BABA YADİGARI YALNIZLIK
Oturduğu baba yadigârı divanın üzerinden seyrediyordu karısını. Bir tarafı “dur de, ne bekliyorsun ona kal de” diye zihnine hücum ediyor, diğer tarafı ise “yetmedi mi kanadığın, yetmedi mi kanattığın. Bırak artık peşini” diye karşı çıkıyordu ona. Baba yadigârı divanın üzerinden seyrediyordu tüm olan biteni. Önce kırmızı saplı eski bavul çıkmıştı odanın ortasına, daha sonra askılıktan koparırcasına indirilen eşyalar. Birer birer, ancak muhteşem bir aceleyle dolduruluyordu hepsi de. Gelin olduğu gün, telli duvaklı yüklenip getirdiği kırmızı bavulun içerisine. Sahi kaç sene olmuştu bu eve gireli? On mu, yirmi mi? Yoksa bir asır mı geçivermişti göz açıp kapayana dek?
Baba yadigârı divan çok daha fazla gıcırdıyordu şimdi. Tıpkı yüreği gibiydi divanda. Üzerinde hareketsiz durmasına rağmen hem de Eskimiş, köhne ve soğuk.. Bir an için durdu, ses divandan değil, ruhundan geliyordu. Şaşırdı. Yıllar sonra ilk defa bu kadar gür bir sesle gurulduyordu ruhu.
Seneler önceydi. Henüz bir çocuktu. Belki bıçkın bir delikanlı, belki de ihtiyar bir emekliydi. Uzun yol şoförüydü babası. Günlerce geri dönmezdi çıktığı seferlerinden. Kasasında gül motifleri bulunan, rengi acayip bir gri ye çalan siyah renkli bir kamyonu vardı. Sevimsiz gelirdi hep gözüne. Halen de nefret ederdi kamyon sesinden. Sabaha karşı kulağına çalınan motor sesi miydi ona bu duyguyu hissettiren, yoksa o ses ile başlayan baba hasreti miydi zamansız ayrılıklarının en kesifini yaşatan.
Çok sopasını yemişti babasının. Ama daha sabahında unutulurdu bir gece önce evin içinde yaşanan arbede. Alkolden sebep derdi annesi hep. “Hocaya mı gitsek, muska mı yazdırsak” diye yakınırdı hep. Zaman zaman da “ahı tuttu benden önceki karının” diye söylenir durud. Bu “ah” denilen meret ne lanet bir şeydi ki, yapıştı mı bırakmazdı bütün bir ailenin yakasını. Küçük bir kardeşi vardı, belki de o küçük zannederdi onu. Zira o divanın arkasından çok kere büyümüş gözlerle izlerdi babasının abisi ile yaşadığı kanlı buluşmaları.
Bir gece, sabahın yere serilmesine az bir vakit kala yeniden çıkmıştı yollara babası. İstemiyordu o gün gitmesini, ancak ekmek parasıydı, geçim kavgasıydı onun da tek uğraşı. Hem gitmesi daha iyiydi onun için. Üç gün yemeyecekti o tadı bedeninde kalan dayakları. Aslında iyi adamdı babası. Yürüdüğünde yer titreyecek zannederdi. Ağır ağır atardı adımlarını. Hani derler ya, taşı sıksa suyunu çıkartacak diye, o adamdı işte babası. Bir de içmeseydi her gece. Nenesi anlatmıştı bir zaman. Sevdiği varmış babasının yıllar önce. Karşı çıkmışlar ailecek ona “ bu kız bize yaramaz, otur oturduğun yerde “diye. Önceleri umursamaz olsa da, beş parasız ortada kalınca boyun eğmiş babası, gösterdikleri hatunu almaya. Nedendir bilinmez, sevmeden yapmış iki çocuğunu da. Zamanla yeniden aklına düşer olmuş yarım kalan sevdası. O da biçare rakıda bulmuş derdinin dermanını. Zamanla çaresizlik de kırıvermiş kolunu kanadını. Zihni bulanmış. Yoksa öyle bir adam değilmiş kısacası. Sevda yükü ağır gelmiş böğründe yük ettiği taş kalbine.
Baba yadigârı divandan seyrediyordu şimdi kendi yarısının onu terk edişini. “Dayanamıyorum” diyordu karısı. “Ne suskunluğun bitiyor, ne bir başına kalışların” Haklıydı aslında, ne susmaları bitiyordu, ne yalnızlığı.
Hâlbuki babasına hiç benzemiyordu. İçkisi yoktu mesela, ya da arkasında bıraktığı başka bir sevdası. Zorla da evlenmemişti onunla.
O sabah gitmesini hiç istememişti babasının. Ama yine de kalkmamıştı sıcak yatağından onu yolcu etmek için. Uzun uzun beklemişti, kamyonun çıkarttığı homurtunun, kıvrım kıvrım uzanan sokaktan uzaklaşmasını. Hem erkenden işe gitmesi de gerekiyordu. Lokumcu da çalışıyordu o vakit. Akşama kadar ağzını tatlandıracak şekerlemeler yapıyorlardı insanlara. Bir kendi ağzı tatlanmamıştı o küçük imalathanede.
Akşama doğru anne tarafından dedesi gelmişti aniden, hiç âdeti olmadığı halde. Her zaman ki asık suratının altında, garip bir telaş saklıydı sanki. Önce ustasıyla konuşmuş, sonra ona seslenivermişti, buz gibi esen nefesiyle.
“Üzerindekileri değiştir Halil, işimiz var seninle”
Ne işi olabilirdi ki dedesin onunla. O güne kadar hiçbir işleri olmamıştı ki. “Ne işi” diye soramamıştı. Oysa hep bir işi olsun istemişti, babasından arta kalan yalnızlıklarında, dedesiyle, nenesiyle ya da amcalarıyla. Hazırlanırken de merak etmiyordu aslında nereye gideceklerini. Nedense hiç itiraz edemezdi, ona yapması gerektiği şeyleri sıraladıklarında. Kapıda bekleyen arabasına bindiklerinde, ön koltukta oturan amcasını fark etti. “Mühim bir şey olmalı” diye geçirdi içinden. Yoksa ikisi beraber gelmezlerdi yanına. Hoş, tek tek de geldikleri olmamıştı hiç.
Daha yola çıktıkları anda fark etmişti ruhundaki çalkalanmayı. Her bir dalga önce yüreğine vuruyor, sonra içine dağılıyordu usul usul. Önce kasabadan çıktılar, sonra şehre doğru kırdılar direksiyonu. Yanağını cama yaslamış bir halde seyrediyordu, hızla gözünün önünden geçen yeni yetme çam ağaçlarını. Onlarca şey çarpıyordu zihninin duvarlarına, ama bir türlü kelimelere dönüşüp akmıyordu boğazından. Sormak istiyordu “nereye gidiyoruz” diye, beceremiyordu bir türlü. Derin bir sessizlikle sarmalanmış garip bir suskunluk hâkimdi arabanın içine. İki saat kadar sonra, dedesinin ona bakmadan “geldik” demesiyle irkildi. Yarım bıraktığı şekerlemeyi düşünüyordu oysaki o anda. “İşler de yarım kaldı, ustam fena kızacak” diye geçiriyordu içinden. Oysa bir o kızmıyordu ona, bir o şefkatle süzüyordu onu boydan boya. Önce amcası indi arabadan, gözleriyle işaret etti ona da. Hızla o da terk etti arabayı. Kahverengiye çalan, garip bir şekilde onu huzursuz eden dört, beş katlı bir binanın önünde durmuşlardı. Başını çevirip dedesine baktığında, kucağına koyduğu tabakasından bir cigara sardığını gördü.
Amcası “benimle gel” dediğinde de itiraz etmedi. Önlü arkalı girdikleri kapıdan sonra fark etti geldikleri yerin bir hastane olduğunu. Kim hastaydı acaba? Bir akrabaları mı? Yoksa annesi mi fenalaşmıştı kimseden habersiz?
Ömrünün en uzun merdivenlerini indi, arkasına takıldığı amcası ile beraber. Sonra “burada bekle” dendiğinde de karşı koymadı. Beklemesi gerekiyordu ki söylenmişti. Çok konuşmazdı zaten amcası. Birkaç adım ileride, üzerindeki beyaz önlükten doktor olduğu belli olan bir adamla konuşmaya başlamıştı. Az sonra yanlarına gelen iki polis memuruna ise henüz bir anlam verememişti. Amcası eliyle ona “ gel” diye işaret ettiğinde, sol yanında peyda olan ürkeklik adımlarına da yansımıştı. Doktor önce onun koluna girip bir şeyler anlattı. Onlara yardımcı olması mı gerekiyormuş ne?
Soğuk bir kapı aralandı önünde. Önce o kızıl renge boyanmış battaniye çarpmıştı gözüne. Sonra sedyeden sarkan, ucundan damlayan kanların küçük bir gölcük oluşturduğu kol yaladı gözlerindeki sisli perdeyi. Bir an için başının döndüğünü hissetmiş, kolunu sıkıca kavrayan doktora doğru bakmıştı. Yardım ister gibi bir hali vardı sanki. Yalvarır gibi bakıyordu gözleri. İhtiyar doktor hiç ona bakmadan konuşmuştu.
“Bak bakalım örtünün altında ki baban mı?”
Bacaklarını örttüğü o kızıl battaniyeye sıkı sıkı sarılmış, baba yadigarı bir yalnızlıkla sarmalanmış donuk bakışlarıyla haykırıyordu gözleri ona,
“Gitme”
YORUMLAR
Bazen,
ne kadar beceri sahibi olursanız olun,
parmaklarınız ne kadar sevişmeye maharetli de olsa klavye ile,
bir şeyler gelip düğümleniyor boğazınıza.
Aklınız duruyor, duygularınız düğümleniyor.
Kelimeler, cümleler, alıp başını başka hikayelere, başka romanlara, başka yazılara gidiyorlar.
Dağarcığınız,
inanılmaz bir yalnızlıkla baş başa kalıyor.
Ve,
gözleriniz...
Mahzun mimiklerinize, hüzün kokan soluklanışınıza yoldaş oluyor gözlerinize biriken rutubet serinliği.
Bu hikaye,
gerçekten çok güzel yazılmış.
Yazarını,
gönülden kutluyorum.
Hüzünlüydü ama,
inanılmaz zevk vericiydi.
edebiyatın tüm güzelliklerini koklayabildik cümlelerden.
Çok anlamlıydı.
Bir fikri,başka bir fikir türetir. Tükeniş bir hissin,mirasından çok bırakanın da...Fikirlerle yalnızlığımızı,hislerle yapa yalnızlığımızı tutuşturmak,olmak kadar kolay. Yapmak,anlamak kadar zor olsa gerek...
saygılar