- 3171 Okunma
- 13 Yorum
- 1 Beğeni
Kendi küçük, Yüreği Büyük İnsanlar.
Eylül’ün ikinci yarısındayız. Zaman, güze çevirmiş yüzünü buralarda; hazan, adına, şanına yaraşır güzellikte hüzün kokan tablolar boyamakla meşgul kendi bildiğince. Yeşilden nasibini almamış Abşeron yarım adasını sarıp sarmalayan ve Ağustos ayı boyunca imanımızı gevreten sıcakların beli kırılmış, hasretle yolunu gözlediğimiz Hezri, olanca sevimliliği ve serinliği ile, usuldan usula kendini göstermeye başlamış Hazar’ın bu yetim sahillerinde.
Kurak geçen yaz mevsimi, Sovyet döneminden kalmış ölü fabrikaların kasvetli siluetleri gölgesinde yaşama mücadelesi veren bu eski sanayi şehrinin tek güzelliği olan ve bakımsız, geniş caddelerini inanılmaz sevimliliğe bürüyen yoğun ağaç kümelerini bile etkilemiş, en doğru tarifi ile resmen budamış, hatta ve hatta kısmen kel bırakmış durumda.
Yarı yarıya kuruyan yapraklar, Kasımın son günlerini hatırlatan bir manzara sunuyorlar Sonbaharın sıcacık hüzünlerini özleyen, bekleyen, ümit eden gözlerimize. Bir Ekim ayı sabahında, Bolu Yedi göllerin seyir tepesinden, vadide dalgalanan renk denizinin ihtişamlı manzarasını, büyük bir zevk ve hayranlıkla seyredişimizi getirdi aklımıza bu sevimsiz durum.
Türkiyem...
Benim güzel memleketim.
Kara sevdam, yaşama sevincim...
Nasıl da düştü yine aklımızın dumanlı vadilerine, nasıl da heyecan fırtınalarına yol verdi yine yorgun yüreğimizde.
Ah vatanım, ah!...Mutluluk sebebim...
Nasıl da başkadır her köşesi, nasıl da güzeldir.
Dağı, taşı, toprağı, ağacı başkadır.
Rüzgarı başka, güneşi başka...
Deresi, tepesi, denizi başka.
İnsanı başkadır, sevdası başka, şiiri-şarkısı başka...
Geceleri başkadır, gündüzleri başka. Rüyaları, hayalleri, ümitleri başkadır.
Hepsi özeldir, hepsi bir başka güzeldir.
Memleketimin de havaları, rüzgarları, dereleri, denizleri, usuldan usula soğumaya yüz tutmuştur şimdilerde. Takalar, serin suların peşine takılıp, Karadeniz’in güney sahillerine akın eden Hamsi’ye yürümüş; Kırlangıç ve Bıldırcınların, Rusya ve Kırım steplerinden başlayıp, Afrika’nın tropikal iklimlerine kadar uzanan zahmetli göç yolculuğu başlamıştır.
...
Zifiri karanlık. İnanılmaz kötü bir hava. Saatlerdir aralıksız yağan yağmurun, hiç de nihayeti gelecek gibi gözükmemekte. Alçak yağmur bulutlarından dökülen kalın damlalar, yolculuklarının daha ilk metrelerinde şiddetli Karayelin tuzağına düşmekte, kapılıp gittikleri bu öfkeli esişin tesiri ile, önlerine çıkan her şeyi, bir zalimin elinde şaklayan kırbaç misali mütemadiyen dövüp durmaktaydılar.
Talihinin körlüğüne okkalı bir küfür savurdu içinden. Böyle zahmetli bir yolculuk için seçilecek en kötü zaman dilimiydi yaşadığı. Acele etmeyip, biraz daha ayak sürüseydi, belki de bu sevimsiz duruma yakalanmayacak, gökyüzünün karanlığını süsleyen binlerce yıldızın hoş manzarası eşliğinde, güle oynaya menzile ulaşabilecekti.
Oysa şimdi, üzerinde dibi delinmiş bir gök yüzü, altında ise, ağzından köpük köpük salyalar kusmakta olan dalgaları ile deli bir Karadeniz vardı. Nesiller boyunca süregelen ve her yılın belli zamanlarında tekrar edilen bu zahmetli yolculuğun en tehlikeli bölümü, şüphesiz normal şartlarda 5-6 saat süren bu deniz geçişiydi. Üstelik de tarih realitesinin karanlık sayfaları, bu mücadeleye yenik düşen binlerce hemcinsinin hikayeleri ile dop doluydu.
Yolculuk güzel başlamıştı aslında. Kırım yarımadasının geniş düzlüklerinde günlerce beklenmiş, müsait bir hava ve rüzgar gözlenmişti. Genç ve tecrübesiz bireylere büyüklerce nasihatlar verilmiş, bu yorucu yolculuk hakkındaki gerekli bilgiler, en küçük ayrıntısına kadar anlatılmıştı. Olası tehlikeler ve nasıl bertaraf edildiğine dair tüm detaylar da, konu hakkında geniş tecrübe sahibi olan yaşlılarca usulünce aktarılmıştı.
Gel gör ki, bir kez daha evdeki hesap çarşıya uymamış, öfkesi ile meşhur Karadeniz’in gazabı, bu kez de onların, yaşamak için güneyin sıcak iklimlerine ulaşmak zorunda olan bu kader yolcularının üzerine çöreklenmişti. Alın yazılarında, bu serin ve kara sularda ömür tüketmek mi yazılıydı acaba?
Yorgundu. Uzun zamandan beri, bu deli denizin hırçın dalgalarının hemen üzerinde, kader birliği yaptığı birkaç arkadaşı ile yürek yüreğe vermiş, azimle, inançla, cesaretle uçmaktaydılar. Küçük kanatlarındaki tüm gücün yavaş yavaş tükendiğini hissediyor, son bir gayret ve ümitle içgüdülerinin kendini sürüklediği güney yönüne, belki de hayata bir noktadan tutunabilme ihtimalinin bulunduğu son noktaya, karanlığın ürküten rengi ardında kaybolup gitmiş Karadeniz sahillerine doğru kanat çırpıyordu. Yağmakta olan şiddetli yağmur, yaşamakta oldukları olumsuzlukları ziyadesi ile arttırıyor, ağırlaşan vücudu ve ıslana kanatları, uçuş hızını iyiden iyiye yavaşlatıyordu.
Tüm ümitlerini yitirmeye başladığı bir zaman diliminde, gecenin derinliklerinden süzülüp gelen küçük ve soluk bir ışık hüzmesi, kurtuluşun sihirli gücünü taşıdı dalgalara değmeye başlayan küçük kanatlarına. Sahile yaklaştıkça yağmur etkisini azaltmış, saatlerdir adeta birbiri ile yarışan kocaman damlalar küçülmüş ve seyrekleşmiş, sakin, uysal bir esintinin sevimliliğinde, Anadolu’nun kuzey sahillerini kaplayan sık bitki örtüsünün suskun karanlığına doğru akıp gitmeye başlamışlardı.
Kanat çırpışlarını biraz daha hızlandırdı, gökyüzünün ürküten karanlığına doğru yükseldi. Ardından da, kuzeye doğru uzanan sayısız vadilerin birinin doğu yamacında yer alan seyrek ışıklardan birini gözüne kestirerek, o yöne doğru ecele ile süzüldü.
...
Yoğun ve yorucu geçen bir haftanın nihayeti, yağmurlu bir cumartesi gecesiydi. Reji’de(Tekel idaresinin eski adı ki; hala halk tarafından kullanılmaktadır.Osmanlı’nın borçlarına karşılık kurulan ve tütün, tuz, içki gibi ürünleri satın almak yetkisine sahip yabancı şirket.Borçları tahsil etmek adına, insanımızın bin bir güçlükle ürettiği ürünleri, yok pahasına satın alıyordu bu kan emici Fransız sülüğü.) memur olan babanın, tek serveti olan ve çok zahmetler çekerek yaptığı mütevazi evin, hem mutfak, hem oturma odası, hem yatak odası, hem de banyo olarak kullandıkları küçük yaşam alanında, o günkü akşam yemeği faslı vukuatsız bitmişti. Yoksul gecelerinin tek eğlencesi olan radyoda, birazdan başlayacak tiyatroya kulak kabartabilmek için, tüm aile bireyleri, o daracık ortamda kendilerine müsait bir yer bulma telaşına düşmüş;hem oturma, hem de yatma vazifesi gören genişçe sedirin baş köşesine kurulan baba, Karadeniz insanına özgü köprülü ve büyükçe burnunun sırtına tutunma gayretindeki yakın gözlüğü yardımı ile, günlük gazetedeki havadisleri incelemeye koyulmuştu. Bu fakir ve kalabalık ailenin evine, nerede ise bir ekmek parası değerinde olan günlük gazetenin, o günkü şartlarda bile aksamadan giriyor olması, günümüzle karşılaştırdığımızda, gerçekten taktir edilecek bir durum olarak göze batmakta.
Yedi bireyden oluşan bir çekirdek aile. Anne, çevrenin olumsuz baskıları nedeni ile okuma-yazma öğrenememiş, talihinin peşine takılarak, köyden ilçeye gelin gelmiş bir iyilik timsali insan. Çocuklarının gayreti ile bu önemli noksanını kısmen giderebilmiş, eğitim kurumlarının açtığı kurslardan da yararlanarak, ilerlemiş yaşlarda okuma-yazmayı sökebilmiş.
Hepsi oğlan, beş çocuk. Ağabey, işsiz-güçsüz, gününü yaşayan, çokça sorumluluk duygusuna sahip olmayan bir değişik tip. Reji’de, mevsimlik işçi olarak çalışmakta, senenin diğer bölümlerinde ise, kendi kafasına göre takılmakta. Diğer çocuklar ise, tespih taneleri misali, şehirde mevcut olan tüm okullara dağılmışlar. Biri üniversitede, biri lisede, diğerleri de orta ve ilk okulda okumaktalar. Maaşından başka bir geliri olmayan babanın, bunca masrafın altından nasıl kalktığı konusu, bu gün bile merak edilen bir muammadır. Annenin, ilçeye yakın olan baba köyünde yetiştirdiği sebzeler ile, çocukların boş zamanlarında kazandıkları ufak tefek harçlıklardı zannediyoruz bu işin sırrı.
Metin, on yaşında ve kardeşlerinin en küçüğü idi. Ağabeyleri tarafından çok sevilir, küçük diye dışlanmaz, tüm oyunlarına, gezilerine, sohbetlerine dahil edilirdi. O da büyükleri ile olmaktan, onların arasında büyük bir insan muamelesi görmekten son derece zevk alır, nerede isi hiç kendi yaşdaşları ile takılmaz, tüm zamanını dört büyük ağabeyine ayırırdı.
O gece, herkesin kendi alemine daldığı bir anda, Metin, usulca ikinci ağabeyinin yanına sokuldu. Nedendir bilinmez, onunla teşrif-i mesaisi her zaman çok daha samimi olmuştur. Usulca kulağına fısıldadı:
-Abi, bu gün beni bıldırcın avına götürür müsün?
1970’li yıllar, okullarda anarşinin kol gezdiği zamanlar.Canını kollamaktan, kör bir kurşuna kurban gitmemek için köşe bucak saklanmaktan doğru dürüst ders takip edemeyen ağabeyi, evinin emniyetli ortamında, hafta sonlarının tamamında ve bazı geceler de sabaha kadar kitaplarla boğuşarak, okuldan edinemediği bilgiyi derleme ve ders açığını telafi etme çabasındaydı.O akşam için de bir programı vardı ama, kardeşinin sevgi dolu bakışları, onu kırmanın asla mümkün olamayacağı düşüncesini pompalıyordu aklına. Ona yan gözle baktı ve sevimli bir tebessüm eşliğinde;
-’Tamam.’dedi. ’Hadi kalk ve hazırlan hemen. Hava da yağışlı, tam zamanıdır şimdi.’
Çabucak hazırlandılar.Çok kısa bir zaman sonra, dik yamaçlarda ardı ardına sıralanan ve yakın zamanda hasadı yapılan mısır tarlalarından, toprağa saplı kalan mısır saplarının sivri uçlarının ayaklarını yaralamamasına dikkat ederek, ilçenin sırtlarına doğru tırmanmaya başlamışlar; tarihi mahallelerinin soluk sokak lambaları ile aydınlanmaya çalışan Arnavut kaldırımlı dar sokaklarını ve kol kola girmiş, zamanın yıkıcı etkilerine direnmeye çalışan klasik 19. Yüzyıl Osmanlı mimarisi örneklerini taşıyan cumbalı evlerini çoktan arkalarında bırakmışlardı.
Eylül ayının nihayeti yaklaşmasına rağmen, hava hala Temmuz gecelerini hatırlatacak kadar sıcaktı. Usul usul çiseleyen yağmur, dolayısı ile yüzlerine, ellerine düşen damlaların hoş serinliği olmasaydı, bu dik yokuşları tırmanmak gerçekten zor olacaktı. Elektriksiz günlerin en müstesna aydınlatma aracı olan ve gaz yağı ile çalışan lux lambası ağabeyinin kucağında, kaplama (Bıldırcın avında kullanılan, balıkçı kepçesine benzeyen, biraz daha genişçe bir ağla kaplanmış, uzun ve ağaçtan bir sapı olan alet) Metin’in omzunda idi. Anneleri, her zaman yaptığı gibi, alel alcele biraz ekmek ve biraz köy peynirinden oluşan nevalelerini hazırlamış, ne olur ne olmaz diye ellerine tutuşturmuştu. Bir de pazar fileleri vardı,yakalamayı umdukları avlarını taşıyacakları.
Çiseleyen yağmurun altında, iyice kaygan hale gelen yüksek eğimli tarlalarda düşe kalka epeyce bir dolaştılar. Her an karşılaşma ihtimali oldukları avlarını ürkütüp kaçırmamak için, küçük ve dikkatli adımlarla ilerliyorlar, bu aheste yürüyüş de yorgunluklarını alabildiğince katmerliyordu.
Küçük kardeşinin iyice yorulduğunu fak eden eğabeyi;
- ’Biraz dinlenelim.’dedi kardeşine.’Sonra devam ederiz.Yağmur şiddetlendi,o da hafiflemeli biraz. Gel şu horomun altına sığınalım,ne dersin?’
Horomun altında dinlenme fikri, çok cazip geldi Metin’e ve sevinçle kabul etti hemen ağabeyinin teklifini.(Mısırları toplanmış sapların,gruplar halinde birbirine bağlanarak, kızılderili çadırlarını anımsatan bir formda kurumaya bırakılması olayına horom deniyor yörede.)
Bu enteresan barınaklarını, iki kişinin rahat oturacağı biçimde genişlettiler çabucak, sonra da sıkış sıkış içine yerleştiler. Ağabeyi, gazın basıncını arttırmak,dolayısı ile iyice körleşen ışığı canlandırabilmek için bir kaç pompa bastı lambaya, sonra da yağmurdan etkilenmemesi için kucağında korumaya aldı.Bu ilginç,sıra dışı ortam çok hoşuna gitmişti küçük çocuğun. Gecenin gizemli karanlığının sarıp sarmaladığı bu sesiz ve sakin dağ başında, arada bir çisesini sıklaştıran bir şaşkın yağmur altında, tamamen doğal ve oldukça sempatik bir barakada, lüx lambasının titreyen ışığı önünden geçen damlaları seyretmek çok hoştu gerçekten. Ekmek ve peynirlerini çıkardılar, sohbetlerine katık ederek afiyetle yemeye başladılar. Metin, o gece yediği tuzlu peynirin lezzetini ömrü olduğunca asla unutamadı.
İki kardeş, anın tadını çıkarmakla meşgulken, hemen yanı başlarından ’pırttt’ diye bir ses yükseldi. Metin telaşlandı, ağabeyine sokuldu.
-’Telaşlanma, sakin ol ve sakın kıpırdama! Yanımıza bıldırcın düştü.Şu ışığı sabit tut, kaplamayı da bana ver çabuk.’
Ağabeyi, yavaşça kalktı yerinden, ışıktan gözleri kamaşan ve görüş yeteneğini yitiren, yorgunluktan kıpırdayacak hali kalmayan bıldırcının arkasına dolandı. Başarılı bir hamla ile ağı kuşun üzerine kapadı.
Can havli ile çırpınışları boşunaydı artık.Doğanın esirgemediği tüm meşakkatlerine karşı, saatlerce sürdürdüğü inançlı mücadelesinin ardından, bir mucizeyi gerçekleştirerek bu koca denizi geçmenin ve karaya ulaşmanın, dolayısı ile soğuk sularda boğulup gitmekten kurtulmanın tadını çıkaramadan, insan oğlunun tuzağına düşmüş, muhtemelen yolculuğu ile birlikte hayatının da sona demlerine gelmişti.Çaresi yoktu, üzerini örten kocaman ağdan kurtulması imkansız gibiydi. Bir süre sonra çırpınmayı bıraktı, kaderine razı oldu.
Metin, ağabeyinin kuşu büyük bir itina ile ağdan çıkarışını, getirdikleri Pazar filesine ustalıkla, incitmeden yerleştirişini seyretti. Ne kadar sevimli bir hayvan diye düşündü. Küçük, sarı gagasını, kahverengi, siyah ve beyazın karışımı tüylerini okşadı.
Yağmurun tekrar hafiflemesinin ardından, ekim yapılmayan kıraç arazilerde ve bodur çalılarla kaplı sarp yamaçlarında gezindiler bir süre daha. İşlenmediği için iyice sertleşmiş zemin, en azından yağmurun etkisi ile çamurlaşmıyor, hem rahat yürümelerine imkan veriyor, hem de bir kayma ve düşme vakası sonucunda, dikkatle taşıdıkları lambanın kırılması, dolayısı ile bu ıssız dağ başında karanlıkta kalma ihtimalini azaltıyordu. Fındıklıklara ve ekili tarlalara girmediler. Zira, tarıma müsait alanlar o kadar az ve değerliydi ki, tüm gelirini topraktan sağlayan çiftçinin emeğine zarar gelmesin diye, azami dikkat göstermeleri gerektiği terbiyesi ile büyütülürdü tüm çocuklar yörede.
Zaman iyice ilerlemiş, gece, seherin alaca karanlığına doğru akmaya başlamıştı artık. Yağmur iyice kesilmiş, yoğun yağmur bulutları da,usuldan usula gün doğumu istikametine doğru seğirtmeye başlamıştı.Gökyüzünün derinlerinden, birer ikişer tebessümlerini göstermeye başlamıştı yıldızlar.Havanın durumunu inceleyen ağabey;
-’Başka av olmaz bu saatten sonra.Hava da açtı.Kuş, çok yorgun düşmediğinden dağı aşar, iç kısımlara geçer böyle durumlarda.’dedi.’Kısmetimiz bu kadarmış. Başka akşam yine çıkarız ava, olur mu?’
-’Olur.’ diye karşılık verdi küçük çocuk. Nasıl olsa boş dönmüyorlardı avdan, elindeki pazar filesinde, itina ile koruduğu güzel bir kuşu vardı artık.
Yavaş yavaş yamaçtan inmeye başladıklarında, mahallenin tarihi evleri ile son derece uyum sağlayan caminin küçük bir demir direkten ibaret olan minaresine sabitlenmiş hoparlörden, müezzin Nuh Hafız’ın güzel sesi ile okuduğu saba makamındaki sabah ezanı duyulmaya başlamıştı artık. Ayliya ve Nefsipulathane kıranlarından da, kasabaya doğru akan birer ikişer avcı lambaları gözlenebiliyordu.
Mahallenin dar sokaklarında, sabah namazına yetişme telaşındaki ihtiyarların, bastonları peşinde koşuşturmalarından başka bir hareket gözlenmiyordu. Pazar, dolayısı ile tatil gününün rehaveti, hareketliliği ve çalışkanlığı ile ünlü yöre halkının üzerine tam manası ile çökmüştü. Arada bir bıldırcın avından dönenlere havlayan köpekler ve geceden yakalanan hamsiyi erken saatte balık haline yetiştirme gayretinde olan balıkçı motorlarının gürültülü motor sesleri olmasa, ruhu okşayan bu ezan sesinin nihayetlendiği anda, hayatın da sukuta ulaşacağını düşünebilirdi insan. Öyle bir mahzunluk hakimdi işte havaya.
Eve vardıklarında annelerini, çoktan uyanmış ve sabah namazını eda ederken buldular.Çocuklarının döneceği saati tahmin eden hamarat kadın, çay suyunu ateşin üzerine koymuş, kuymak malzemesini de hazır etmişti. Evin dış kısmındaki çeşmede ellerini, yüzlerini, ayaklarını yıkadılar. Av malzemelerini kilerdeki yerlerine yerleştirdiler, iyice çamurla kaplanan elbiselerini değiştirdiler. Küçük kuşu, ağabeyinin daha önce hazırladığı tahtadan yapılmış kafese yerleştirdi Metin. Annesinin tavsiyesi üzerinde de, önüne biraz bulgur tanesi ve bir küçük kapta da su koydu.
Annelerinin pişirdiği, tere yağda eritilmiş köy peyniri ve mısır unundan oluşan sıcacık ve lezizi yemeği, kaşık kullanmadan, sadece ekmek bandırarak, ince belli bardakta sunduğu demli çay eşliğinde afiyetle mideye indirdiler.Dağda bayırda saatlerce dolaşmak, epeyce acıkmalarına sebep olmuştu. İyi ki o tuzlu peyniri vermişti anneleri. Yoksa, eve zor düşerlerdi bu yorgunluk ve açlıkla.
Karın doyurma faslı da sona erince, beş kardeşin beraberce yattığı yatak odasına usulca süzüldüler. Kimsenin uyanmasına fırsat vermeden, sessizce yataklarına kıvrıldılar, derin bir uykuya daldılar. Kafes ve içindeki güzel kuş, Metin’in baş ucunda durmaktaydı.
Bu küçük ve sevimli kuş ile iyi arkadaş oldu Metin. Derslerinden arda kalan zamanı hep ona ayırdı.Onu besledi, kafesini temizledi, en önemlisi de çok sevdi. Sonraki gecelerde ağabeyleri başka kuşlar da yakaladılar ama, o kendi arkadaşını hep onlardan ayrı tuttu. Onunla vakit geçirmek, onunla ilgilenmek gerçekten çok eğlenceliydi ama, gönlü, onun kapalı bir kafes içinden yaşamasına da bir türlü razı olmuyordu. Kafesten çıkardığı anda,onun, bu harika arkadaşlığa anında son vereceğini, arkasına bakmadan uçup gideceğini biliyordu.
Bu ikilem içinde, bir kaç hafta daha geçirdi. Artık havalar iyice soğumağa başlamış, sobalar kurulmuş, kışlık yakacak stokları tamamlanmıştı. Bıldırcın geçişleri de iyiden iyiye azalmaya başlamıştı. Bu durum, göç mevsiminin bitmek üzere olduğunu haber veriyordu. Göçmen kuşlar, ya bir an önce Afrika’nın sıcak iklimlerine varacak, ya da kuzey yarımkürenin kış soğuğunda ölüp gideceklerdi.
Küçük Metin’in kafası karmakarışıktı son günlerde. Aklında hep kuşu vardı. O, kimdi? Nerede doğmuş, nerede büyümüştü? Onu arayan, bekleyen bir ailesi var mıydı? Nereden gelip, nereye gitmekteydi? O karanlık ve yağmurlu gecede, bunca geniş arazileri bırakıp da, neden kendi lambalarının yanı başına konmuştu? Tüm merak ettiklerini bir gün ağabeyine sordu, o da onun anlayabileceği dille anlatı.
Bıldırcın yaklaşık 20cm. boyunda,50-120 gr. ağırlığında, gövdesi yumurta biçiminde, kısa kalınca gagalı, kısa kanatlı, kısa kuyruklu bir göçmen kuştur. Bıldırcın, en çok buğday olmak üzere sırasıyla, yulaf, ayçiçeği anızı ve domates tarlalarında yerleşip yaşamayı sever. Tarlaların kesilmesi ile birlikte yere düşen tanelerle beslenip yağlanır. Gündüzleri tarlalarda kesilmiş ekin sapları, saman yığınları, çalılar arasında gizlenir. Kendisine iyice yaklaşılmadan kolay kolay uçmaz. Yuvasını çalılıklar altına eştiği bir çukura yapar.Sarı-kahverengi 7-15 yumurta yumurtlar.Yılda 2-3 kez kuluçkaya yattığı olur. Üç haftada yumurtadan çıkan yavrular, hemen analarının peşine takılarak kurtçuk ve böcek yemeye başlarlar.Bıldırcınlar Ağustos,Eylül,Ekim aylarında Afrika’ya göç ederek kışı geçirir.Mart,Nisan,Mayıs’ta tekrar Rusya ve Romanya bozkırlarına dönerler.Geceleri alçaktan uçarak göç ederler.Karadeniz ve Akdeniz’i geçerken çok zorluk çekerler, binlercesi suya düşerek telef olur.Çok üredikleri için nesilleri tükenmez.Eti çok lezzetlidir.
Son cümle Metin’in hiç hoşuna gitmemişti.Çok sevdiği kuşunu, eti çok lezzetli olsa da, hiç kimsenin kesip yemesini istemiyordu. Onun mazlum, sessiz, çaresiz durumuna zaten çok fazla üzülmekteydi.Onun, vatanından, arkadaşlarından, ailesinden ayrı düştüğü ve özgürlüğünü kaybettiğini düşüncesi, onunla beraber olduğu anlarda duyduğu hazzı, yüreğini acıtan bir hüzün esintisine dönüşmeye başlamıştı. O yağmurlu gecede, yorgun ve çaresizliğinden faydalanarak onu yakalamasaydılar, şu anda bu kafeste değil de, belki de yuvasına doğru uçuyor olacaktı diye düşündü.
Küçük çocuk, o anda kararını verdi. Ağabeyinin şaşkın bakışları arasında odasına koştu ve kafesi alarak çabucak geriye döndü. Kapağını yavaşça açtı, ve ürkek ürkek bakmakta olan sevimli kuşu eline aldı. Onu, incitmeden, sevgi ile okşadı bir süre; başına, gagasına küçük öpücükler kondurdu.Sonra da, ellerini yukarılara kaldırdı, avuçlarını açarak, gökyüzünün engin maviliğine doğru fırlattı. Kuş, şaşkın bir durumda on metre kadar uçtuktan sonra, bir çitlenbik ağacının toprak üzerindeki kalın kökü üzerine kondu. Önce sağına soluna, sonra da arkasına dönerek, özgürlüğünü geri veren, kendi küçük, yüreği büyük insan yavrusuna kısa bir süre baktı. Ardından da, güneye, Kaçkar’ların yüksek doruklarına doğru, hızlıca uçup gitti.
Çocuk,biraz üzgün, biraz dalgın ama, sevgili arkadaşının özgürlüğüne kavuşmasının yüreğini dolduran gizli sevinci ile arkasından uzun uzun baktı.Görüş alanından çıktığında da başını öne eğdi, boynunu büktü; bakışları yerdeki boş kafese saplandı kaldı.
Onun bu mahzun halini gören ağabeyi, önce başını okşadı,sonra da omuzlarından kendine çekerek şefkatle sarıldı. Beraberce gülümseyerek eve doğru yürüdüler. İçeriden, annelerinin pişirdiği taze güz fasulyesinin nefis kokusu geliyordu.
Bir tutam hayat-23.09.2014-Azerbaycan
YORUMLAR
Hocam anlatımınızın, tasvirlerinizin, aralara ustaca serpiştirdiğiniz bilgi notlarınızın, cümlelere seçtiğiniz, tam yerinde dedirten kelimelerin cambazı olduğunuzu söylemiş miydim? Evet, dediğinizi duyar gibiyim.
Çünkü eserlerinizin tamamına yakını aynı övgüyü hakediyor zira buna ustalık deniliyor. İşte bu ustalık özelliğinden dolayı, dikkat ediyorum, herhangi birinde çuvallayacak hangi konu olursa olsun, sizin kaleminizde bir esere dönüşüyor. İlham vericisin vesselam...
Varol hocam...
Bir tutam hayat
Vatanımızın güzelliklerini bir nebze tasvir edebiliyor ve siz değerli arkadaşlarım ile paylaşabiliyor isem, ne mutlu bana.
Hayatımızın kısacık ama mutluluk veren anlarını ölümsüzleştirmek, çok şeyi yaşama imkanından mahrum kalan yeni nesillere aktarmak,
gerçekten mutlu kılıyor insanı.
Hele de sizin gibi her zaman destek olan, yazmaya teşvik eden edebiyat dostları oldukça,
mesleği yazarlık olmayan ama dağarcığında çok şeyleri barındıran bizlerin, sıradan insanların hayat hikayeleri,
kısacık da olsa, acemice de kaleme alınsa, bir değer olarak bu edebi sayfalarda hayat bulaca ve zamanın bir noktasında ölümsüzlüğü yakalayacaktır.
Bir gün,
kısmet olur da yaşarsak, torunlarımıza gösterir, tebessümler derleriz beraberce.
Belli mi olur?
Güzel yorumunuza çok teşekkür ediyorum.
Bıkmadan, sabırla okuyup, hep güzellikler çerçevesinde yorumladığınız için.
Sağ olun.
Tasvirleri, anlatımı, çocuğun hayvan sevgisi hepsi çok güzeldi.
Kısaca, yaşamdan bir kesit.
Tebrikler Bir tutam hayat
saygıyla
Bir tutam hayat
Sizin sunduğunuz güzelliklerden de faydalanmadığımızı söyleyemeyiz.
Bu sayfalarda kalem sallayan tüm arkadaşlardan bir şeyler derliyor,
her cümlelerinden, her satırlarından bir bukle derleme yapıyoruz işin doğrusu.
Sonuçta,
hayatımızın sıradan anlarını,
bu derlediğimiz güzellikler ile boyayıp,
dostların beğenisine sunuyor,
bir anlamda da ölümsüzlük sırrına erişmelerine vesile oluyoruz.
Bu gün kalem dostları,
yarın torunlar okusunlar diye belki de.
Belli mi olur?
Güzel yorumunuza tekrar teşekkür ederim efendim.
İyi ki varsınız, iyi ki buralardasınız.
Yine betimlemeleriniz ile olusturduğunuz yazı, bir ressamın tabloda bir fırca gibi, bütün renkleri yerli yerinde, hiç dengeyi bozmadan, insanı yormadan sürükleyen bu güzel yazı için teşekkürler.
Dünya ,onu yaşamak, keşfetmek isteyenlerin yığınla bütün canlıların yuvası. İster düşünen olsun, ister güdülerle yaşayan olsun. Özgürlük, bütün canlıların kanına işleyen en güzel duygudur. Özgürlüğü alanda, verende bu oyunun içindedir. Sizin taraf olduğünuz özgürlüğü de burada gördük.
Değerli dost, uzun yazılar uzun yollar gibidir. Yolun uzunluğu dostluğun pekişmesinede vesiledir.
Saygılar, Sevgiler Değerli Dostuma
Bir tutam hayat
Bunun iki sebebi var.
Birincisi;
her iki kalem dostunun da, edebiyat alanında duayen olmaları. Ben ve buradaki bir çok arkadaş gibi, edebiyatın dışından gelen, sadece hobi olsun diye kalem sallayan insanlar olmamaları.
Dolayısı ile, onların yorum yazılarının ayrı bir anlamı var. Eleştirilerini de gerçekten beklediğimizi, yolumuzu aydınlatan birer ışık olarak gördüğümüzü belirtmeden geçmeyelim burada.
İkincisi;
bu her iki gönül dostunun da, en hoş tabir ile toprağım olması.
Ağırlıklı olarak kaleme aldığımız, resmini çizmeye çalıştığımız coğrafyayı her yönü tanıyan, suyunu içen, havasını soluyan, rüzgarında serinleyen, denizinden nasiplenen, sözün özü bu topraklarda dünyaya gözünü açan insanlar olarak, yorum köşelerine düşecekleri her kelime, her cümle önem kazanmakta.
Eğer onlar, yazı tamamdır diyorlar ise, anlıyoruz ki bir yanlışımız olmamıştır.
Anlıyoruz ki,
memleketimizi bir bukle tarifleyebilmişiz gönül dostlarımıza.
Sözü uzattık yine.
Nerede yaşıyorsun bilemiyorum ama,
Hazar'ın serin rüzgarlarını kokladığım bu uzak diyardan, memleketim kokan cümlelerin yazarına selamlar gönderiyorum.
Çok sağ ol.
CaNMaYBuLL
Bu güzel cevaplar insanı şımartır. Bu kadar bizi şımartma :) Düşüncelerinden dolayı çok çok teşekkürler. Fakat şunu unutma ki biz burada her zaman birbirimizi tamamlayan insanlarız. Birimiz yoksa eksik yanlarımız ortaya çıkar.
Tekrar çok teşekkürler.Nice güzel yazılarda şiirlerde buluşmak dileğiyle.
saygılar,sevgiler
Yazıyı en baştan birazcık okudum... baktım ki, uzun mu, uzun... okumaktan vazgeçip yazıya eklenen yorumları okumaya başladım. Öyle içli ve özlü sözler okudum ki; kendimi borçlu hissedip yine enbaştan sona bu defâ tamâmını okuyabildim.
Bıldırcın kuşu ve kediler hakkında o kadar çok hâtıram var ki, bir gün bir kenârından yazmaya başlarsam, sizin yazınızın etkisinden olacaktır.
Aklımda bi' tânesi var amma kısaltsam bile sizin yazınızın çeyreği kadar yer tutar. İlginç ve yaşadığım bir bıldırcın hikâyesi. Sâdece, evin içinde geçiyor olaylar.
Reci dedin; Akçaabat'a gitti aklım... mısır tarlaları ve bayırlar.
Neyse...
Yorumcuların da dediği gibi... öyle akıcı ve güzel ki...
Sağlık dileğimle Selâm ederim...
kadiryeter Kadir Yeter. 23 EYLÜL 2014
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=133885
Bir tutam hayat
Bir tutam hayat
Yaşamakta olduğunuz bölge hakkında yazı okumak çok cazip gelmeyebilir size.
Sonuçta,
yaşadığınız her gün, oraların havasını solumakta, oraların güzelliklerini yudumlamaktasınız.
Bizler gibi,
memleketten uzak düşen insanların hasretleri alevlenmiyordur gönlünüze.
Ama,
gençlik günlerimizin güzelliklerini hatırlamak babından ilginç gelebilir yazı.
Eminim,
hoş tebessümlerin eşliğinde okumuşsunuzdur bu uzun hikayeyi.
Ve,
bir köşesinde, muhakkak kendinizden bir şeyler bulmuşsunuzdur.
Sonuçta,
bu realitenin insanısınız siz de.
Çok teşekkür ediyorum güzel yorumunuza.
Bu gün astığım şiirimde kedi kuşu yiyordu hikayenin ilerleyen yerinde bu düşünceyi aradım.Daha sonra büyümüşte küçülmüş dedikleri halk arasında iyi yürek karşısında şaşırdım hayranlıkla okudum.
Bıldırcın avı oğlum iİnebolunun bir köyünde öğretmenken oradaki vatandaşlardan duymuştum.Rusyaya en yakın kara olduğundan kuşların uçacak takatları kalmayınca kendilerine karaya ilk vardıkları yerde atarlarmış o zaman balık kepçesi olmadığına inandığım ağ ile onları yakalıyorlarmış kazanlarda kaynatıyoruz diye anlatmışlardı.
Tebrik ederim saygılarımla.
Bir tutam hayat
ne çok isterdim sizinle bir gün bıldırcın avına çıkmayı.
İnanılmaz güzel ve zevkli bir avdır.
Gaye, sadece kuş yakalamak değil burada.
Düşünsenize,
mahalledeki tüm gençler,
gecenin bir yarısında,
ellerinde lambalarla yamaçların yüksek kesimlerinde buluşuyorlar.
Hava açtığında, çise kesildiğinde kuş araziye iniş yapmıyor, dağları aşıp güneye gidiyor.
Bu durumda ne yapacaksınız?
Müsait bir terde toplanırsınız,
kocaman bir halka oluşturuşunuz,
lambalarınızı da orta yerde toplar,
verirsiniz muhabbetin gözüne.
Bu olayın zevkini size anlatamam.
Bazen da saklambaç oynardık küçüğe, büyüğe bakmadan.
Lambaları söndürürdük bu durumda.
Düşünün, birini yakalamışsınız, karanlıkta kim olduğunu bilemiyorsunuz. Nasıl ebeleyeceksiniz?
İnanılmaz zevkli anlar geçirirdik.
Şimdilerde, gece ışıkla av yasaklandı.
Bu güzel geleneğin de sonu geldi.
Bu nedenle yazdım aslında hikayeyi.
Şimdiki gençler, zamanın güzelliklerini öğrensin diye.
Yani,
bilgisayar ve akıllı telefonlar dışında da çok eğlendirici şeyler vardı konusunu işlemek için.
Güzel yorumunuza çok teşekkür ediyorum.
Sağ olun efendim.
her zamanki gibi
çok güzel tasvirler
betimlemeler eşliğinde
akıp giden anlatım
tebriklerimle dostum
Bir tutam hayat
Gerçi, eski güzellikleri pek kalmadı, sevimsiz beton evler her tarafı doldurdu ama,
yine de geçmişimizden kalan hatıraları hatırlatacak üç beş sevimli nesne kalmış.
Karadeniz bölgesinde, dağınık bir yerleşim göze çarpar, biliyorsunuz.
Toprak değerli ya...
Su problemi hemen hemen hiç yok ya...
Tez sinirlenen yapıları dolayısı ile, birbirinden uzakta yaşamanın hayırlı olacağı düşüncesi var ya...
Herkes, kendi arazisine kurar evini oralarda.
Eskilerde, doğaya uyum sağlayan, küçük, ahşap ağırlıklı evler yapılırdı. Gerçekten göze çok hoş gözüken evlerdi onlar. Sağlıklıydılar da.
Şimdilerde, dağ başındaki ıssız arazisine,
yüzde bilmem kaç eğimli dik yamaca,(Adam yuvarlansa, tutamazsınız.) apartman dikiyor insanlar resmen.
Tadı tuzu kaçtı vallahi oraların.
Tüm memleket aslında aynı kaderi paylaşıyor.
Doğayı insafsızca katlediyoruz.
Kuşun da neslini tüketiyoruz nerede ise.
Ses ile kandırıyor, gerekli sayının çok üzerinde avlıyoruz göçmen kuşları.
Bu nedenle, ses, lamba ve ağ ile yakalanması yasaklandı.
Dilerdim,
bu tür hikayelerde değil de,
yaşayarak o güzelliklere şahit olabilseydiniz.
Güzel yorumunuza teşekkür ediyorum.
Sizde de çok hikayeler vardır ama,
bir türlü kaleme almıyorsunuz.
Hayırlısı diyelim.
ersinbaşeğmez
ben bu sıralar şiirlere yaslanıyorum
Yazının beni en çok ilgilendiren kısmı, avcılık kısmı oldu desem belki tuhaf gelecek.
Babamın hiç erkek çocuğu olmadığı için evin de en büyük kız çocuğu olmam dolayısı ile 15 yaşında başladı avcılık hikâyelerim. Bıldırcınlar, keklikler, kışın yaban ördekleri...
Hem yakalar, hem tutamaz, hem de yiyemezdim. Hani derler ya maksat tüfeğin nasıl tutulduğunu öğrenmek.
Öğrendik de.
Bir tutam hayat
avcılığı pek seven biri değilim.
Gençliğimde,
kar düştüğünde küçük kasabamıza,
yanı başımızdaki vadilerde, tepelerde çok çulluk, boz bakal, kara tavuk, bıldırcın, dirvana kovaladığım olmuştur tüfekle ama,
genelde çok hoşlanmıyorum avcılıktan.(Balık tutmak da dahil.)
Sadece bu bıldırcın avı, gece ışıkla yapılan gerçekten bir başka güzel oluyordu.
Gecenin bir yerinde, yüksek tepelerin ıssız bir köşesinde, mahalle arkadaşları ile buluşup, soluk lux ışığı gölgesinde sohbet etmenin zevkini anlatamam size.
Üşürseniz, bir de küçük ateş yakarsınız, etrafında halka olur, şen şakrak vakit geçirirsiniz.
Çok güzeldir.
Şimdi, yasaklandı bu av çeşidi.
Dolayısı ile hatıraların güzelliğinde gömülü kaldılar.
Unutulmasın, o güzellikleri yaşama fırsatı bulamayanlara bir tutan hayat dersi olsun diye kaleme aldık hikayeyi.
uzunca yazımızı bıkmadan okuduğunuz için teşekkür ediyoruz size.
Sağ olun.
Bu tüfekle av meselesi de ilginçti.
Bu konudan çok hikaye çıkar bence.
Çok küçük bir yaşta ayrıldım oralardan. Henüz dört yaşında...Üzerinden yıllar geçmiş olsa bile benim hatırlamamın imkanı olmadığını söyleseler de, ben hatırlıyorum.Belki rüyaydı ama hatırlıyorum. Yağmurlu bir Trabzon sabahı ve 90 lı yıllar.
Gözlerim dola dola okudum.Çünkü yıllardır hep orda olsaydık orda kalsaydık ne olurdu, nasıl olurdu diye sordum kendime.Köyde büyümek - bu köy Trabzon'un Çaykara'sı ise- nasıl birşey hep merak ettim.Çocuk olmanın orda verdiği huzuru, sabah kahvaltılarında kokusu buram buram tüten kuymağı, kış akşamlarının vazgeçilmez lahana çorbasını, patatesli ıspanaklı mısır ekmeğini yemenin orda getirdiği mutluluğu hep merak ettim.Onun özlemiyle büyüdüm.
Daha sonra gitmedik değil.Yirmili yaşlar, şehrin verdi o ağırlığı huzursuzluğu atmak için planlanan birkaç günlük tatille sınırlı kaldı.Çocukluğumuzu da büyük şehrin sokakları arasında, caddeye bakan parklarında yaşadık.Çocuk olduk ama tam bir çocuk olamadık hiçbir zaman.
En azından ben olamadım.
Özlemi çok büyük. Şimdi de bu yazıyı okurken hem Karadeniz'imi hem Trabzon'umu hem de çocukluğumu anımsadım. Gözlerim doldu, size yürekten teşekkür ettim.Ama İzmir'de az kuymak yemedik,ya da lahana çorbası yapıp apartmana dağıtmadık değil:))
Yedi çocuklu bir ailede büyümenin, şehirde geçirilmiş bir çocukluk olsa da Trabzon'umun kokusunu kendisini her şekilde taşımış olmanın mutluluğu hep var.
Çok ama çok sağ olun.
Ne güzel geldi şu kapalı sisli İzmir'e
Tebriklerim ve sevgilerimle.
İyi ki varsınız.
Sihirli Kalem tarafından 9/23/2014 4:03:34 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
yüreğinizden çıkarıp,
bu küçük yorum köşesine aktardığınız duygu yüklü cümleleri nasıl cevaplasak?
Ne desek, ne yazsak, ne anlatsak?
Ne kadar güzeldir doğduğunuz toprakları,
kokusunu, rüzgarını, yağmurunu, rüzgarını, taşını-toprağını, insanını özlemek.
1990'lı senelerin bir popüler şarkısı vardı. Güftesi şöyleydi;
''Eğer ölürsem buralarda
Eğer benim için ağlayan biri varsa baş ucumda
Eğer ölürsem buralarda
Vasiyetimdir, beni götürsünler doğduğum topraklara.
Beni, köyümün yağmurlarında yıkasınlar
Baş ucumda biten yediverenleri ah, aşıklar koklasınlar.''
İnsanın,
yaşadığı ve kaleme aldığı bir hikayeye yazılan yorumdan dolayı duygu yoğunluğu yaşaması ve gözlerinin dolması normal midir?
Değil ise, ben anormal bir insanım ve bu anormalliği çok seviyorum.
Bu güzel yorumu, bir de bu şarkının refakatinde okudum.
Sonra, yaslandım arkama ve düşündüm.
Ne güzel.
Çaykara'mın güzelliğini, çok uzaklarda, sıcak İzmir'in Konak meydanında, Kordonunda özleyen, yüreğinde yaşatan bir memleket sevdalısının olması.
Ve,
çok daha anlamlısı,
sihirli kaleminden döktüğü sihirli cümlelerle ölümsüzlüğe taşıması bu emsalsiz sevgiyi.
Ne yazmalı?
Dilerim bir gün,
binlerce kilometre uzaktan yola çıkan cümlelerimizin, hayatın hiç beklenmedik bir noktasında buluşması gibi,
ortak noktamız olan kara sevdamızda, güzel Trabzon'umuzda, aynı güzelliği seyrederken buluşur bakışlarımız.
Bu küçük notunuz, inanın yorumdan çok öteydi.
Sağ olun.
Sihirli Kalem
Ben inanıyorum efendim,
bir gün o yeşil cennettin -hangi durağı olur bilmiyorum- bir köşesinde o eşsiz havasını solurken sizi görecek ve Boztepe'nin eşsiz manzarasıyla çayını yudumlayacağız.
Yüreğiniz dert görmesin.
Saygım ve sonsuz değerle toprağıma...
Bir tutam hayat
Diğerini, ya da diğerlerini bulamadım maalesef.
Artık, affınıza sığınıyorum efendim.
Bu uzun hikayeyi, sabırla okuduğunuz için teşekkür ediyorum.
İki kısma bölmek gelmedi bu kez içimden.
Sizler, kalem dostlarının anlayışına sığındık, uzunca yazdık ilk defa.
Gayemiz,
bilinçsizce avlanma neticesinde, neslinin tükenme aşamasına gelen bir çok av hayvanından bir olan bıldırcın kuşunun,
şimdilerde yasaklanan ve oldukça haz veren bu avlanma biçimini,
bilgisayar be akıllı telefonlardan başını kaldırmayan genç nesillere anlatmaktı.
hayatı, sanaldan değil de, gerçeği ile yaşamanın güzelliklerini tariflemekti.
Zaman ayırıp okuduğunuz ve yorum bıraktığınız için teşekkür ederim kalem dostum.
Çok sağ ol.
Kemnur
her satırında yaşanmışlık, her satırında tecrübe kokan ve yazarın hiç yabancılık çekmeden gezinebildiği bize uzak coğrafyaların olduğu harika bir öyküydü. yine yeniden tebrik ederim sizi. hem bir kuşun, hem bir çocuğun gözünden bizi farklı memleketlere, farklı dönemlere götürdünüz. hatta lüksün sıcağını bile hissettim o yağmurda. elinize sağlık..
Bir tutam hayat
o kocaman hikayeyi gölgede bıraktı inanın.
Yani,
duygular, düşünceler, ancak bu kadar gönülden dile getirilebilirdi.
Ne çok sevindim.
Kolunuza girip, Karadeniz'in sarp yamaçlarında bıldırcın avına çıkarabildiğime sizi.
Orada,
küçük çocuk ve ağabeyinin yanında siz de vardınız.
Belki de hiç görmediğiniz, soluklanmadığınız, yağmurlarında ıslanmadığınız bir yurt köşesinde,
tanımadığınız, bilmediğiniz gönül dostları ile beraber oluşunuza çok sevindim.
Nerede yaşadığınızı bilmiyorum.
Memleketin hangi güzel köşesindesiniz?
Nerede olduğunuzun çokça önem yok aslında.
Zira,
güzel yazılarınız ve yorumlarınızla,
değerli kalem dostluğunuzla hep gönlümüzdesiniz.
Çok sağ olun efendim.
grafspee
Bir tutam hayat
Küçücük yorum cümlelerinizle,
hep varlığınızı hissettirirsiniz.
İyi ki varsınız.
Heyecanla ve ilgiyle okuduğum yazınızın geldiğim paragrafında 1970 li yılların anarşik olaylarından bahsedince, o birkaç satırı okurken saliseler içerisinde zihnimden vaoov yazının ilerleyen bölümlerinde değerli dostumun kaleminden siyasi içerikli bir öykü okuyacağız herhalde derken konu yine kuşa bağlandı.))
Her satırını pür dikkat büyük bir keyifle okudum her zaman ki gibi okuyucunun kendini konunun içinde hissettiği eşsiz anlatımınızla nefis bir yazı olmuş tebrik ederim.
Kaleminize emeğinize sağlık
Saygı sevgi selamlarımla.
Bir tutam hayat
zorla siyasi yazı yazdıracaksınız bize ha...
Aslında,
o dönemlere dair çok acı hatıralar var aklımızda da,
bir türlü elim varmıyor yazmaya.
Bilemiyorum,
belki günün birinde yazarız buraya, yaşanan acı günleri hatırlar, hüzünlerimizi paylaşırız.
Şüphesiz,
hikayenin bir noktasına o günlerden anılar sıkıştırılabilirdi ama,
çok uzardı o zaman da hikaye.
Düşünsenize,
aynı mahallede doğup büyüdüğünüz,
aynı sıralarda büyüdüğünüz çocukluk arkadaşlarınız.
Sırf babalarımız farklı partiyi tutuyor diye,
otomatikman ideolojik kulvarlarımız ayrı düşmüş.
Baban CHP'li mi, sen Komünist olmak zorundasın.
Yok AP'li mi, kesin Faşistler grubunda boy göstermek zorundasın.
Ve,
kol kola büyüdüğün arkadaş ile, üniversite sıralarında kanlı-bıçaklı olursun.
Acımadan birbirine kurşun sıkarsın.
Bir de, aynı mahallede, yan yana, omuz omuza yaşamaya devam edersin ha...
Böyle bir durumda,
bir dağ başında,
bıldırcın avında karşılaştığını düşün.
Yandı babam keten helva.
Bu tür karşılaşmalar oluyordu gerçekten.
Ama,
bir sihirli el, hem aklını, hem gönlünü yönetiyordu o zamanlarda.
Eğer,
birileri parmak sokmasa, dürtüklemese, aklını çelmese,
bu memleket evlatları asla birbirini kırmazdı.
Of!...
Uzattık lafı gene.
Hassas noktamızı yakalamayı iyi beceriyorsun ha!...
Neyse.
Güzel yorumuna teşekkür ediyorum.
Sıkılmadan, sona kadar okumayı başarabildiğin için de sağ ol diyorum.
"Zifiri karanlık. İnanılmaz kötü bir hava. Saatlerdir aralıksız yağan yağmurun, hiç de nihayeti gelecek gibi gözükmemekte. Alçak yağmur bulutlarından dökülen kalın damlalar, yolculuklarının daha ilk metrelerinde şiddetli Karayelin tuzağına düşmekte, kapılıp gittikleri bu öfkeli esişin tesiri ile, önlerine çıkan her şeyi, bir zalimin elinde şaklayan kırbaç misali mütemadiyen dövüp durmaktaydılar."
Oldukça emekli, birikimli ustaca yazılmış bir paylaşım. Tasvirler çok güzel roman tadı aldım. Tebrikler sevgilerimle...
yukapel tarafından 9/23/2014 12:58:27 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
Aşk ve sevgi üzerine yazılmayan yazılar çok pirim yapmıyor buralarda.
Sanırım,
biz, yaşları kemale erenler, birbirimizi daha iyi anlıyoruz.
Ya da,
yazılanlarda kendimize pay çıkarmada çokça zorlanmıyoruz.
Memleketin güzel köşesinden birinde yaşanan,
zamanımızda kaybolup giden güzel bir olayı,
günümüzün sanal aleminden başka eğlence, zevk bilmeyen gençlerimiz
anlatmak, öğretmek için yazmıştım hikayeyi.
Umarım ve dilerim birileri okur.
O parlak camlardan başlarını kaldırabilirseler tabi ki.
Güzel yorumunuza teşekkür ediyorum.
Bizler de sizi, ilgi ile takip ediyoruz efendim.