçiyordu. Çünkü onaylıyor gibi gözüktüğüm bazı anlarda onu onaylamıyor, onaylamadığım zamanlarda ise onaylıyordum. Genel de onaylamadığım zamanlar sessiz kaldığım zamanlarda olur ama konuşarak onay verdiğim zamanlarda da onaylamadığım anlar oluyordu. Onu anlıyordum. Maddi bir yardım beklemiyordu, beklediği yalnızca manevi bir yardımdı. Onu hislerimle duyumsayacak, kendisine ilerlediği yolda tatmin olmasını gerektiren sözler söyleyecektim. Aslında o böyle bir insan değildi. Tatmin olmaktan ziyade benim onun yanında olmam onu daha huzurlu kılacaktı. Ne de olsa ilk kitabını çıkaracaktı ve her şeyin ilki güzeldir!
O gün evde ekmek vardı. Basit bir yemek ayini hazırlamıştım. Tereyağını eritip üzerine dört yumurta kırmıştım. Yumurtalar azıcık pişince de üzerine yumuşak peynir ilavesi yapmıştım. Sanırım isot ve pul biber de eklemiştim. Karbon dengesi bozulmuş tavanın yanındaysa, içinde kabuğu soyulmuş domates ve salatalık parçacıkları üzerine konserve mısır vardı. Onların da üzerinde fesleğen parçacıkları, nar ekşisi, tuz ve zeytinyağı dökmüştüm. Ayin bittikten sonra, kahveme eşlik eden sigara ağzımdayken onunla telefonlaşmıştım. Telefon görüşmemiz bittikten sonra kısa bir süre düşünmüş, ancak bu düşünme işini de bir başka zaman hallederim diyerek yatağın soğuk ama yumuşak yüzeyinde uykunun anlamsız ölü taklidi yapıldığı, bir başka âleme geçmiştim. Uzun bir benden yardım beklediği tek şey vardı: ‘Bana önsöz yazar mısın?’ Kitabında yer alacak metinleri beraber seçtiğimizi hatırlıyorum. Yemeği sonra yiyelim dediğimiz bir zamandı. Büyük bir alışveriş merkezinin içindeydik. Pantolonumun dizi yırtıktı. Üzerimde gömlek, sırtımda çantam vardı. Onun da çantası vardı. İkimizin de güzel çantaları vardı ama benim çantam onun çantasından daha eskiydi ve onun çantası omuzdan takılınca estetik duruyordu. Aslına bakılırsa uzun süre oturmaya alışmış bir hali vardı onun çantasının. Benim çantam ise uyumaya alışmış, sünepe bir varlık gibi eski ama temiz külot, atlet, pantolon taşıyordu. Şu an büyük bir hata işlediğimin farkındayım. Yağmurun durmasına sebep benim onun çantasının rengini unutmam ama o bunların hiçbirine önem vermez. Onun bana verdiği önemi biliyorum ama her bilgi kullanıldığı zaman faydalı ya da zararsız olabilir. Halı burnumu taciz ediyor. Sakalında sert kılları olan bir erkeği anımsatan yapısıyla halıya burnumu dokundurduğum için pişmanım. Bir kadının genital bölge kıllarının çıktığı ilk zamanları da anımsatıyor. Tercihen ikincisi daha masum ama Tanrı’nın azabından çekiniyorum. Sahi, o kılları almak için epilasyon mu, ağda mı yoksa tıraş bıçağı mı daha etkili oluyor? Üçü de etki manasında etkili ama tercih olarak bakıldığı zaman keyif neyi gerektiriyorsa o uygulanıyor. Biraz köpükle beraber, kılların çıktığı yönün tersi olmaması kaydıyla tıraş bıçağı daha basit bir yöntem elbette ama beceriksiz bir kadın kılların köklerine zarar verip, kan akmasına sebep olabileceği gibi hassas organının dudaklarına da kendisine unutamayacağı acı verebilecek hasarlar da bırakabilir. Aynı hatalar bir erkek tarafından farklı organ ismi ve hatlarıyla beraber için de geçerlidir. Hatamı kabul ediyorum. Ona hiç yardımcı olmadım. Yardım etmediğim gibi, yanında olduğumu hissettirmedim. Fakat işin ilginç tarafı onun bana kızmasıyla değil, kendime acı çektirmeyi başarmakla üzgün oluşum. Halı, bir halı gibi kokuyor. Dilimde ve burnumda pudra kokusu var.
Ekmek olmadığı için krep yaptım. İlk yaptığım krep çok yumuşak oldu. En güzeli ikinciydi. Üçüncü de fena değildi. Dördüncü ekmek gibi kalındı. Beşinci paramparça oldu. Altıncı da kalındı ve üzerine peynir suyu döktüğüm için yer yer delinmişti. Yedinci ve sonuncuysa abarttığımın kanıtıydı. İlk krep ve o paramparça olan krep haricinde hepsini mideye indirdim. Kalan iki krep kedilerin midelerine inecekti. Yıllardır kedi sevmeme rağmen kedilerin yumurta sevdiklerini bilmiyordum. Bu da bir hata elbette çünkü bir zamanlar yumurtanın çok ucuz olduğu günler vardı, daha birçok şeyin ucuz olduğu gibi. Yumurta alıp, pişirip, kedilere yedirmeliydim. Pişmanım. Önsöz konusunda hiç uğraşmadım. Oysa o alışveriş merkezinde yemek önce yazdıklarına tek tek bakmıştım. Ne yazdığını, nasıl yazdığını, tekniğini, konu bütünlüğünü, birinci tekil mi yoksa tanrısal bir anlatış şekliyle mi metinlerinde cümleler sıraladığını, acılarını, kederlerini, sevinçlerini benden iyi bilen bir başkası daha yoktu! Ona iddia etmesem de, dile getirmesem de biliyordum ki o güzel yüzüne Tanrı biraz daha uzun boy ekleseydi dünyanın en güzel kadınlarından biri sayılabilirdi. Buna ihtiyacı yoktu. Örneğin ben de şişman, kimi zaman bir aklının dahi olduğunun farkına varmayan bir insanım. Zaaflarım var. Burnumu sürttüğüm bir halıdan daha büyük ve daha tehlikeli zaaflar bunlar. Üç türlü yöntemle dahi kılını aldıramamış zaaflar ve ben bu zaaflarımın hayatımdaki güzel önsöze ihanet olduğunun da farkındayım. Hangi biyolojik ve ruhsal sebep olursa olsun, kendime yaptığım ihanetten dolayı vücudumun katı taneciklerinin gaz partiküllerine dönüşümünü heyecan içerisinde bekliyorum.
Hiçbir kedi patilerini açıp, sımsıkı sarılmadı bana. Bir zamanlar moda, trend kelimelerini dahi bilmediğim yaşlarda anne olduğu için daha farklı önem verdiğim kediye minnoş adını vermiştim ve onunla dahi yalnızca tokalaşıyorduk. (patileşmek de denebilir) oysa ben sımsıkı hissetmek istiyorum, bir kedinin tırnaklarının sırtıma saplanıp kaldığı o acı dolu ama damarlarımdaki kanı beynime mutluluk kodlarıyla ulaştıracağı anı. Önsözü kime yazdırdığını sormadım. Her kime yazdırmış olursa olsun, o da bilecek ki eğer ben yazmış olsaydım kitabının önsüzünü, bu bizim arkadaşlığımız, dostluğumuz adına da yazılı bir vesika olacaktı. Onun acılarını tanıyordum. Topuklu ayakkabıyla atabileceği adımın kaç santimetre olduğunu, gözlerindeki sürmenin kaç milimetre hatayla göz kapaklarına kaçtığını, sürdüğü rujları yaladığı dilinin içinde bulunduğu ağzındaki dişlerin dolgu ve takma diş sayılarını biliyordum. Onları çağırırken klasik yöntemi deniyordum. Bunu sahilde bir ayağı olmayan kediye yemek veren yaşlı kadından öğrenmiştim. ‘Pişi pişt’ diyordu. Bazen bu ‘pişi pişi’, bazen de ‘pişt pişt’ oluyordu. Birkaç saniye çekmeden bebekliğinden beri tanıdığım biri geliyordu. Çitlerin üst kısımlarına doğru tırmanmak istiyordu. Dur diyordum. Bana bakıyordu. Onun koştuğunu duyan ya da gören diğerleri de peşinden geliyordu. Bir ara daha çok yemek getirebildiğim zamanlar da on, on beş tanesinin küçük bir alanda ufak et parçacıkları ve yoğurtla karışık pirinç tanelerini zevkle yediklerine şahit olmak, bana farklı bir mutluluk veriyordu. Bu bir çeşit orgazmdı ama ruhsal olarak tabi ki. Çıkaracağı ilk kitabıyla beraber o da bu orgazmı tadacaktı. ‘Hayatımız ne boş şeyler üzerine kurulu ve biz hiçbir zaman mutlu olamayacağımız işler de sürünüp duruyoruz. Bazen ne düşünüyorum biliyor musun? Bir alet olsun, o aletle hayatımızda istemediğimiz, yaşanmış zamanları silelim. Daha da güzeli o aletle zamanı kontrol edebilelim. Haftaya Çarşamba gününe mi ya da Pazar gününe mi gitmek istiyorum? Ayarlayayım o aleti ve o gün bir anda gelsin ve o günden itibaren yaşamaya başlayayım.’ Kaderden bahsettiğini, kaderi değiştirmenin zevkli olacağından bahsediyordu. Ben ona katılmıyordum. O da kendisine katılmıyordu. Hiç kimse bu fikre katılmak istemiyordu. Bu, ona yazamadığım önsöz için ‘lütfen, şimdi yazabilirim, evet şimdi, bana az izin ver, yazıp göndereceğim sana’ dememe benziyordu.
Hayatta keşke külot üzerine giyilmiş iki alt giysi gibi olsa! Ortada kalan giysi tam yukarı çıkmayıp, kalçalara oturmadığı zaman rahatsızlık verdiğinde, en üstteki giysiyi dizlere kadar indirip ortada olanı nasıl rahatça üzerine oturtabiliyorsa, hayatımızı da düzeltebilsek, yanlışlarımızı sıralayıp, tek tek çözebilsek ne güzel olurdu! O zaman da gelmekte olanı kaçıracağımızdan şüpheleniyorum. Gelmek üzere olan hayatın da eskide kalanlar gibi olmamasını diliyorsak, eskiyi düzeltmek her zaman ilkel ama etkili ve iyi bir yoldur. Örneğin sevmek; iyisi veya kötüsü olmaz. Doğrudur yahut da yanlıştır. Yanlış sevmeleri düzeltebilsek, kırdığımız insanları mesela, terk ettiğimiz mekânların damar çeperlerindeki yağları eritip, yarınlar için daha kaliteli hayatlar sunabilsek! Bisikleti sağ elimle dengede tutarken, sol elimle anahtarları almak için pantolonumun fermuarlı alt cebine uzanıyordum. Apartman ışığı yanmıştı. Dudakları arasında sola kıvrılmış sigarasıyla güzel Rus hızla dış kapıya yaklaşıyordu. Kapıyı açtıktan sonra dudağında sola doğra kıvrılmış sigarasına paralel bakıyor, gözlerini benden kaçırıyordu. Kapıyı tutuyordu içeri girmem için. O duymasa da beni, ikimizi de yaratan duyuyordu:
‘Sen’ dedim, ‘sen, step gülü, yeşile hasret nehirlerin bağrında bir vazoda yetişmiş gül! Hangi sebep seni fahişe yaptı bilmiyorum ve bu hırçın yürüyüşün, asla düzelmeyecek kırık Türkçen, ellerin, ah o ellerin, nasıl anlatayım seni! Hangi Fransız filminde ünlü olmuştun? Ellerinle kaç erkeğin vücuduna dokundun? Kaç erkek o güzel ellerine boşaldı? Sen, arkana dahi dönüp bakmadan gidiyorsun ve ben de arkamdaki sana dönüp bakamıyorum.’
Yağmur yağmadan önceydi bunların hepsi. Balkonda oturuyor, ahşap çerçeveli camla kaplı, üç pencereli balkonda çamaşırları toplayan kadına bakıyordum. Siyah, slip külotuyla umursamazca Batı’ya doğru domalıyor, mandalları küçük sepete, çamaşırlarıysa daha büyük sepete koyuyordu. Gözlerim önümde, dizlerim üzerinde duran kitabın sayfalarına getiren şey, kadının parmaklarının ucuyla dokunduğu lamba anahtarıydı. Kediler acıkmıştı. Önsözü kimin yazdığını bilmiyordum. Ona ‘yakında yanında olacağım’ demiştim. İçimden ‘hangi yüzle’ diye soran ben olmuştum. O ‘tabi gel, görüşürüz’ demişti. ‘Dargın mısın?’ diye sorduğumda, ‘yok, değilim’ demişti. Ekmek sepetinde yarım ekmeğin olduğunu bildiğim için mi mutsuzluğumu şu an farklı sebeplere yoruyorum?
Mavi denizin beyaz saçları sonbahara yakışıyor. Odalar da kaygan bir sıvıyı anımsatan müzik dolaşıyor. Parmaklarım Sisifos’un parmakları kadar yorgun. Her gün bir şeyleri önemserken, uyuduğum zaman artık hiçbirinin önemi kalmıyor. Kentin antik taşlarını çevreleyen sitenin müteahhidine küfreden dilimde kakao tozu, güzel şeyler düşünelim diyorum. Birdenbire bir esinti çıkıyor. Ben yakamı kaldırıyorum. Kıvrılmış paçamda toz toprak, alçak çitlerden usulca havaya uçarcasına atlayan köpeklerin serseri yürüyüşleri ardınca bıraktıkları aylak açlıklarının içimde açtığı yaralar var. Arabam geldiğinde geceleri sizinle beraber dolaşacağım dedim. Saçma olduğunu biliyordum, köpeklerin hiçbiri aldırış etmedi. Yatarken üzerimde pudralı ellerim vardı. Bu kez başka bir bulunamayıştan çıkıyordu ellerim. Üzerimde benekli kireç tozları dünden kalma bir emanet gibiydi. Ağırlığını taşıyamamaktan korkuyordum bazı şeylerin. Şeytan ‘ben de ateş ve gazım’ diyordu. O bile sonunu biliyordu ve bana bir daha yapmayacağı bir uyarı da bulunuyordu:
‘Seni her ne zaman kandırmak istersem, bunu başarabileceğimi bilmenin sevinciyle seni uyarıyorum ki, Tanrı’nın gazabından kork ve zevklerin uğruna artık günah işleme!’
Rüyada diyordu. Rüyada otobüsün camına başımı yaslamıştım. Bu da kafayı dinlemenin güzel seçeneklerinden biriydi. Yan koltuk boştu. Sonra bir kadın geldi oturdu. Bir yandan kafamı dinlerken, diğer yandan gerilmiş, içimi korku salmıştı. Elim cebimde, kadının cüzdanımı çarpmasından korkuyordum. Rus güzel kapıyı sertçe kapatıp içeri girmişti. Alt katımda oturduğundan dolayı bu ses beni uyandırmıştı. Asıl rüya şimdi başlıyordu.
YORUMLAR
Defter'de öykülerin altına yazmamız için açılan başlığın adının neden "Eleştiri" olduğunu düşündüm. Zira başlığın altına eleştiriden çok karşılıklı bir kaç yüzeysel güzel söz yazılıyor.
BTH'nin "Gerçekten güçlü bir kalemle karşı karşıyayız.Neden hiç okuyucusu yok acaba? İlginç bir soru, değil mi?" sözü aklıma, BTH, bu yazarın okuyucusu olmadığını nereden anladı, sorusunu getirdi. Zira bu sonuca varması için elinde mesela bende olmayan hangi argüman vardı. Tık sayısı mı?Yoksa yazısının altındaki yorum sayısı mı? Eğer bu yazdıklarımı dönüp okursa, cevabını da yazsın isterim.
Bu sayfalarda yüzlerce öykü yazılıp paylaşılmakta. Yazılan her öykü yazarının, belli ölçüde yaşamını, hayal dünyasını, dile hakimiyetini, edebi bilgisini, entellektüel birikimini ve en önemlisi edebi yeteneğini yansıtır.
Bu bağlamda baktığımda, yukardaki öykünün yazarını hayli entellektüel, dile hakim ve yetenekli olarak görüyorum. Yazdığı öyküler kentli ve burjuva yaşamları anlatıyor. Seçtiği sözcükler ve kurduğu cümleler oldukça kaliteli ve anlam olarak hayli zenginleştirici analojiler, metaforlar içeriyor.
Her seviyeye hitap etmediğini düşünüyorum. Çünkü anlaması zor dolayısıyla okunması da öyle. Bir best seller olamaz.
Diğer yandan Best seller kalite anlamına gelmez. (NBC sinemasıyla Recep İvedik filmleri)
Hahhın Sesi'nin okunup okunmadığını bilmiyorum ama benim karşılaştığım ilk günden beri zevkle okuduğum biridir. (Aynı gün art arda yazmktan da vaz geçmişe benziyor :)) Yorum yazılmaması aşikar ve bence sebebi, yorum yazacak, eleştiri getirecek birikime sahip insanın az olmasıdır.
Bir tutam hayat
bir yanlış cümle kurmuşum gerçekten.
Sayın Nitem Tran'a çok teşekkür ediyorum uyardığı için.
''Neden okuyucusu yok? ''diye yazmamalı,
''Neden yorum getirilmiyor bu güzel yazılara?'' diye sormalıydım.
Güçlü bir kalem ile karşı karşıya olduğumuz kesin.
Ancak,
sayfadaki sessizlik,
akla iki şey getiriyor.
Birincisi;
yazarın yükseklerde uçmakta olduğu,
ikincisi ise,
Tran Bey'in söylediği gibi,
yazılarındaki kalite kendini göstermesine rağmen,
içerik ve uzunluk nedeni ile, bir de her seviyeye hitap etmediği için belki, insanların okumadan es geçmeleri.
Her iki neden de hoş değil.
Bu yazardan derleyeceğimiz çok şeyler var bizim aslında.
Bu yazarı ilk kez okuyorum.
Bir buçuk yıla yakındır bu sayfada gezinip durmaktayım serseri mayın misali.
Arada bir, bir kaç satır bir şeyler karalıyor,
ama çokça okuyorum gerçekten.
İçimden geldiğince de yorumlar düşüyorum yazı altlarına.
Öyle sadece hoş yorumlarla kalmıyor,
sınırları aşmadan eleştiriler de sıralıyorum.
Bazıları,
anında engelleme koyuyor,
yorum cümlelerimi kelepçeliyorlar.
Oysa,
bu tiplerin yazıları, genellikle özgürlük üzerine oluyor.
Bazıları,
kibarca küfrediyorlar.
Bir kısmı da, anlayışla karşılıyor,
eleştirinizi dikkate alacağım diye not bırakıyorlar.
Neyse...
Bu ön açıklamadan sonra, asıl konumuza dönelim biz.
Okuduklarım, sıradan cümleler değildi. Hoş bir roman tadı bıraktı son noktaya vardığımızda.
Çok ilginç ve güzel dans ettirilmiş cümlelere.
Daldan dala, bir ahenk içerisinde atlayıp durmasına hayran kaldım.
Bu satırların yazarını, uzun süredir tanıyorum.
Yazılarını okuyor muyum?
Pek değil.
Neden?
Bilmem...Bir kaç sebebi vardır herhalde.
Mesela,
yazılar çok uzun, paragraflar yorucu.
Tam bir roman havası var. Kitap tamam da, sanal alem, nedense kaldırmıyor bu tür ağır yazıları.
Avatar ile nicak, ya da mahlas arasında son derece büyük tezat var.
Hak'ın sesi nerde, Clint Eastwood nerede?(En çok sevdiğim sanatçılardan biridir kendisi. Tüm filmlerini seyrettim diyebilirim.)
Bu bölümün içeriğini çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim.
Yani,
belden aşağı kalan ne kadar bölge, organ, aksesuar var ise,
tas tamam kaleme alınmış yazıda.
Belki böyle daha çekici ve ilginç kılınıyordur yazı ama,
herkes için geçerli değil bu durum tabi ki.
Uzattık sözü.
Gerçekten güçlü bir kalemle karşı karşıyayız.
Neden hiç okuyucusu yok acaba?
İlginç bir soru, değil mi?