- 557 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'Proust Mendili'
‘Yakışıklı Yazar’
‘Yakışıklı bir abimiz vardı, şehirde onu tanımayan da yoktu. Bazıları ondan korkardı. Aileler çocuklarına hep tembih ederlerdi:’ Sakın onunla dolaşmayın!’ Bizim şehir küçük bir şehirdi. Çok güzeldi, masalsıydı. Kuzular, koyunlar, inekler, tavuklar vardı çocukluğumda. Tezek kokusunda büyüdüm. Yakışıklı abimi liseye başlarken tanıdım. Saçlarını ortadan ikiye ayırırdı. Ağzı acı tütün kokardı. Çok defa yağmurda aynı şemsiye altında yürürdük. Ben onu sevdiğim kadar, Ayşe’yi sevmemiştim. Ayşe de zaten beni sevmemişti.
Dağlara çıkardık. Yakışıklı abimin peşinden giderdim. Saatlerce kitap okurdu bana. Aslında o dağlarda benden öncede otlara, kuşlara, bulutlara okurdu. Ben onu tanıyınca, yalnızca bir yeni dinleyicisi daha olmuştu. Çok güzel okurdu. Her okuduğu kitap kalıncaydı. Kalın kitapları seviyordu ama bazen birkaç incecik kitabı da çantasında taşıdığını görürdüm. O ince kitapları hep merak ederdim. Bana ‘asla bu tür şeylere bulaşma’ derdi. ‘Neye bulaşmayayım?’ diye sorduğumda, cevap vermezdi. ’
Bir gün yine defalarca içinde ateş yaktığımız, etrafımızda önceden yaktığımız çalı çırpının külleri olan mağarada otururken, bana yüzü kederli geldi. Gözlerime bakmıyordu. Ağzımda kekik yaprağını çiğnerken, bir yandan da yüzünü süzüyordum. Bir şey vardı, bir şey... O belli etmemeye çalışsa da, yüzünden derdi anlaşılıyordu. Proust’un Kayıp Zamanın İzindeki kitabını kapatırken, ‘buralardan gideceğim’ diyordu. Mademoiselle Albertine’nin gidişine benzeyen, ıstırap yüklü, bir ömre sığabilecek hüzün biriktirebilecek adamın kendisi, bana verdi ruhsal hazlardan uzaklaşıp, gidecekti. Acaba ben de onu görmek istemiyor muydum? Onu bunca zaman sevmememe rağmen, yalnızca onun bana verdiği ruhsal hazlardan faydalanma adına mı onunla beraber saatlerce oturuyordum? Aslında düşüncesin en basit hali şu: ‘ Eğer ben her şeyi yok sayıyorsam, hiçbir şeye değer vermiyorsam, zaten onun da bir manası kalmazdı ki! Demek bir şeyi yok sayarken, insan onu tamamıyla istiyor da, istediği şeye sahip olamıyor ve sonra ondan nefret etmeye, onu yok saymaya, asla yokmuş gibi davranmaya başlıyor. Hayır, hayır benim yakışıklı abimin bir davası vardı. Sessizce mırıldanırdı otlara, kuşlara, başıboş gezinen köpeklere. Ağzı acı tütün kokardı. Bazen tulum peyniri getirir, ekmeğin içine koyar, ateşin üzerinde kaynayan çay suyunun sesini dinlerdik. İlk sigaramı bana sarıp, vermişti. Büyük yazarlardan okumuştu, büyük konuşmuştu, ben küçükken, benden habersiz adam oluvermiştim sözlerinin valsında. Güzel insan, yakışıklı abim, saçlarını da tam ortadan ayırmayı nasıl becerirdi ki? Aslında saçlarına yalnızca okurken çok etkili bir yere denk gelince dokunuyor, acı çekiyormuş gibi saç tellerini çekerdi. Onun saçlarını rüzgâr tarardı, yumuşak bir kadın eli tam ortadan ikiye ayırırdı. Eğer vurmasalardı onu, kan dökmeselerdi ve yüreğindeki ateşi söndürmeselerdi, o çantasındaki gibi ince kitaplar değil, kalın kalın kitaplar yazacaktı.
Çok az insan tanıdı onu. Ben hiç anlatmadım onu tanıdığımı. Ne zaman sıkılsam şu kahpe hayattan, aklıma gelir onun kitap okuduğu günler, bizim mağaramız, onun sonradan okuyacağım ve kütüphanede başköşede duran kitapları… Bazen onun kitaplardan birini alır, kapağını okşarım. Saman kapak hafif tozludur hep. Mavidir de. Biraz da kan ve ekmek, orak…’
‘Bu saatte uyur kediler’
Ben daha yeni geliyordum. Saat yedi olmalıydı. Sabah yedi. Gözlerimin kenarında büyüyen bir morluğun parmakla bastırıldığında acınası hali asansör aynasında komik görünüyordu. Kendime bakmaktan nefret ediyordum. Duyulan kepenk sesi sokaktaki marketten geliyordu. Gece geç kapatmasına rağmen, sabah yine de erken açabilmesine hiç anlam veremediğim bakkalın da silemediği morlukları vardı. Altı numaralı kapının önünde duran et, kemik yığını bendim. Kemiklerimi saran etlerim acı çekiyordu. Yaşamanın acı çekmekten başka bir manasının olmamasına inanıyordum. Pantolonumun sağ cebine önce bakındım. Anahtarlar sol cebimdeydi. Sağ cebimden sol cebime kadar parmaklarım aldığı yol sonrası yorulmuşlardı. Sağ cebimde anahtarlarla beraber bozuk paraları ve buruşmuş peçeteleri de çıkarıp, sol avucuma koydum. İlk başta eğer sol elimin parmaklarını kullanmayarak, sağ elime yüklenerek aslında haksızlık yapmıştım. Olsun, sabahın yedisinde bu bir kusur sayılamaz. Sayılmamalı da zaten ama anahtarları kapı eşiğine düşürmeyi aklımın ucundan geçirmiyordum. Düşen anahtarları almak birkaç gün sürebilirdi.
Nihayet kapıyı açabilmiştim. Tokmağa tutundum bir süre. Ayakkabıları çıkarmam için bağcıkları çözmem gerekmiyordu. Bağcıkları belli bir standarda göre bağlamıştım. Herhalde birkaç aydır da bağcıkları hiç çözmemiştim. Onlar bu hallerinden memnun olduğu sürece benim onları rahatsız etmem aptallık olurdu. Sessiz olmalıydım. Sabahın yedisinde uyanması için önemli bir gerekçe yoktu. Aslında gelen ben olduğum için, önemli bir gereklilik varlığımın onunla kesiştiği noktalar sayılabilirdi ama spesifik olmanın lüzumu yoktu. Sırt çantasını yere bırakırken, salonda soyunmalıyım diye düşündüm. Pantolonu portmantoya asarken, gömleğin en alttan düğmelerini çözmeye başladım. Çorapları banyonun kenarında çıkardım. Odanın kapısı hafif aralıktı. Odayı dolduran koku uyku ve huzurdu. Gömleği kapının arkasına asmayı düşündüm önce. Kapının arkasında sutyeni asılıydı. Pijamaları da. Masum duruyorlardı. Dışarıdan gelmiştim ve gömleğimle onları kirletmek istemiyordum. Gömleği iki elimle buruşturup, hakeme kızan oyuncunun basket topunu sertçe zemine vurması gibi banyo girişinde duran çoraplara doğru fırlattım. Hala bir fazlalık vardı. Atletlerden oldum olası sinir kapmama rağmen, yine de onları giyiniyordum. Onunda gideceği yer belliydi. Aslında duş almam gerekiyordu ama o kadar yorgundum ki… Koku almam da herhangi bir sorun olmadığına göre, ter de kokmuyordum. Aklımda şu için yatağın içinde uzanan kadından başkası da yoktu. Yediyi on üç geçiyordu. Yatağın duvara bakan tarafında yatıyordu. Bu onu rahatsız etmeden yatağa girmem için avantajdı ama işin doğrusu, yatağa girdikten sonra ellerim rahat durmayacaktı. Yine de yatağa girene kadar uyanmaması çocuksu bir arzuydu. Sırtının ense kısmıyla kesiştiği yer hafif aralanmıştı. Önce nefesinin sesi, sonra nefesinin kokusu, daha sonra da teninin kokusunu sırayla alabiliyordum. Vücudum ona yine de uzaktı. Önce dağınık saçlarından birkaç teli okşadım. Yastıkla beraber yaratılmış gibilerdi. Ahtapotun kollarını andıran saç telleri, yastığa avı gibi sarılı haldeydi. Önce kulağını, sonra üst dudağını ve daha sonra burnunu gördüm. Hafifçe göğüslerinin başlama noktası da görülebiliyordu. Yorganı aşağı indirmeden yanına doğru sürtününce, sağ elimi önce bacaklarımın arasına aldım. Ellerim soğuk olabilirdi, ürperebilirdi. Aslında ellerim alev gibi yanıyordu, yine de ben tedbirimi alıyordum. Sonra dişlerimle sağ elimi hafifçe ısırdım. Böylece damarlara kan pompalanacak ve elim daha sıcak olacaktı. Ellerimi azdıran şey, kapının arkasında asılı sutyenden başkası değildi. Tabi alt pijamanın da bunda etkisi az değildi. Parmaklarımın arasında sıkışan, üşüdüğü için hafif dikleşmiş ve sertleşmiş meme uçlarını okşarken, bir yandan da yüzüne bakıyordum. Bir süre daha bu böyle devam ederken, altında da hiçbir şey olmadığını fark edebiliyordum. Eliyle yorganı çekiyordu. Yorganı tuttuğum için zorlanmıştı tekrar denedi. Bu sefer izin vermiştim ancak elim hala göğüslerini okşuyordu. Gıdıklanıyordu. Hoşuna gittiğini nefes alış verişleri dile getiriyordu. Eliyle önce elime dokundu, sonra elini göbeğinin altına doğru uzattı. Kasıklarını sıkıyordu. Bu anın bir süre sonra bozulacağını bilmek kötüydü ama ben onu okşarken, o da kendini okşamaya devam etti.
Gözlerini açmadan dudaklarımı öpebiliyordu. Oysa az önce uyuyordu. Başını çevirip, nasıl da dudaklarımı buluyordu dudakları; karmaşık bir soruydu. Öpmesi emmeye dönmüştü. Ancak gözlerim açık olduğu için yüzündeki ifadeyi anlayabiliyordum. Hafifçe acı çekiyordu. Gözlerini açmadan son kez öpücük kondurup dudağıma, yastığa sırt üstü uzandı. Kollarını açtı, esnedi. Sonra gülümsedi. ‘Hoş geldin’ dedi. Onu istiyordum. Çünkü inanılmaz tahrik olmuştum. Oturur pozisyona geldi. Yastığın üzerindeydi kalçaları. Güldüm. Az önce kuru yastığı ıslatmıştı. ‘Böyle güzel oluyor ya, yumuşacık yastık, tıpkı göbeğin gibi’ deyince, kırılmış numarası yaptım. ‘Ya şaka yapıyorum, nasıldı seyahat, çok yoruldun değil mi?’ dedi. Kaba bir halde ‘ha’ dedim. ‘Ben de rahatsızım’ dedi. ‘Akşamdan beri midem bulanıyor. Başım da ağrıyor.’ Gözleri şişmişti. Göğüsleri yana doğru uzanırken daha hoş gözüküyorlardı. Şimdi esir iki askerin uçurum kıyısında ölüme atlamadan önceki son hali andırıyorlardı. Çok güzeldi. ‘İlacın kalmadı mı’ diye sorunca, hızlı bir şekilde kafasını iki yana salladı. ‘Aslında unuttum sana söylemeyi. Akşam konuştuk ya hani, diyecektim al diye, ama akıl işte, unuttum’ dedi. Çöp kamyonu geçiyordu. Yastığı ıslatan şeyle aramda yalnızca onun sağ bacağı vardı. Oraya doğru yönelmek istesem de, yorganı üzerimden attım. Başım gitmese de, parmaklarım oradaydı. ‘Çılgın’ derken, bir eliyle saçlarını topuz yapar gibi arkada, boşlukta birleştiriyordu. ‘Nereye gidiyorsun, eczaneye mi’ diye sordu. ‘Evet’ dedim, ‘ilaçlarını alayım, böyle olmaz.’ ‘Bırak bu saatte Allah aşkına, uyu da kendine gel. Yorgunsun sen. Uyanınca hallederiz. Şimdi hem akşamki kadar ağrımıyor başım. Mide bulantım da iyi’ dedi. Bir kere ayağa kalkmıştım. ‘Ya of, söylemeseydim keşke, ya yorulacaksın, gitme, sonra gidersin ya’ dese de, çorapları bıraktığım yerden alıp giymiştim. Sıra pantolondaydı. Üzerime bir tişört giyecektim. Sabah sabah rüzgar esebilir diye, baharlık mont üzerimde olacaktı. Ayağa kalkınca üzerine hiçbir şey almadan öylece evin içerisinde dolaşmasını seviyordum. Perdeler onu seviyordu. Komşular. En çok da ben!
Kapısı açılmak üzere olan bir eczaneye doğru yürüyordum. Eczacı kalfası tahmin edilebilen, kırklı yaşlarda bir adam kepenkleri yukarı kaldırırken, bir yandan da esniyor, elini ağzına doğru götürüyordu. ‘Günaydın, iki ilaç var da, onları alacaktım’ derken, adamın halinden ‘aman sen de sabah sabah’ der gibi bir hali vardı. Başını sallamakla ve kuru bir günaydınla karşılık verince o önde, ben arkada kapıdan içeri girdik. ‘Hangi ilaçları’ diye sorunca, bulantı ve migren ilaçlarının adını söyledim. İlaçları poşete koyarken, kredi kartını kendisine uzattım. Bana baktı, ‘bu olmaz bu saatte’ dedi. ‘Nasıl olmaz dedim, pos açık değil mi?’ ‘Açıkta kardeşim, sabahın sekizinde çekemem.’ ‘Nasıl çekemezsin?’ ‘İşte çekemem zorlama, peşin paran yok mu?’ ‘Ya çek işte şundan ne olacak sanki?’ ‘Olmaz kardeşim.’ ‘Ne kadar ikisi?’ ‘Toplam on üç yetmiş beş.’ Aldığım sigarayı düşündüm. Yirmi lira üzerini vermişti ve cebimde olmalıydı. Evet, dünyanın en aciz ve mutlu insanı bir anda ben oluvermiştim. Kâğıt on lira ve bozuk üç buçuk liram avucumdaydı. Cebimi biraz daha karıştırdım. Anahtardan ve buruşuk peçetelerden başka bir şey yoktu. ‘Yirmi beş kuruşum yok, sorun olur mu’ diye sordum. ‘Yok, yok’ dedi tekrar esnerken. ‘Hadi kolay gelsin, iyi günler’ derken ben, ‘sağ o, sağ ol’ deyişi; ‘çık git Allah’ın cezası sabah sabah seninle uğraşamam’ demenin kısa yoluydu.
Eve tekrar geldiğimde onu yine çıplak görürüm diye hayal ediyordum ama pijamalarını giyinmişti. Pantolonu portmantoya asarken, ‘çoraplarını makineye at’ diye bir ses evde yankılanmadan duyulmuştu. Teşekkür ediyordu. Teşekkür öpücüğü yanaktan, kısa, kuru ve küçücüktü. Sutyeni kapının arkasında hala asılıydı. Mahsustan ‘pijamaları giymişsin’ dedim. Gülümsedi, ‘az üşüdüm’ dedi. O ilaçlarından alırken, ben kendisine yeşil yapayım mı diye teklifte bulunuyordum. ‘Sabah sabah ağır gelir, ben içemem şimdi ya’ derken, yüzünü ekşitti. Yine de ben limonlu yeşil çay yapmak için mutfağa yöneldim. Arkamdan geldi. Mutfak masasının yanında, kombiye yakın sandalyeye oturdu. Konuştuk. Neler yaptığımı soruyordu. Aslında her bir şeyi telefonda anlatmıştım ama yine de bir şeyler duymak istiyordu. Dediklerim iki gün önceki şeyler de olsa, aynı şeyleri de anlatıyor olsam, bir şeyler anlatmam onun hoşuna gidiyordu. Yeşil çay demini alırken, ayakta yanında durmuş, ensesini okşuyordum. ‘Seni özledim’ diyebildim sadece. Basit, sıradan, samimi gelmeyen bir gülücük yüzünde anlık asılı kalırken, sımsıkı ellerimden tutup, göğsüme doğru başını yaslaması hoşuma gitmişti. Bir süre öyle kaldıktan sonra, başından öpüp yeşil çaydan bardağa doldurmak üzere geriye birkaç adım attım. O arada salona geçmiş, televizyonu açmıştı. Sabah haberlerine bakıyordu. Sesler hep aynıydı. Sayılar farklı olsa da ölüm değişmiyordu. Çayı alıp yanına gittim. Dizlerini bükmüştü. L kanepede uzanmanın ve oturmanın bin bir türlü yolu vardı. En basit yolunu seçmişti. Çayı nedense hızlı içmiş, yanına uzanmıştım. Başımın altına kırlent koymuştu. Sağ eli yüzümde, saçlarımın arasında geziniyordu. Bir süre öyle uzanırken, daldığımı dahi fark edememiştim. ‘Canım kalk yatakta uyu’ sesine hemen karşılık vermiş, ‘uyumadım ki ben, iyiyim böyle iyiyim’ demiştim. ‘Ya, tabi canım, horlamana ne demeli?’ deyince, karşılık verememiştim. Oturma pozisyonuna gelip, televizyona bakınıyordum. Önce hapşırık, sonra geğirme ve sonra da alelacele banyoya koştum. Midem bulanıyordu. Limonlu yeşil çay mide kaslarımı çalıştırmıştı. Filmlerdeki gibiydi. Klozetin kapağı şükür ki açıktı. Önceki üç denemem başarısız olsa da, üst üste sonraki üç deneme de başarılı olmuştu. Sifona basarken, kapıya yaslanmış haldeydi. ‘Allah’ım ya, sabah sabah limonlu yeşil çay içilir mi canım?’ dedi. ‘Yol tuttu bence’ dedim. ‘Her neyse, iyisin değil mi biraz daha?’ dedi. ‘İyiyim’ dedim. ‘Gözlerin kan kırmızısı, hadi yatağa lütfen’ dedi. Arkamdan geldi. Yatağa girdim. Duvara yakın taraftaydım. Sırtıma yaslanan ve beni ısıtan elleri öpmekten korkuyordum. Büyük bir gemi geçiyordu pencereden. Kuşların sesini duyuyordum. Sağ eliyle göğüs kıllarımı okşuyordu. Arada meme uçlarımı parmağının ucuyla ovalıyordu. Eli göbeğime doğru kayarken, gıdıklanıyordum. Gözlerimi açamıyordum. Uyudum.
‘bandrolsüz sızı satışları’
Kaç kere denedi, Tanrı bilir. Hiç olmazsa önceki deneyimlerinden faydalanabilirdi. ‘Arthur’ dedi Lykke, bu sefer başaracaksın. Fizyoterapist ve ortopedi doktoru karşılarında duruyordu. ‘Koltuk değnekleri’ dedi Arthur, ‘sahip olduğum iki sadık hizmetkârım, onlarsız yapamam.’ Lykke üzgün üzgün baktı. Doktor hemşireye bir şeyler mırıldanıyordu. Lykke ağlamaklı ellerini uzattı; ‘hadi’ dedi. Hemşire gözyaşlarını daha filmin başında tutamadı. ‘Bu gözyaşları’ dedi Murat, içime işliyor sanki. Murat aslında böyle söylemedi. Dahası Murat yoktu. En gerçeği Murat hep uzakta olacaktı. Yanık sesli türkücü röportajında ‘murat eylerim Allah’tan güzel geleceğe hep beraber’ gibi pragmatik bir yaklaşım sergiliyordu. Sırtım kaşınıyordu. Sırtımı duvara sürtüp durdum bir süre. Duvarda kireç vardı. Sırtım kireç oldu. Ağaçların gövdesine neden kireç vururlar diye soruyordu çocuk. Kurtlanıp, çürümesinler diye cevaplıyordu büyük kadın. Ellerim güçsüzdü. Hemşire Arthur’la defalarca sevişmişti. Lykke bir melekti. Fizyoterapist umutluydu.
muradım yoktu. film, sonunda Lykke’nın Meryem’e yakarışıyla sonlanırsa, manalı olabilirdi. Arthur özür diledi defalarca ve Lykke ondan ayrılmadı.
YORUMLAR
Tabi amacın okunmaksa ki yoksa niye yayınlayasın ki, keşke şu yazıları tek tek ve ayrı günlerde paylaşsan!?
Yazılarını takip etmeye çalışan biri olarak eklemeliyim ki, konuları çok farklı da olsa tarzına aşina olduğumdan, girişini yaptığın yazının halet-i ruhiyemde yaptığı değişikliğin içinde gezinirken, ikinci yazının bu hali darmadağın edip, yeni bir hal inşa etme girişimi dayanılır gibi bir zul değil. Diyeceksin ki, be mübarek, benim yazımdan sonra okuduğun, başkalarına ait hiç mi yazı yok?! Var, ama onların tarzı farklı. Aynı tarzda farklı hallere geçiş benim dediğim.
Neyse, öykülerine yazacaklarımı düşünmek için gönder tuşuna basmadan evvel dişimi fırçalamaya gittiğim lavaboda aynaya bakarken, ikinci ve üçüncü öyküleri kafamda birleştirmeye çalıştım. Okuru, her iki öyküye, birbiriyle alaka kuracağı bazı ip uçları koyup, ikinci öykünün naif, arzu uyandırıcı atmosferinden sonraki finalle çarpmak hoş olurdu. (Bir eleştiri değil elbet)
Öykülerinde kullandığın, ortamla çok da alakalı olmayan, aykırı ama hayli çarpıcı tasvirlerin ilham verici.
HakkınSesi
edebiyat birikimi yüksek olan size ben teşekkür ederim. Saygılar.