- 615 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tuhaf Bir Öykü
Şehrin ortasında büyük bir mezarlık var. Etrafı küçük atölyeler, dokuma tezgâhları, sanayi dükkânları ve metruk evlerle çevrili. Şehir adeta devasa bir ejderha gibi önüne ne geldiyse yutmuş mezarlık da bundan nasibini almıştı. Şimdi mezarlık bu ejderhanın midesinde mercimek kadar yer kaplamıyordu bile. Mezarlığın ortasından parka taşlarla döşeli bir yol geçiyor. Bu yol kestirme olduğundan işçiler, öğrenciler ve kadınlar hep bu yolu kullanıyorlar. Şehrin caddelerinde aceleci ve telaşlı olan insanlar buradan geçerlerken başları hafif öne eğik, edeb ve saygı içindeler.
Ne zaman canım sıkılsa, ruhum daralsa ya da bir arayış içine girsem bu mezarlığa gelirim. Uzun selvilerin koyu gölgesi altında oturur, düşünürüm. Aşağıda caddede akan insanları seyrederim. Buradan bakınca her şey boş ve geçici gelir gözüme. Sanki benim bu görüşümü tasdik edercesine mezarlıktaki tüm ölüler mezarlarından kalkıp yanıma oturmuşlar hep beraber caddelerdeki beyhude, boş koşuşturmaları seyrederiz.
İş yerinde müdürle tartışmıştık. El çantamı kaptığım gibi dışarıya atmıştım kendimi. Sinirli bir şekilde hızlı hızlı yürüdüm. Baktım adımlarım beni mezarlığa kadar getirmişti. Bahar geldiğinden mezarlığın içi yemyeşildi. Gerçi burası korunaklı bir vaha gibi tüm mevsim yeşilliğini korurdu. Her bir mezardan çiçekler fışkırıyordu. İçeriye girdim. Mezarlara basmamaya özen göstererek tepeye kadar çıktım. Yeni yapılmış bir mezar taşına sırtımı verip oturdum. Önüm, arkam, sağım, solum hep mezar. El çantamı hemen yanıma otlar üzerine bıraktım.
Burası apayrı bir dünya idi. Bir zamanlar konuşan, yiyen içen, seven sevilen insanlar şimdi toprağın altında. Çoğunun bedeni toprağa karışmıştı bile. Şu sırtımı verdiğim mezar sahibinin bir ay önce kim bilir ne planları ne hayalleri vardı, ama ölüm araya girdi ve bir bıçak gibi kesti attı her şeyi. Çocukları ona son görevlerini lâyıkiyle yerine getirmişler; mezar taşı beyaz Muğla mermerinden ışıl ışıl parlıyor, mezarın üzeri adeta bir çiçek bahçesi.
Şehrin bir arı kovanını anımsatan uğultusu, gürültüsü uzaklardan kulaklarıma kadar geliyordu. Gözlerimi kapadım. Hiç bir şey düşünmeden olanca sessizliğiyle huzur bulmaya çalıştım. Sinirlerim bir nebze yatışmıştı. Ayak sesleri duyunca irkilerek kendime geldim. İki adam bana selam verdiler. Selamlarına karşılık verdim. Yanımdan geçerlerken “bekçi misiniz?” diye sordum. Gülümseyip “yok” dediler “sizin gibi meraklı insanlarız. Kırık mezar taşlarına bakıp hüzünleniyoruz, taşlardaki arabî hatları inceliyoruz” deyip kayboldular. Biz bu konuşmayı yaparken minik, yavru bir yılanın otlar arasından süzülüp el çantamın içine akıverdiğini ne ben ne de onlar görmüştü. Küçük yılanın ipek gibi yumuşak derisi bozuk metal paralara ve anahtarın çentiklerine temas edince yanlış yerde olduğunu anlamış, buradan çıkmayı denemişti fakat kuyruğu anahtar halkası ile tükenmez kalem arasında sıkışıp kalmıştı. Yılan çaresiz bir şekilde beklemeye başladı. Gözlerimi tekrar kapamıştım ki; müezzinin yanık sesiyle kendime geldim bu sefer. Mikrofondan çıkan ezan sesleri dalga dalga tüm şehre yayılıyor, sesler mermer taşlarda yankılanıyordu. Burada ezan dinlemenin ayrı bir zevki vardı. Bir müddet daha orada kaldım. Güneş ışıkları solgunlaşıyor, gün akşama dönüyordu. Şimdi tekrar iş yerine gidip müdürle yüz göz olmaya gerek yoktu. Eve gitmeye karar verdim.
Dış kapının ziline bastım. Eşim dia fondan “kim o?” diye sordu. “Benim” dedim. Dia fondan küçük kızımın neşeli çığlıklarını duyabiliyordum. Kızım benim, adı Elif, henüz on beş aylık. Hayatımın ve evimin biricik neşe kaynağı… Merdivenleri ikişer üçer atlayarak yukarı çıktım. Kızım her zamanki gibi beni kapıda bekliyor, bir an önce kollarıma atılmak için heyecanlanıyordu. Onu kollarıma alıp karımın “dur düşüreceksin” demesini görmezden gelerek birkaç sefer havaya attım, pamuk yanaklarından öptüm. Kızım tüm bunlara gülerek karşılık verdi ama onun dikkati tamamen el çantam üzerinde idi, çünkü en büyük zevki benim eşyaları karıştırmaktı. El çantamın içi anahtarlar, bozuk paralar, kalemler, çakmak, flaş bellek ile dolu. Kızım her bir nesneyi ilgiyle eline alır, oynar. Bu da yetmiyormuş gibi ağzına götürür. Ayrıca evde eline ne geçerse; kaşık, çatal, kablo, kitap ağzına götürüyordu. Ne yaptıksak buna engel olamadık. Elinden oyuncakları, eşyaları alsak bu sefer on parmağının onunu da ağzına götürüyor, bal damlıyor gibi parmaklarını şapur şupur emiyordu. Aile hekimimiz çocuklardaki bu davranışın belli bir yaşa kadar normal olduğunu, çünkü cisimleri, nesneleri oral yolla tanıdıklarını ve zamanla bu alışkanlığı terk edeceklerini söylediğinde biraz rahatlamıştık belki ilk bebeğimiz olduğundan bebek yetiştirme konusunda acemi idik.
Kızım el çantama tekrar atıldı ama bu sefer çantamı ona vermeyip vestiyere astım.
“Erkencisin” dedi eşim.
“Öyle oldu biraz” dedim yanaklarından öperek.
Üzerimi değiştirdim, elimi yüzümü yıkayıp yemeğe geçtik. Eşim bebek koltuğundaki kızımıza mamasını yediriyor ben de düşünceli düşünceli çorbamdan içiyordum.
“hafta sonu annemlere gitmeyi planlamıştık” dedi eşim.
“tamam, planımızda bir değişiklik olmadı, annenlere gideceğiz” dedim.
Bana bir davetiye uzattı. Kaşığı çorba kâsesinin kenarına bırakıp gül motifleriyle bezeli zarfı açtım, uzak bir akrabanın düğün davetiyesi idi.
“Annemlere gidecek miyiz?” diye sordu eşim tekrar.
“ne demek gidecek miyiz?” dedim.
“hafta sonu için bir plan yapmıştık.” dedi
Ona düğün davetiyesini göstererek; “bu bir düğün davetiyesi, annenlere önümüzdeki hafta sonu gideriz.” dedim.
Eşimin suratı asıldı. Bebeğe yemeğini yedirmiş, ağzını ıslak mendille siliyordu;
”onun bir davetiye olduğunu bildiğim için soruyorum zaten” dedi.
“planımızda beklenmedik küçük bir değişiklik oldu hayatım” dedim.
Eşim gayet ciddi bir şekilde;
“onlar bizim düğüne geldiler mi?” diye sordu.
“Bilmem” dedim çorbadan içerek “ beş sene önceki düğünümüzdeki davetlileri tek tek hatırlayacak değilim şimdi. Niye sordun ki.”
“Gelmediler” dedi karım. “Ne düğünümüze ne de doğuma geldiler ben de onların düğünlerine gitmem.”
Sinirlenmiştim;
“hafızana hayranım, bravo valla” dedim. “birilerinin davetine ya da özel günlerine gitmen için illâ ki senin davetine gelmeleri mi gerekiyor?” diye sordum.
“evet” dedi, “bu işler böyle, sen gitmek istiyorsan git, ben gelmeyeceğim, kendimi enayi yerine koydurtmam.”
“ne alakası var şimdi, seni bir türlü anlayamıyorum.”
“çok alakası var, asıl ben seni anlayamıyorum.”
İş yerindeki tartışmalar yetmezmiş gibi bir de evdeki bu beklenmedik basit tartışma… İşte yine başım ağrımaya başlamıştı. Yemeği yarıda bırakıp hışımla yerimden kalkıp, kızımın arkamdan “ba ba ” demesini önemsemeden yatak odasına geçtim, yatağa uzandım. Yemeği eşim de yarıda bırakmış olacak ki şimdi oturma odasından televizyon seslerini duyabiliyordum. Akşam haberlerinde spiker işsiz kalan bir adamın kredi kartı borcunu ödeyemediği için bunalıma girdiğini ve intihar ettiğini anlatıyordu. Az sonra da uyumuştum. Gece bir ara uyandığımda eşimin yanımda uyuduğunu fark ettim. Kalkıp kızımı kontrol etmek geldi aklıma ama uyku bir kurşun gibi üzerime çökmüştü, tekrar derin bir uykunun ellerine bıraktım kendimi.
Gece olunca yavru yılan kuyruğunu anahtarın halkası arasından zoraki kurtardı. Metal paralar üzerinde doğrularak tükenmez kaleme doğru tırmandı. Nihayet başını çantadan dışarıya çıkarabildi. Az daha havasızlıktan ölecekti. Çakmaktaki gaz kokusu midesini bulandırmış neredeyse kusacaktı. Derin derin nefes aldı ama bu sefer de baş dönmesi başladı. Başı bir sarhoş gibi dönüyordu ve dengesini kaybederek boşluğa düştü. Önce vestiyere çarptı sonra halı üzerinde upuzun serildi kaldı. Ne kadar süre öyle kaldı hatırlayamadı. Kendine geldiğinde her tarafı ağrıyor, eklemleri sızlıyordu. Bereket kırığı, çıkığı yoktu. Belindeki ağrılar geçinceye kadar yerinden hiç kıpırdamadı. Zaten kuyruğunu kıpırdatmaya mecali yoktu. Odalardan derin horlama sesleri geliyordu ama o horlama seslerini değil burnuna gelen yemek kokularını takip ederek mutfağın yolunu buldu. Dolapların yanından geçerken mutfak halısının altında biriken ekmek kırıntılarını yedi. Biraz daha ilerleyince çamaşır makinesinin yanındaki boşluğu gördü. Boşluktan içeri girip, arkalara doğru aktı. Kulaklarına tıp tıp sesler geldi. Başını kaldırınca giderin altında olduğunu anladı. Bozuk musluktan lavaboya sular damlıyor, sular gider borusunun çatlaklarından zemine sızıyordu. Öyle ki zeminde bir miktar su bile birikmiş yılanın bedenini ıslatmıştı. Küçük yılan bedeninin ıslanmasına sevindi. Serinlemiş, rahatlamıştı biraz. Birikintiden doyasıya su içince bedenine kuvvet geldi. Makine ile duvar arasına kıvrıldı ve beklemeye başladı. Nerdeyim ben, başıma ne işler açtım diye düşündü. Daha bu sabah kardeşleriyle birlikte etrafa dağılmışlar, güneşin sıcaklığında gönüllerince dolaşıp, otlar arasında yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Sonra nasılsa kahverengi renkli kutu gibi bir cisim görmüştü. Bu bir el çantası idi. Çantanın fermuarları güneşte parlıyor ve gözlerini bu parlamadan alamıyordu. Bunu bir oyun olarak düşünmüştü. Hızla parlaklığa doğru ilerlemiş, fermuar aralığından içeriye akıvermişti.
Küçük yılan çamaşır makinesinin arkasında üç gece geçirdi. Çünkü sadece geceleri gürültüler sona erince dışarı çıkıyor, uyuşan eklemlerini açıyor ve tekrar gerisin geriye kaçıyordu, çünkü yakalanmaktan çok korkuyordu. Gündüzleri çamaşır makinesinin arkasında uyuklayarak geçiriyordu. İlk gece yine kırıntılarla beslendi. İkinci gece buzdolabının arkasında örümcek ağına düşmüş kara bir sineği mideye indirdi. Üçüncü gece ise örümcekle karşılaştı. Anlaşılan örümcek avını çalanı merak etmiş ve bütün gece rakibini beklemişti. Bu onun ilk savaşı olacak ve bu savaşı kısa sürede kazanacaktı. Üçüncü gecenin sabahı henüz uykuya dalmıştı ki şiddetli bir gürültüyle sarsılarak uyandı. Vücudunun her tarafı sıtmaya tutulmuş hasta gibi zangır zangır titriyordu. Yumurtadan ilk çıktığı günlerde şahit olduğu bir gürültüyü hatırladı. Sağanak öncesi gök gürültüleri kopmuş, uzaklarda şimşekler çakmış, gök çatırdamıştı sanki. Ona öyle geldi ki az sonra siyah bulutlarla kaplı gökyüzü üzerlerine devrilecekti. Akabinde yağmur bardaktan boşanırcasına yağmış, sular seller olup akmıştı. Kendini annesinin kollarına zor atmış, kardeşleriyle sarmaş dolaş olmuştu. Yalnız bu vın vın öten gürültü o kadar şiddetliydi ki kulaklarının zarı patlayacak sandı. Bu sefer yanında ne annesi ne de kardeşleri vardı. Yabancı bir evde tek başına idi. Dertop oldu, kulaklarını tüm bedeniyle örtüyor, küçüldükçe küçülüp adeta bir nokta haline geliyor ancak bedeninin zangır zangır titremesine ve dişlerinin birbirine çarpmasına engel olamıyordu. Sonradan bu gürültünün çamaşır makinesine ait olduğunu anladı. O gün günlerden pazardı ve evin hanımının çamaşır günüydü. Artık kararını vermişti. Kendine yeni yerler bulacaktı. Aradığı yeri iki gün sonra bulmuştu. Salonda uzun bir masanın bulunduğu köşenin altında küçük bir delik vardı. Oraya saklandı. Bu oda pek kullanılmadığından geceleri gönlünce geziyordu. Yalnız sabahları evin küçük kızı bu odaya oyunlar oynuyordu. Annesi iş yapacağı zaman büyük bir sepetteki oyuncakları halının üzerine döküyor küçük kız da oyuncaklar arasında oynuyordu.
Hafta sonu düğüne gitmedik. Annemlere gitmek de benim canım istemedi. Hafta boyunca eşimle evin içinde iki yabancı gibiydik. İşyerindeki sıkıntılar da giderek artıyor, müdürle atışmalarımız sürüyordu. Dayanamıyordum. Bir yandan işi bırakmak istiyordum diğer yandan kendimde işi bırakma cesareti göremiyordum. Hani insan yalnız tek başına olsa kimseye eyvallah demez, daraldığı, sıkıldığı an ceketini alır çeker gider ama bir ailenin mesuliyeti beni derin derin düşündürüyordu. İşten ayrılma fikrimi karımla paylaşmayı düşündüm belki bu sayede biraz konuşurduk.
“iş yerinde sıkıntılar yaşıyorum, galiba işi bırakacağım” dedim
”ya biz ne olacağız” dedi. “evin kirası, faturalar, çocuğun masrafları…”
“en kısa zamanda iş bulurum kendime.” dedim.
“bu kriz ortamında mı? bak Melahat’ın kocası aylardır iş arıyor, kadın üç çocukla ne yapacağım ben şimdi diye dert yandı” dedi.
“bırakacağım dediysem hemen yarın bırakmıyorum canım, önce kendime güzel bir iş bulacağım, işim hazır olunca da çıkış dilekçemi imzalayacağım” dedim.
“peki tazminat alabilecek misin?”
“vereceklerini sanmam, işi bırakırsan kanunen tazminattan feragat etmiş olursun” dedim.
“biraz daha dişini sıksan ne olur” dedi karım. “en azından şu kriz denen illet yakamızı bırakıncaya kadar.”
Düşüncemi karımla paylaştığıma pişman olmuştum. Aslında haksız sayılmazdı. Kriz bir ur gibi sarmıştı memleketi. İflas eden firmalar, alacak verecek davaları, karşılığı olmayan çekler, ödenmeyen kredi kartları borçları, tefecilerin eline düşen insanlar ve parçalanan aileler… Konuyu değiştirmek istedim;
“ne dersin hafta sonu annenlere gidelim mi?”
Hangi dağda kurt öldü der gibi baktı yüzüme, yumuşadı sonra;
“Elif, apartmanda sıkıldı yavrucak, annemlerin bahçesinde dolaşır biraz” dedi.
O anda kızımı düşündüm. Bu sene kış çok çetin geçtiğinden gün yüzü görememişti. Şu an yatağında mışıl mışıl uyuyordu;
“sadece Elif mi?” dedim “bizim de gezmeye dolaşmaya ihtiyacımız var hem hava değişimi bana da iyi gelecek” dedim.
Küçük yılan evde bir gariplik olduğunu anladı. Zira gündüzleri küçük kız halı üzerinde oynar, anne mutfakta müzik eşliğinde bulaşık yıkar, yemek yapardı. Şimdi ise onlardan ses seda yoktu. Evde derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Aynı zamanda bu sessizlik bir kapının açılması ya da bir zilin çalmasıyla bozuluverecek gibi geliyordu ona. Usulca saklandığı yerden başını çıkardı. Her şeye rağmen yine de tedbiri elden bırakmamalıyım diye düşündü. Kim bilir belki de birazdan birisi geliverirdi. Odanın içinde dolaştı. Kulaklarına su sesleri geldi yine. Başını kaldırdığında konsolun üzerindeki akvaryumu gördü. İçinde iki adet süs balığı vardı. Balıklar ağızlarını kocaman kocaman açıp suyun içinde yüzüp duruyorlardı. Acıktığını hissetti, ama konsola tırmanacak cesareti göremedi kendinde, hem tırmansa balıkları şu minik midesi hazmedemezdi. Şimdi o suyun içine girip serinlemek için neler vermezdi. Sıcaklık giderek artıyor, laminatın altında terden sırılsıklam oluyordu.
O gün odalardan odalara gölünce gezdi, dolaştı. Karnını yerde dolaşan karıncalarla, küçük kızın ağzından düşürdüğü meyveli kek parçalarıyla doyurdu. Akşam olunca yine köşedeki yerine saklandı. Sessizlik tüm gece sürdü. Ertesi gün de aynı sessizlik devam etti. Bu yılanın işine geldi. Odalarda, koridorda, mutfakta, banyoda dolaşmak cesaretini artırdı. Kendine yeni serin yerler buldu, gizli geçitler keşfetti. Hatta pencereye bile tırmandı. Perdelerin nakışlarına tutunarak pencereye tırmandığında gözlerine inanamadı, çünkü dışarıda yemyeşil bir bahçe vardı. Bahçenin bir bölümü sürülmüş buram buram toprak ve taze biçilmiş çimen kokuyordu. İnce, yumuşak bir esinti bu güzel kokuları etrafa yayıyordu. Yılan tüm bu kokuları, cam arkasından duyumsayabiliyordu. Ağaçlar çiçeklenmiş, üzerlerinde arılar uçuşuyor, kısa otlara tırmanan böcekleri buradan görebiliyordu. Dışarıya çıkmak için can attı, ama nasıl nasıl? Ah şu an balkon kapısı açık olsa da dışarıya akıverse, balkon demirlerinden tutunup aşağıya sarkıverse, ıslak otlar üzerinde sürünse, nemli toprağın içine bir giriverse belki annesini kardeşlerini bile bulabilirdi. Heyecanlandı, yüreği çarpmaya başladı, az kalsın yere düşecekti. Cama daha bir yapıştı. Bahçenin köşesinde oynayan yavru kedileri görünce hayallerinden bir an sıyrıldı. Kedilerin düşman olduğunu, kendine zarar verebileceklerini hissedebiliyordu. Ama bunlar yavru kedilerdi. Ne de güzel oynuyorlardı. Birbirlerinin sırtlarına tırmanıyorlar, pembe dilleriyle patilerini yalıyorlardı. Daha şurada on gün önce o da kardeşleriyle işte böyle sarmaş dolaş oynaşırdı. Peki ya anne kedi nerede idi? Onu aradı gözleri ama yavrular arasında göremedi. İri pençeli, azman dişli anne kediyi düşünmek bile korku saldı yüreğine. Karşı apartmanda ihtiyar bir kadın belirdi. Kadın açık pencere önünde dirseklerini pervazlara dayayıp dalgın dalgın etrafı seyretmeye başladı. Belki ihtiyar da içeride oturmaktan sıkılmıştı. Kim bilir ihtiyar kadın az sonra bahçeye inecek, kedilerin mamasını verecek ve yeşillikler arasında dolaşacaktı. Bir ara göz göze geldiler ya da ona öyle geldi. İhtiyar kadın gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Hemen perdelerin arkasına saklandı. Korkmaya başladı. Acaba ihtiyar onu görmüş müydü? Gider de ev sahiplerine evde bir yılan olduğunu söylerse hali nice olurdu. Yok canım daha neler, ihtiyar önünü görmekten aciz diye düşündü. Perdelerin arkasından başını tekrar uzatmıştı ki yüreği ağzına geldi ve pat diye yere düştü, çünkü anne kedi ağzını kocaman açmış, iri pençeleriyle camları tırmalıyordu. Pür telaş yerine kaçtı. Artık bir daha değil balkonlara çıkma hayalini kurmak pencere kenarlarına bile yaklaşmayacaktı. Bir süre daha bu evde kalıp büyümeliydi. Nasıl olsa bir yolunu bulup buradan çıkacaktı.
Gece yarısı kızımın canhıraş ağlamaları sesleriyle uyandım. Karım beni dürterek: “ne olur gezdir şunu yarım saattir kucağımda, uyumadı bir türlü” dedi. Bin bir güçlükle yataktan doğrulup annesinin göğsünde ağlayan kızıma baktım. Kopan gürültü dayanılacak gibi değildi. Böyle küçücük bir bedenden bu sesler nasıl çıkıyordu hayretler içindeydim. Çaresiz aldım kızımı kucağıma ve koridorda “e bebek e ” diyerek volta attık. Ağlaması sona erdi nihayet, şimdi de minik başını omzuma yaslamış derin derin iç çekiyor ama kömür karası gözlerinde uykudan eser görünmüyordu. Oyun oynamak istiyordu apaçık. Saatime baktım; iki idi. Elime birkaç oyuncak alıp oturma odasına geçtik. Onu halı üzerine bırakıp yanına uzandım. Bir müddet oynamasını seyrettim, ama uykusuzluk dayanılacak gibi değildi. Zaten şurada sabahın olmasına ne kaldı. Sabah erkenden kalkıp ihale için yollara düşecektim. Kışın olsa zor olurdu ama bahar gelmişti ve ben buram buram tabiat kokan bahar yolculuklarını seviyordum. Kızım elindeki oyuncakları kanepenin, koltuğun altına atıyor sonra gidip onları arayıp buluyor ve kendine göre eğleniyordu.
Gözlerim kapandı kapanacak. O sırada nereden geldiyse geçenlerde okuduğum bebek gelişimi ile ilgili kitap geldi aklıma. Kitaba göre; “gerçek mutluluk her bir çocuk davranışının gizem ve esrarında saklı imiş.” Şimdi halimi düşünüyorum da… müsaadenizle kitabın yazarına bir soralım. Gecenin bir yarısı bağırarak uyanan, çığlıklarıyla mahalleyi ayağa kaldıran, sonrası uyumayıp süt beyazı dişlerini göstere göstere gülerek oyun oynayan bebeğin bu davranışın gizem, sır, esrar neresinde acaba?
Bu düşünceler içinde uykuya dalmıştım ki şiddetli bir sarsıntıyla kendime geldim. Bu bir depremdi ve bizler deprem kuşağında yaşayanlar olarak böyle sarsıntılara alışıktır. Hani uyuyor olsaydık böyle bir sarsıntıyı hiç hissetmeyecektik. Önce tavandaki kristal avize sonra konsol üzerindeki eşyalar ve kütüphanemdeki kitaplar sallandı. Yalnız bu seferki şiddetliydi. Ben uyku sersemi sarsıntının geçmesini beklerken tavandaki renkli avize sarsıntıya daha fazla dayanamadı. Yuvasından koparak halının üzerinde oynayan kızımın üzerine doğru düşmeye başladı. O arada kızım elinde uzun ince bir şey ağzına götürüyordu ki… yerimden nasıl kalktım onu kollarıma nasıl alıp bir cenin gibi konsolun yanına nasıl kıvrandım bilemedim. Az sonra konsolun üzerinde ve kitaplıkta ne kadar kitap, eşya, oyuncak varsa üzerime meteor gibi yağmaya başladı. En son da içinde iki tane jopan süs balığının bulunduğu akvaryum devrildi. Kitapların, oyuncakların arasında dertop bir vaziyette üzerimi kontrol ettim.
Telaşlanacak bir durum yoktu sadece sırılsıklam bir haldeydim. Bu arada kızım evet kızım nerede? Nihayet kollarım arasından bana yine yeni çıkan dişlerini göstere göstere gülüyor yalnız gülünce ağzında kırmızı bir madde gördüm. Bu Japon süs balığı idi. Kırmızı balık kızımın ağzında ecel terleri döküyordu. Nihayet balığın kaygan kuyruğundan yakalayıp onu dışarıya çektim. Kızımın ağzı kırmızı renkli pullarla dolu. Ağlamaya başladı. Ona pişt pişt yaparken peçete ile ağzını temizliyordum ama nafile… yine canhıraş bağırıyordu. Sesine annesi yetişti ve bizi o halde görünce bir şok da o geçirdi.
“Telaşlanma” dedim “bir depremdi. Bu sefer ucuz atlattık. Hadi kızı sakinleştir biraz.”
Karım yatak odasının yolunu tutarken koltuğa oturdum. Uykum tamamen kaçmıştı. Dağınık onca eşyanın ortasında şu on beş saniyedeki olayları düşündüm. Kızımın elindeki o uzun ince yılana benzeyen renkli şey neydi öyle? O sırada üzerimize gelen avize ve akvaryumun devrilmesi, balığın kızımın ağzında ecel terleri dökmesi… Bir rüya mıydı yoksa… evet evet bir rüyaydı tüm bunlar bir rüya olsa gerek. Ani bir hareketle ayağa kalktım ve ayağıma batan ampul parçacıklarının acısını hissetmeden aramaya başladım. Kanepenin altına eğilip o uzun ince şeyi aramaya başladım. Kanepenin, halının, masanın altına baktım. Kalorifer peteklerinin deliklerine baktım. Yerdeki eşyalar tek tek elimden geçirdim. O sırada Karım kızımızı uyutmuş beni kapıdan izliyormuş. Tuhaf tuhaf yüzüme baktı;
“hayrola değerli bir şeyini mi kaybettin?”
İrkilerek kendime geldim, benim bu halim gerçekten çok tuhaf olsa gerekti, hemen toparlanıp;
“balıkları arıyorum, hemen suya koymamız lazım, ölürler yoksa, biliyorsun Elif’e doğum günü hediyemdi”
Yere eğilip konsolun ayağı dibindi zıplaşan balıkları eline aldı;
“merak etme balıklar burada ve canlı” deyip balıkları suyla doldurduğu akvaryuma bıraktı.
Balıklar suyun içinde bir müddet ters bir vaziyette durdular sonra yengeç gibi yan yan yüzmeye başladılar ve hiç bir şey olmamış gibi suda yüzmeye devam ettiler.
Nasıl bir geceydi Allah’ım. Uyudum mu? Rüya mı? Gerçek mi? İşkence mi? Şu olanlar her ne ise anlayamadım çünkü uyuyabildiğim kısa anlar içinde de korkunç rüyalar görmüştüm. Otobanda arabayı kullanırken hâlâ rüyanın etkisi altındaydım. Öyle ki bir ara bariyerlere çarpmama ramak kalmıştı. Rüyamda kızım odanın ortasında oyuncaklarıyla oynuyor, sonra köşeden bir yılan çıkıyor ve çatal dişini göstere göstere kızıma doğru ilerliyor, kızımın arkasına gelince duruyor, bir insan gibi ayağa kalkıyor, kalkıp dev bir pitona dönüşüyor, ağzı bir mağarayı andırıyor. Kızım arkasındaki düşmandan habersiz oyuncaklarıyla oynuyor ve yılan hamle yaptığı anda uyanıyorum.
İhalenin yapılacağa kuruma geldiğimde evrakları tekrar gözden geçirdim. Her şey tastamamdı. Elimde siyah çantam binadan içeriye girecektim ki iki adam beni giriş kapısında karşıladı. Hele bir gel bizimle deyip kenara çekildiler. Bir polis gibi sorguya başladılar:
“İhale için mi geldin?” “Evet” dedim. “Hangi firmadansın?” Firmamın adını söyledim. İhaleye girmememi, yoksa benim açımdan kötü sonuçlar doğuracağını tembihlediler. Onlara sabahın beşinde kalkıp yollara düştüğümü, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra buralara kadar geldiğimi ve bu dosyayı vermezsem başıma iş açacağımı söyledim. Onca yolu boşuna teptiğimi, hemen def olmazsam asıl o zaman başıma iş açacağımı münasip bir lisanla söylediler. İhalelerde böyle tehditler sık sık başıma geliyordu, ama o zamana kadar hiç önemsememiştim. Polise şikâyette bulunmamı söyleyenlere gülüp geçerdim, çünkü böyle tiplerin maksatları gözdağı vermekti. Bir zarar vermezlerdi ama artık iş yerinden bir beklentim kalmamıştı ve adamlar hakikaten belalı tiplere benziyorlardı. Onlarla polemiğe girmeğe deymezdi. Bir müddet öylece kararsız bekledim. Ayakta bir heykel gibi beklediğimi gören adamların sabırlarını taşırdığımın farkındaydım. İhaleye on dakika kalmıştı. Daha ihale bedeli için para yatırıp makbuz alacaktım. Acele etmeliydim. Tam o anda göbekli, pala bıyıklı olan etrafına göz atıp elini cebine götürdü. Kimsenin bizimle ilgilenmediğini fark edince cebinden çıkardığı bir tomar parayı elime sıkıştırıverdi ve ağzına giren pala bıyıklarını şeker emen çocuklar gibi emerek; “ yaylan be koçum dedik, uslu çocuğa benziyorsun üzme bizi dedik” dedi. Parayı aldım ve ani bir kararla dosyayı vermeden gerisin geriye döndüm.
Müdür merakla ihale neticesini sordu. Ona “ihaleye yetişemediğimi” söyledim. “Ne demek yetişememek, bu ihalenin şirketimiz açısından ne kadar önemli olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı?” dedi. “Akşam ki depremden haberin yoktu galiba. Sabaha kadar çoluk çocuk ayakta dikildik. Sizinki de laf mı şimdi? Koyun can kasap et derdinde” dedim meseleyi biraz abartarak. “Patronlara sen izah edersiniz o zaman” dedi.”Hiç kimseye bir şey izah edecek değilim, o mesele senin görevim” dedim umursamazca ve çıkıp gittim. Böylelikle işten çıkış fermanımı imzalamış oluyordum. Bir yönüyle buna seviniyordum, çünkü işten çıkmaya cesaretim yoktu. Şimdi en azından onlar beni çıkartacaklar ve tazminat almaya hak kazanacaktım. Bu parayla da yeni bir iş buluncaya kadar idare ederdik, yalnız karımın sözleri aklıma geldi şu kriz ortamında ya iş bulmazsam. Melahat ablanın kocası gibi ev kirasını ödeyemez, kızımın ihtiyaçlarını yerine getiremezsem. Bir yaprak gibi titredim, kalbime bir korku yayıldı sonra aklıma bunalıma girip intihar eden adam geldi. Ben bu düşünceler içinde caddelerde yürüyordum ki baktım adımlarım beni yine mezarlığa getirmiş. İçerisi yemyeşil, koyu gölgeli ve serindi. Hemen içeriye girdim. Mezarlar arasından ilerleyip yamaca kadar çıktım. Baktım ben buraya uğramayalı iki kişi daha ahirete göçmüştü. Mezar taşlarını okudum. Birisi henüz benimle yaşıttı. Sırtımı onun mezarını verip oturdum. Buranın lahuti havası tüm olumsuz düşüncelerimi dağıttı. Tüm uğraşlar boş ve geçici geldi gözüme. Hiçbir şeye ne üzülmeye ne de sevinmeye değerdi. Bir gün herkes muhakkak buraya gelecek her yol burada sonlanacaktı.
Ertesi günü büroya çağırdılar, dilekçe imzalattılar ve elime bir ay vadeli çek tutuşturdular. Bu çek benim tazminatım oluyordu.
Annesi uyuyunca küçük kız odada telaşlı telaşlı bir şeyler aramaya başladı. Küçük yılan da saklandığı yerden onu takip ediyordu zaten. Yine de annenin uyuyup uyumadığından emin olmak istiyordu. Hadi artık ortaya çık bak annem uyudu, seninle oynamak istiyorum der gibi dört dönüyordu kız. Yılan küçük kızın zararsız olduğunu ve onunla arkadaş olabileceğine kanaat getirmişti. Yoksa sıkıntıdan ve yalnızlıktan patlayacaktı. Beraber çok neşeli anlar geçiriyorlardı. Onun elinde, kollarında olmaktan son derece mutluydu yalnız arada ağzına götürmesi yok mu? Şu huyundan bir vazgeçse son derece rahat edecekti. Geçen gün yeni patlamış, keskin dişleriyle kuyruğunu ısırmıştı. Kuyruk acısıyla döndü ağzını açtı, hamle yapacaktı ama kızın neşeli çığlıklarını duyunca kendine geldi. Küçük kız, yılanı odasına götürdü. Odada büyük bir çadır vardı ve çadırın içi tepeleme oyuncakla doluydu. Vay be dedi yılan. Bu kadar oyuncağı ilk defa görüyordu. Hayretini gizleyemedi. Artık çadırın bir köşesini kendine yuva edinmişti. Böylelikle küçük kıza daha yakın olacak, hiç canı sıkılmayacaktı. Geceleri onun yatağına süzülür ve kolları arasında uyurdu. Bereket ki uyurken başparmağı ağzının içindeydi yoksa uyku dalgınlığıyla şu kuyruğundan tutar ağzına götürür ve öyle uyurdu. Bir gün kızın elinde bir kitap gördü. Kitap hayvanları tanıtan resimli bir kitaptı. Kız sayfaları ağır ağır çeviriyor ve ona parmağıyla hayvanları gösteriyordu. Bir sayfaya geldi ki heyecandan yüreği ağzına geldi. Hemen sayfanın üzerine tırmandı ve uzun uzun resimdeki yılanı seyretti. Ne de güzel pulları vardı. Derisi pırıl pırıl, gözleri ışıl ışıldı. Annesine ne kadar da benziyordu. Bu resim ona ailesini hatırlatmıştı. Sahi onlardan ayrılalı ne kadar zaman olmuştu. Başlangıçta her gün bir yıl kadar uzun gelmişti ona. Şafak sayan askerler gibi günleri sayardı. Artık günleri saymaktan vazgeçmişti. Duygulandı, gözyaşlarına hâkim olamadı. İç çeke çeke ağladı. Yılanın hüznünü fark eden küçük kız da ağlamaya başladı. Annesi sesine yetişti. Kızı kollarına alıp teselli etti. Açık kitaba baktı. Sayfadaki yılan resmini gördü. Allah Allah dedi içinden ne kadar da canlı bir resim. Görende canlı yılan sanacak dedi.
Bu evde tuhaf şeyler oluyor. Buna emindim. En büyük delilim ise üç gece üst üste aynı kâbusları görmemdi. Sahne hiç değişmiyordu. Küçük bir yılan kızımın arkasında insan gibi doğruluyor büyüyor büyüyor bir anakondaya dönüşüyor ve tam hamle yapacakken uyanıyorum. Harekete geçmeliydim. Kafamda bir plan yaptım. Önce ev baştan aşağı temizlenmeli ve kızımın en çok vakit geçirdiği odaya kamera yerleştirecektim. Yalnız bundan eşimin haberi olmamalıydı. Eşimin yumuşak karnı temizlik hususuydu. Ev her sene bahar temizliği adı altında baştan aşağı temizlerdi. Perdeler aşağı iner, halılar yıkamaya verilir, yorganlar, battaniyeler havalandırılır, camlar silinir, yerler kokulu deterjanlarla temizlenirdi. Bahar temizliklerinde evde olmamaya özen gösterirdim zira şu perdeleri kornişe takmak tam bir ölümdü. Adamın kolları ağrır, boynu tutulurdu ki sormayın. Ama bu sefer temizliğin hemen yapılmasını istiyordum. Kahvaltı masasında eşime:
“ne dersin bugün bahar temizliği yapalım mı?” diye sordum.
Bendeki bu isteği gören eşim;
“issiz kalmaktan sıkıldın galiba” dedi.
“bu evde oturmak ne zormuş, patlayacağım valla, temizlik yapınca biraz vakit geçer” dedim.
“vaktini iş arayarak geçirsen daha iyi olmaz mı?” dedi eşim manalı manalı.
“ona da sıra gelecek elbet, dur tazminat çekinin günü gelmedi daha” dedim.
“temizlikçi bayanı da arayamadım” dedi eşim.
“ona ne gerek var canım, ben varım ya” dedim.
Yüzüme tekrar tuhaf tuhaf baktı yine. Anlaşılan bana inanmıyordu;
“perdeleri çıkaracaksın ama” dedi.
“elbette hayatım, tüm perdeler teker teker aşağıya inecek, yıkandıktan sonra tekrar korşine takılacak” dedim.
“muslukları da tamir edeceksin” dedi.
“tabii ki sultanım damlayan muslukları şimdiden tamir edilmiş bil” dedim.
“patlak ampuller de değişecek”
“elbette aşkım, her yer ışıl ışıl olmuş bil”
“balkon kornişi de takılacak malum yaz geliyor balkon perdelerini takmamız lazım”
“istediğin o olsun bir tanem.”
Bu evde tamirlik ne kadar da iş varmış. Tüm tamir işlerine evet dedim. Alet çantamı elime aldım. İçindeki takım taklavatları karıştırdım. İşime yarayacakları yanıma alıp hemen işe koyuldum.
O gün yorucu bir gündü. Eşimin tüm söylediklerini harfiyen yaptım; damlayan muslukları tamir ettim, balkon kornişini taktım, patlak ampulleri değiştirdim, perdeleri söktüm. Yıkandıktan sonra tekrar yerine taktım. Bunları yaparken eşime sezdirmeden evin her yerinde bir iz, emare arıyordum. Dolapların içine, konsolun arkasına, koltuk minderlerinin arasına, kanepe altlarına baktım ama bulamadım. Bu evde bir yılanın yaşadığına dair hiçbir delil yoktu. Benim kâbusları saymazsak tabii. Kenarda, köşede bulduğum küçük delikleri kapadım. Banyodaki kırık fayans aralarına derz döktüm. Balkona koyduğumuz ıvır zıvırları tek tek elden geçirdim, ama yoktu. Ben balkonda çalışırken cılız bir kadın sesi geldi kulağıma. Döndüm baktım. Karşı apartman penceresinde ihtiyar, acuze bir kadın bana sesleniyordu. İhtiyarı daha önce hiç görmemiştim. Anlaşılan çetin geçen kış herkesi evine hapsetmişti. Ya da yoğun geçen iş saatlerimden dolayı konu komşuyla tanışmaya fırsat bulamamıştım. “Buyurun teyzecim, bana mı seslendiniz?” diye sordum. Kırık, cılız sesi kulağımı yalayıp geçti yine. “Yamuk olan ne teyzecim anlayamadım.” “evet, evet yılın bu ayları çok güzel oluyor.” Anlaşılan ihtiyar yalnız yaşıyor ve kendine bir muhabbet arıyordu. Ama benim yapacak o kadar işim vardı ki. Ona daha fazla zaman ayıramazdım. Zaten söyledikleri de anlaşılmıyordu. Nihayet imdadıma eşim yetişti. Kızımızın odasına gelmemi söylüyordu. “geliyorum hayatım” dedim ve ihtiyara başımla selam verip içeriye daldım. Eşim kızımızın odasında beni bekliyordu. “beni duymuyor musun sen?” dedi. “Duydum bir tanem ama şu karşıdaki ihtiyar lafa tuttu” dedim. “ha o mu?” dedi. “kulakları pek duymaz, kendi halinde bir kadındır” dedi.
Kızımızın odasını temizlerken daha titiz davranıyorduk. Yerleri silerken deterjan kullanmadık mesela. Eşime oyuncak çadırını gösterdim. “Ona hiç dokunmayalım şimdilik, ben bir ara oyuncakları seçip yardım derneğine vereceğim” dedi. “peki sen bilirsin” dedim. zaten yorgunluktan kıpırdayacak, adım atacak hal kalmamıştı bende. Temizlik bittikten sonra birer yorgunluk kahvesi içtik. Akşam yemeğinden sonra ikimizin de gözünden uyku akıyordu ama benim planım henüz bitmemişti. O gece sessizce yatağımdan kalktım ve planımın ikinci aşamasını uyguladım; kızımın en çok oynadığı oturma odasına bir kamera yerleştirdim.
Aradan iki gün geçti. Karımın alış verişe gittiği gün büyük bir heyecanla kamera görüntülerini izlemeye başladım. Boş odayı uzun süre seyrettim. Kenarda, köşede bir hareket var mı diye filmi kare kare inceledim. Göz yorgunluğu olma ihtimaline karşılık görüntüyü geriye sarıp tekrar tekrar seyrettim. İşte eşim, kucağında kızımız diğer elinde sepet odaya giriyor, sepetteki oyuncakları yere döküyor. Kızım oyuncakların ortasında ellerini çırparak oynuyor. Ayıcığı ileriye fırlatıyor, sarı renkli pinpon topunu ağzına sokuyor, kitap sayfalarını kemiriyor ve işte… evet… evet kızımın o boynundaki ince şey… hay aksi, görüntünün arkası gelmiyor, çünkü kalem kameranın pili bitmiş. Büyük bir hayal kırıklığı içinde ağzımdan çıkan sinli Kaflı sözlerle etrafa saldırıyordum ki eşimin nefesini ensemde hissettim;
“senin bir an önce işe başlaman lazım, iki dakikadır seni izliyorum davranışların beni korkutuyor” dedi.
“sen ne zaman geldin, zil sesi duymadım.”
“Elif uyuyor olabilir diye zile basmadım, anahtarı kullandım”
“iyi yapmışsın, uyuyor odasında”
“senden bir açıklama bekliyorum” dedi karım “ benden gizli ne seyrediyordun.”
Artık ona bir açıklama yapmak zorundaydım. Önce deprem gecesinden bahsettim. Elif’in elinde bir yılan gördüğümü söyledim. Sonra kâbuslarımdan bahsettim. Aynı kâbusu üst üste üç sefer gördüğümü söyledim. Ve kameradan bahsettim. Eşim beni ciddiyetle dinledi. Elini alnıma götürdü
“ne yapıyorsun sen” diye sordum.
“ateşin olup olmadığına bakıyorum” dedi.
“bırak beni hasta değilim ben” dedim.
Elini alnımdan çekti ama bu sefer yüzümde dolaştırmaya başladı.
“bana inanmıyorsun değil mi?” diye sordum.
“sadece moralin yerinde değil” dedi. “boş boş vakit geçirmek hayalci yapmış seni” dedi.
“hayal görmüyorum ben” deyip görüntüleri ona izlettim. “bak dedim boynundaki ince şeyi görüyor musun?”
Eşim gülmeye başladı, Önce yavaş sonra hızlı, kasıkları ağrıyıncaya kadar güldü, güldü ve nihayet;
“o mu? Elif’e hediye edilen nazar boncuğu” dedi.
Şaşkınlık içinde;
“ama, bu nasıl olabilir?”
Eşim gülme krizini atlatmış ve şimdi ders anlatan öğretmen moduna geçmişti;
“hani annemlere gitmiştik. Elif’in doğdusuna gelemeyen akrabalar yanlarında hediye getirmişler. Koca ninem de rahmetli annesinden kalan nazar boncuğunu taktı torununa. Görünmez beladan, kazadan, koruduğuna inanıyor” dedi.
“küçük bir kızın nazar boncuğuyla ne işi olabilir ki” dedim.
“öyle deme, Allah kem gözlerden korusun, esas bebeklerin nazarlığa ihtiyacı var” dedi.
Sustum ve yorum yapmadım.
Küçük yılan büyüyor, evrim geçiyordu. Vücudundaki bu değişime bizzat şahit oluyordu. İçinde salgı bezleri sürekli bir şeyler salgılıyor, derisi matlaşıyordu. Birkaç güne kadar deri değiştireceğini hissetti. Burada kalmazdı artık. Bu hayatî açıdan sakıncalıydı. Şimdiye kadar yakalanmadan yaşamayı başarmıştı. Ama ortalıkta yılan derisi gören ev sahipleri emindi ki onu muhakkak bulup öldüreceklerdi. Balkona birkaç sefer çıkmış etrafa göz atmıştı. Demir parmaklıklardan sarkıp aşağıya atlayabilir, bahçeye ulaşabilirdi. Bahçeye ulaşınca da gerisini düşünmüyordu. Risk almalıydı, çocuk değildi. Kaçış planı hazırladı. Planını bir hafta içinde uygulamaya karar verdi. Yılan çadırın içinde deri değiştirmek için kıvrandığı günlerde küçük kız hastalanmıştı. Vücudunda nokta nokta kızarıklıklar, kabarcıklar oluştu. Kaşıntılar dayanılacak gibi değildi. Kısa sürede kızarıklıklar yaraya dönüştü. Doktora götürdüler, kremlerle eve döndüler. Sabah akşam sürülen kremler kaşıntıları hafifletiyor, ama yaraları iyileştirmiyordu. Yaralar giderek büyüdü, içi irin dolu göletçiklere dönüştü. Küçük kız büyük bir acı içindeydi. Ağlama seslerine yürekler dayanacak gibi değildi. Dostunu bu halde görmek yılana azap verdi. Bir şeyler yapmalıydı ama ne? Ona nasıl yardımcı olabilirdi? İki gün iki gece yerinden hiç kıpırdamadan aç susuz bekledi. Gözlerine uyku girmeden uzun uzun düşündü. Bir ara daldı. Rüyasında annesini, kardeşlerini gördü. Onu çağırıyorlardı. Sana uzak değiliz, seni çok özledik, hadi gel artık yanımıza, bunu başarabilirsin diyorlardı. Sonra küçük kızı gördü, gülücükler dağıtıyordu etrafa, kuyruğundan yakalamış bir topaç gibi çevriliyor, başı dönüyordu. Kız şu an yatakta idi, irin göletçikleri içinde boğuluyor ve gözlerini ona dikmiş yardım et ne olur diye yalvarıyordu. Aniden uyandı. Kafasında şimşekler çaktı. Kararını verdi. Ne olursa olsun bunu yapmalıydı ölüm pahasına olsa bile… bu onun küçük dostuna karşı son vazifesi olacaktı.
O gece saklandığı yerden çıkıp sessizce küçük dostunun yatağına süzüldü. Kız derin bir uykuda olmasına rağmen arada sayıklıyordu. Bu da onun acılar çektiğini gösteriyordu. Ona tatlı tatlı baktı. Sakın üzülme küçüğüm dedi, umarım acıların bir saat içinde sona erecek. Yalnız ikimizde güçlü olmak zorundayız. Yılanın derisi pırıl pırıldı, Gözenekleri ıslaktı. Yılan gözlerini kapadı. Yapmalım yapmalıyım diyerek kontsantre etti kendini. Peki ya ona zarar verirse. Daha önce böyle bir şey olmuş muydu? Bilmiyordu. Sadece hislerine güveniyordu. Kız uyanmadan bu işi bitirmeliydi, yoksa canı çok yanacaktı. Hemen harekete geçti. Yaraların içindeki irinleri bir vakum gibi emdi. Bu işlemi yaparken ağzından yaralara bir sıvı salgılıyor, ateşi yükselmesin diye ıslak derisiyle kızın çıplak vücudu üzerinde sürekli dönüyor, gözeneklerdeki sıvıyı kızın vücuduna aktarıyordu. Küçük kız sayıklıyor, mırıldanıyordu. Acı çektiğini anladı. Seslerine anne babası uyanmasın diye kuyruğuyla kızın ağzını kapadı. İşlem tam bir saat sürdü. Bu bir saat içinde enerjisinin yarıdan fazlasını harcamış ve içi yaradan emdiği kan ve irinle dolmuştu. Bereket kız ağlamamış ve anne babası uyanmamıştı. Çok bitkindi, adım atacak hali yoktu, ama huzur doluydu ve artık veda vakti idi. Bu eve adımını attığı ilk günde olduğu gibi midesi bulanıyor, başı dönüyordu. Kusacaktı, kendini zor tuttu. Kıza baktı. İyileşeceksin dedi, yanağını okşadı, alnına öpücük kondurup hoşçakal küçüğüm dedi ve kıvrana kıvrana balkona ulaştı. Demir parmaklara tırmandı tam tutunamadı, yere düştü. Bahçede otlar arsına zoraki süründü.
O sabah bir mucize olmuş ve Elif tamamen iyileşmişti. Vücudunda yaralardan en ufak bir iz dahi yoktu. Üstelik tüm vücudu ayın on dördü gibi parlıyor, vücudundan tatlı bir koku yayılıyordu. Anne baba şaşkınlık içindeydiler. Kızlarını kucaktan kucağa alıyorlar öptükçe öpüyorlar, bir gül gibi kokladıkça kokluyorlardı. Hayretler içindeydiler. Bu nasıl olabilirdi? Birbirlerinin yüzüne bakıp gülüyorlar, gülerken de gözyaşlarına hâkim olamıyorlardı. Elif aniden kendini yere attı ve oyuncak çadırına doğru yöneldi. Anne baba merakla onu takip ediyordu. Çadırın fermuarını açıp içine girdi. Melul bakışlarla seslenir gibi yaptı ve bekledi. Tekrar seslendi ve biraz daha bekledi. Sesine bir tepki alamayınca oyuncakları karıştırmaya başladı. Bir şeyler aradığı muhakkaktı. Aradığını hemen de buldu; bu hayvanları tanıtan resimli kitaptı. Alışık elleri sayfaları hızlı hızlı çevirdi. Parmağını bir resim üzerinde odakladı. Anne ve baba şaşkınlık içinde resmin üzerine eğildiler. Bu bir yılanın resmiydi. O sırada dışarıda çocuk sesleri yükseldi. Çocuklar ellerinde sopalar bir yılan bir yılan deyip bağrışıyorlardı. Yılan ise otlar üzerinde upuzun hareketsiz yatıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.