Eylül’ün ikinci yarısındayız. Zaman, güze çevirmiş yüzünü buralarda; hazan, adına, şanına yaraşır güzellikte
hüzün kokan tablolar boyamakla meşgul kendi bildiğince. Yeşilden nasibini almamış Abşeron yarım adasını sarıp sarmalayan ve Ağustos ayı boyunca imanımızı gevreten sıcakların beli kırılmış,
hasretle yolunu gözlediğimiz Hezri, olanca sevimliliği ve serinliği ile, usuldan usula kendini göstermeye başlamış Hazar’ın bu yetim sahillerinde.
Kurak geçen yaz mevsimi, Sovyet döneminden kalmış ölü fabrikaların kasvetli siluetleri gölgesinde yaşama mücadelesi veren bu eski sanayi şehrinin tek güzelliği olan ve bakımsız, geniş caddelerini inanılmaz sevimliliğe bürüyen yoğun ağaç kümelerini bile etkilemiş, en doğru tarifi ile resmen budamış, hatta ve hatta kısmen kel bırakmış durumda.
Yarı yarıya kuruyan yapraklar, Kasımın son günlerini hatırlatan bir manzara sunuyorlar Sonbaharın sıcacık
hüzünlerini özleyen, bekleyen, ümit eden gözlerimize. Bir Ekim ayı sabahında, Bolu Yedi göllerin seyir tepesinden, vadide dalgalanan renk denizinin ihtişamlı manzarasını, büyük bir zevk ve hayranlıkla seyredişimizi getirdi aklımıza bu sevimsiz durum.
Türkiyem...
Benim güzel memleketim.
Kara
sevdam, yaşama sevincim...
Nasıl da düştü yine aklımızın dumanlı vadilerine, nasıl da heyecan fırtınalarına yol verdi yine yorgun yüreğimizde.
Ah
vatanım, ah!...Mutluluk sebebim...
Nasıl da b
aşkadır her köşesi, nasıl da güzeldir.
Dağı, taşı, toprağı, ağacı b
aşkadır.
Rüzgarı b
aşka,
güneşi b
aşka...
Deresi, tepesi, denizi b
aşka.
İnsanı b
aşkadır,
sevdası b
aşka, şiiri-şarkısı b
aşka...
Geceleri b
aşkadır,
gündüzleri b
aşka. Rüyaları, hayalleri, ümitleri b
aşkadır.
Hepsi özeldir, hepsi bir b
aşka güzeldir.
Memleketimin de havaları, rüzgarları, dereleri, denizleri, usuldan usula soğumaya yüz tutmuştur şimdilerde. Takalar, serin suların peşine takılıp, Karadeniz’in güney sahillerine akın eden Hamsi’ye yürümüş; Kırlangıç ve Bıldırcınların, Rusya ve Kırım steplerinden başlayıp, Afrika’nın tropikal iklimlerine kadar uzanan zahmetli göç yolculuğu başlamıştır.
...
Zifiri karanlık. İnanılmaz kötü bir hava. Saatlerdir aralıksız yağan
yağmurun, hiç de nihayeti gelecek gibi gözükmemekte. Alçak
yağmur bulutlarından dökülen kalın damlalar, yolculuklarının daha ilk metrelerinde şiddetli Karayelin tuzağına düşmekte, kapılıp gittikleri bu öfkeli esişin tesiri ile, önlerine çıkan her şeyi, bir zalimin elinde şaklayan kırbaç misali mütemadiyen dövüp durmaktaydılar.
Talihinin körlüğüne okkalı bir küfür savurdu içinden. Böyle zahmetli bir yolculuk için seçilecek en kötü
zaman dilimiydi yaşadığı. Acele etmeyip, biraz daha ayak sürüseydi, belki de bu sevimsiz duruma yakalanmayacak, gökyüzünün karanlığını süsleyen binlerce
yıldızın hoş manzarası eşliğinde,
güle oynaya menzile ulaşabilecekti.
Oysa şimdi, üzerinde dibi delinmiş bir gök yüzü, altında ise, ağzından köpük köpük salyalar kusmakta olan dalgaları ile deli bir Karadeniz vardı. Nesiller boyunca süregelen ve her yılın belli
zamanlarında tekrar edilen bu zahmetli yolculuğun en tehlikeli b
ölümü, şüphesiz normal şartlarda 5-6 saat süren bu deniz geçişiydi. Üstelik de tarih realitesinin karanlık sayfaları, bu mücadeleye yenik düşen binlerce hemcinsinin hikayeleri ile dop doluydu.
Yolculuk güzel başlamıştı aslında. Kırım yarımadasının geniş düzlüklerinde günlerce beklenmiş, müsait bir hava ve rüzgar gözlenmişti. Genç ve tecrübesiz bireylere büyüklerce nasihatlar verilmiş, bu yorucu yolculuk hakkındaki gerekli bilgiler, en küçük ayrıntısına kadar anlatılmıştı. Olası tehlikeler ve nasıl bertaraf edildiğine dair tüm detaylar da, konu hakkında geniş tecrübe sahibi olan yaşlılarca usulünce aktarılmıştı.
Gel gör ki, bir kez daha evdeki hesap çarşıya uymamış, öfkesi ile meşhur Karadeniz’in gazabı, bu kez de onların, yaşamak için güneyin sıcak iklimlerine ulaşmak zorunda olan bu kader yolcularının üzerine çöreklenmişti. Alın yazılarında, bu serin ve kara sularda ömür tüketmek mi yazılıydı acaba?
Yorgundu. Uzun
zamandan beri, bu deli denizin hırçın dalgalarının hemen üzerinde, kader birliği yaptığı birkaç arkadaşı ile yürek yüreğe vermiş, azimle, inançla, cesaretle uçmaktaydılar. Küçük kanatlarındaki tüm gücün yavaş yavaş tükendiğini hissediyor, son bir gayret ve ümitle içgüdülerinin kendini sürüklediği güney yönüne, belki de hayata bir noktadan tutunabilme ihtimalinin bulunduğu son noktaya, karanlığın ürküten rengi ardında kaybolup gitmiş Karadeniz sahillerine doğru kanat çırpıyordu. Yağmakta olan şiddetli
yağmur, yaşamakta oldukları olumsuzlukları ziyadesi ile arttırıyor, ağırlaşan vücudu ve ıslana kanatları, uçuş hızını iyiden iyiye yavaşlatıyordu.
Tüm ümitlerini yitirmeye başladığı bir
zaman diliminde,
gecenin derinliklerinden süzülüp gelen küçük ve soluk bir ışık hüzmesi, kurtuluşun sihirli gücünü taşıdı dalgalara değmeye başlayan küçük kanatlarına. Sahile yaklaştıkça
yağmur etkisini azaltmış, saatlerdir adeta birbiri ile yarışan kocaman damlalar küçülmüş ve seyrekleşmiş, sakin, uysal bir esintinin sevimliliğinde, Anadolu’nun kuzey sahillerini kaplayan sık bitki örtüsünün suskun karanlığına doğru akıp gitmeye başlamışlardı.
Kanat çırpışlarını biraz daha hızlandırdı, gökyüzünün ürküten karanlığına doğru yükseldi. Ardından da, kuzeye doğru uzanan sayısız vadilerin birinin doğu yamacında yer alan seyrek ışıklardan birini gözüne kestirerek, o yöne doğru ecele ile süzüldü.
...
Yoğun ve yorucu geçen bir haftanın nihayeti,
yağmurlu bir cumartesi
gecesiydi. Reji’de(Tekel idaresinin eski adı ki; hala halk tarafından kullanılmaktadır.Osmanlı’nın borçlarına karşılık kurulan ve tütün, tuz, içki gibi ürünleri satın almak yetkisine sahip yabancı şirket.Borçları tahsil etmek adına, insanımızın bin bir güçlükle ürettiği ürünleri, yok pahasına satın alıyordu bu kan emici Fransız sülüğü.) memur olan
babanın, tek serveti olan ve çok zahmetler çekerek yaptığı mütevazi evin, hem mutfak, hem oturma odası, hem yatak odası, hem de banyo olarak kullandıkları küçük yaşam alanında, o günkü akşam yemeği faslı vukuatsız bitmişti. Yoksul
gecelerinin tek eğlencesi olan radyoda, birazdan başlayacak tiyatroya kulak kabartabilmek için, tüm aile bireyleri, o daracık ortamda kendilerine müsait bir yer bulma telaşına düşmüş;hem oturma, hem de yatma vazifesi gören genişçe sedirin baş köşesine kurulan
baba, Karadeniz insanına özgü köprülü ve büyükçe burnunun sırtına tutunma gayretindeki yakın gözlüğü yardımı ile, günlük gazetedeki havadisleri incelemeye koyulmuştu. Bu fakir ve kalabalık ailenin evine, nerede ise bir
ekmek parası değerinde olan günlük gazetenin, o günkü şartlarda bile aksamadan giriyor olması, günümüzle karşılaştırdığımızda, gerçekten taktir edilecek bir durum olarak göze batmakta.
Yedi bireyden oluşan bir çekirdek aile. Anne, çevrenin olumsuz baskıları nedeni ile okuma-yazma öğrenememiş, talihinin peşine takılarak, köyden ilçeye gelin gelmiş bir iyilik timsali insan. Çocuklarının gayreti ile bu önemli noksanını kısmen giderebilmiş, eğitim kurumlarının açtığı kurslardan da yararlanarak, ilerlemiş yaşlarda okuma-yazmayı sökebilmiş.
Hepsi oğlan, beş
çocuk. Ağabey, işsiz-güçsüz, gününü yaşayan, çokça sorumluluk duygusuna sahip olmayan bir değişik tip. Reji’de, mevsimlik işçi olarak çalışmakta, senenin diğer b
ölümlerinde ise, kendi kafasına göre takılmakta. Diğer
çocuklar ise, tespih taneleri misali, şehirde mevcut olan tüm okullara dağılmışlar. Biri üniversitede, biri lisede, diğerleri de orta ve ilk okulda okumaktalar. Maaşından b
aşka bir geliri olmayan
babanın, bunca masrafın altından nasıl kalktığı konusu, bu gün bile merak edilen bir muammadır. Annenin, ilçeye yakın olan
baba köyünde yetiştirdiği sebzeler ile,
çocukların boş
zamanlarında kazandıkları ufak tefek harçlıklardı z
annediyoruz bu işin sırrı.
Metin, on yaşında ve
kardeşlerinin en küçüğü idi. Ağabeyleri tarafından çok sevilir, küçük diye dışlanmaz, tüm oyunlarına, gezilerine, sohbetlerine dahil edilirdi. O da büyükleri ile olmaktan, onların arasında büyük bir insan muamelesi görmekten son derece zevk alır, nerede isi hiç kendi yaşdaşları ile takılmaz, tüm
zamanını dört büyük ağabeyine ayırırdı.
O
gece, herkesin kendi alemine daldığı bir anda, Metin, usulca ikinci ağabeyinin yanına sokuldu. Nedendir bilinmez, onunla teşrif-i mesaisi her
zaman çok daha samimi olmuştur. Usulca kulağına fısıldadı:
-Abi, bu gün beni bıldırcın avına götürür müsün?
1970’li yıllar, okullarda anarşinin kol gezdiği
zamanlar.Canını kollamaktan, kör bir kurşuna kurban gitmemek için köşe bucak saklanmaktan doğru dürüst ders takip edemeyen ağabeyi, evinin emniyetli ortamında, hafta sonlarının tamamında ve bazı
geceler de sabaha kadar kitaplarla boğuşarak, okuldan edinemediği bilgiyi derleme ve ders açığını telafi etme çabasındaydı.O akşam için de bir programı vardı ama,
kardeşinin
sevgi dolu bakışları, onu kırmanın asla mümkün olamayacağı düşüncesini pompalıyordu aklına. Ona yan gözle baktı ve sevimli bir tebessüm eşliğinde;
-’Tamam.’dedi. ’Hadi kalk ve hazırlan hemen. Hava da yağışlı, tam
zamanıdır şimdi.’
Çabucak hazırlandılar.Çok kısa bir
zaman sonra, dik yamaçlarda ardı ardına sıralanan ve yakın
zamanda hasadı yapılan mısır tarlalarından, toprağa saplı kalan mısır saplarının sivri uçlarının ayaklarını yaralamamasına dikkat ederek, ilçenin sırtlarına doğru tırmanmaya başlamışlar; tarihi mahallelerinin soluk sokak lambaları ile aydınlanmaya çalışan Arnavut kaldırımlı dar sokaklarını ve kol kola girmiş,
zamanın yıkıcı etkilerine direnmeye çalışan klasik 19. Yüzyıl Osmanlı mimarisi örneklerini taşıyan cumbalı evlerini çoktan arkalarında bırakmışlardı.
Eylül ayının nihayeti yaklaşmasına rağmen, hava hala Temmuz
gecelerini hatırlatacak kadar sıcaktı. Usul usul çiseleyen
yağmur, dolayısı ile yüzlerine, ellerine düşen damlaların hoş serinliği olmasaydı, bu dik yokuşları tırmanmak gerçekten zor olacaktı. Elektriksiz günlerin en müstesna aydınlatma aracı olan ve gaz yağı ile çalışan lux lambası ağabeyinin kucağında, kaplama (Bıldırcın avında kullanılan, balıkçı kepçesine benzeyen, biraz daha genişçe bir ağla kaplanmış, uzun ve ağaçtan bir sapı olan alet) Metin’in omzunda idi. Anneleri, her
zaman yaptığı gibi, alel alcele biraz
ekmek ve biraz köy peynirinden oluşan nevalelerini hazırlamış, ne olur ne olmaz diye ellerine tutuşturmuştu. Bir de pazar fileleri vardı,yakalamayı umdukları avlarını taşıyacakları.
Çiseleyen
yağmurun altında, iyice kaygan hale gelen yüksek eğimli tarlalarda düşe kalka epeyce bir dolaştılar. Her an karşılaşma ihtimali oldukları avlarını ürkütüp kaçırmamak için, küçük ve dikkatli adımlarla ilerliyorlar, bu aheste yürüyüş de yorgunluklarını alabildiğince katmerliyordu.
Küçük
kardeşinin iyice yorulduğunu fak eden eğabeyi;
- ’Biraz dinlenelim.’dedi
kardeşine.’Sonra devam ederiz.Yağmur şiddetlendi,o da hafiflemeli biraz. Gel şu horomun altına sığınalım,ne dersin?’
Horomun altında dinlenme fikri, çok cazip geldi Metin’e ve sevinçle kabul etti hemen ağabeyinin teklifini.(Mısırları toplanmış sapların,gruplar halinde birbirine bağlanarak, kızılderili çadırlarını anımsatan bir formda kurumaya bırakılması olayına horom deniyor yörede.)
Bu enteresan barınaklarını, iki kişinin rahat oturacağı biçimde genişlettiler çabucak, sonra da sıkış sıkış içine yerleştiler. Ağabeyi, gazın basıncını arttırmak,dolayısı ile iyice körleşen ışığı canlandırabilmek için bir kaç pompa bastı lambaya, sonra da
yağmurdan etkilenmemesi için kucağında korumaya aldı.Bu ilginç,sıra dışı ortam çok hoşuna gitmişti küçük çocuğun. Gecenin gizemli karanlığının sarıp sarmaladığı bu sesiz ve sakin dağ başında, arada bir çisesini sıklaştıran bir ş
aşkın
yağmur altında, tamamen
doğal ve oldukça sempatik bir barakada, lüx lambasının titreyen ışığı önünden geçen damlaları seyretmek çok hoştu gerçekten. Ekmek ve peynirlerini çıkardılar, sohbetlerine katık ederek afiyetle yemeye başladılar. Metin, o
gece yediği tuzlu peynirin lezzetini ömrü olduğunca asla unutamadı.
İki
kardeş, anın tadını çıkarmakla meşgulken, hemen yanı başlarından ’pırttt’ diye bir ses yükseldi. Metin telaşlandı, ağabeyine sokuldu.
-’Telaşlanma, sakin ol ve sakın kıpırdama! Yanımıza bıldırcın düştü.Şu ışığı sabit tut, kaplamayı da bana ver çabuk.’
Ağabeyi, yavaşça kalktı yerinden, ışıktan gözleri kamaşan ve görüş yeteneğini yitiren, yorgunluktan kıpırdayacak hali kalmayan bıldırcının arkasına dolandı. Başarılı bir hamla ile ağı kuşun üzerine kapadı.
Can havli ile çırpınışları boşunaydı artık.Doğanın esirgemediği tüm meşakkatlerine karşı, saatlerce sürdürdüğü inançlı mücadelesinin ardından, bir mucizeyi gerçekleştirerek bu koca denizi geçmenin ve karaya ulaşmanın, dolayısı ile soğuk sularda boğulup gitmekten kurtulmanın tadını çıkaramadan, insan oğlunun tuzağına düşmüş, muhtemelen yolculuğu ile birlikte hayatının da sona demlerine gelmişti.Çaresi yoktu, üzerini örten kocaman ağdan kurtulması imkansız gibiydi. Bir süre sonra çırpınmayı bıraktı, kaderine razı oldu.
Metin, ağabeyinin kuşu büyük bir itina ile ağdan çıkarışını, getirdikleri Pazar filesine ustalıkla, incitmeden yerleştirişini seyretti. Ne kadar sevimli bir hayvan diye düşündü. Küçük, sarı gagasını,
kahverengi,
siyah ve
beyazın karışımı tüylerini okşadı.
Yağmurun tekrar hafiflemesinin ardından, ekim yapılmayan kıraç arazilerde ve bodur çalılarla kaplı sarp yamaçlarında gezindiler bir süre daha. İşlenmediği için iyice sertleşmiş zemin, en azından
yağmurun etkisi ile çamurlaşmıyor, hem rahat yürümelerine imkan veriyor, hem de bir kayma ve düşme vakası sonucunda, dikkatle taşıdıkları lambanın kırılması, dolayısı ile bu ıssız dağ başında karanlıkta kalma ihtimalini azaltıyordu. Fındıklıklara ve ekili tarlalara girmediler. Zira, tarıma müsait alanlar o kadar az ve değerliydi ki, tüm gelirini topraktan sağlayan çiftçinin emeğine zarar gelmesin diye, azami dikkat göstermeleri gerektiği terbiyesi ile büyütülürdü tüm
çocuklar yörede.
Zaman iyice ilerlemiş,
gece, seherin alaca karanlığına doğru akmaya başlamıştı artık. Yağmur iyice kesilmiş, yoğun
yağmur bulutları da,usuldan usula gün doğumu istikametine doğru seğirtmeye başlamıştı.Gökyüzünün derinlerinden, birer ikişer tebessümlerini göstermeye başlamıştı
yıldızlar.Havanın durumunu inceleyen ağabey;
-’B
aşka av olmaz bu saatten sonra.Hava da açtı.Kuş, çok yorgun düşmediğinden dağı aşar, iç kısımlara geçer böyle durumlarda.’dedi.’Kısmetimiz bu kadarmış. B
aşka akşam yine çıkarız ava, olur mu?’
-’Olur.’ diye karşılık verdi küçük
çocuk. Nasıl olsa boş dönmüyorlardı avdan, elindeki pazar filesinde, itina ile koruduğu güzel bir kuşu vardı artık.
Yavaş yavaş yamaçtan inmeye başladıklarında, mahallenin tarihi evleri ile son derece uyum sağlayan caminin küçük bir demir direkten ibaret olan minaresine sabitlenmiş hoparlörden, müezzin Nuh Hafız’ın güzel sesi ile okuduğu saba makamındaki sabah ezanı duyulmaya başlamıştı artık. Ayliya ve Nefsipulathane kıranlarından da, kasabaya doğru akan birer ikişer avcı lambaları gözlenebiliyordu.
Mahallenin dar sokaklarında, sabah namazına yetişme telaşındaki ihtiyarların, bastonları peşinde koşuşturmalarından b
aşka bir hareket gözlenmiyordu. Pazar, dolayısı ile tatil gününün rehaveti, hareketliliği ve çalışkanlığı ile ünlü yöre halkının üzerine tam manası ile çökmüştü. Arada bir bıldırcın avından dönenlere havlayan köpekler ve
geceden yakalanan hamsiyi erken saatte balık haline yetiştirme gayretinde olan balıkçı motorlarının gürültülü motor sesleri olmasa, ruhu okşayan bu ezan sesinin nihayetlendiği anda, hayatın da sukuta ulaşacağını düşünebilirdi insan. Öyle bir mahzunluk hakimdi işte havaya.
Eve vardıklarında
annelerini, çoktan uyanmış ve sabah namazını eda ederken buldular.Çocuklarının döneceği saati tahmin eden hamarat
kadın, çay suyunu ateşin üzerine koymuş, kuymak malzemesini de hazır etmişti. Evin dış kısmındaki çeşmede ellerini, yüzlerini, ayaklarını yıkadılar. Av malzemelerini kilerdeki yerlerine yerleştirdiler, iyice çamurla kaplanan elbiselerini değiştirdiler. Küçük kuşu, ağabeyinin daha önce hazırladığı tahtadan yapılmış kafese yerleştirdi Metin. Annesinin tavsiyesi üzerinde de, önüne biraz bulgur tanesi ve bir küçük kapta da su koydu.
Annelerinin pişirdiği, tere yağda eritilmiş köy peyniri ve mısır unundan oluşan sıcacık ve lezizi yemeği, kaşık kullanmadan, sadece
ekmek bandırarak, ince belli bardakta sunduğu demli çay eşliğinde afiyetle mideye indirdiler.Dağda bayırda saatlerce dolaşmak, epeyce acıkmalarına sebep olmuştu. İyi ki o tuzlu peyniri vermişti
anneleri. Yoksa, eve zor düşerlerdi bu yorgunluk ve açlıkla.
Karın doyurma faslı da sona erince, beş
kardeşin beraberce yattığı yatak odasına usulca süzüldüler. Kimsenin uyanmasına fırsat vermeden, sessizce yataklarına kıvrıldılar, derin bir
uykuya daldılar. Kafes ve içindeki güzel kuş, Metin’in baş ucunda durmaktaydı.
Bu küçük ve sevimli kuş ile iyi arkadaş oldu Metin. Derslerinden arda kalan
zamanı hep ona ayırdı.Onu besledi, kafesini temizledi, en önemlisi de çok sevdi. Sonraki
gecelerde ağabeyleri b
aşka kuşlar da yakaladılar ama, o kendi arkadaşını hep onlardan ayrı tuttu. Onunla
vakit geçirmek, onunla ilgilenmek gerçekten çok eğlenceliydi ama, gönlü, onun kapalı bir kafes içinden yaşamasına da bir türlü razı olmuyordu. Kafesten çıkardığı anda,onun, bu harika arkadaşlığa anında son vereceğini, arkasına bakmadan uçup gideceğini biliyordu.
Bu ikilem içinde, bir kaç hafta daha geçirdi. Artık havalar iyice soğumağa başlamış, sobalar kurulmuş, kışlık yakacak stokları tamamlanmıştı. Bıldırcın geçişleri de iyiden iyiye azalmaya başlamıştı. Bu durum, göç mevsiminin bitmek üzere olduğunu haber veriyordu. Göçmen kuşlar, ya bir an önce Afrika’nın sıcak iklimlerine varacak, ya da kuzey yarımkürenin kış soğuğunda ölüp gideceklerdi.
Küçük Metin’in kafası karmakarışıktı son günlerde. Aklında hep kuşu vardı. O, kimdi? Nerede doğmuş, nerede büyümüştü? Onu arayan, bekleyen bir ailesi var mıydı? Nereden gelip, nereye gitmekteydi? O karanlık ve
yağmurlu
gecede, bunca geniş arazileri bırakıp da, neden kendi lambalarının yanı başına konmuştu? Tüm merak ettiklerini bir gün ağabeyine sordu, o da onun anlayabileceği dille anlatı.
Bıldırcın yaklaşık 20cm. boyunda,50-120 gr. ağırlığında, gövdesi yumurta biçiminde, kısa kalınca gagalı, kısa kanatlı, kısa kuyruklu bir göçmen kuştur. Bıldırcın, en çok buğday olmak üzere sırasıyla, yulaf, ayçiçeği anızı ve domates tarlalarında yerleşip yaşamayı sever. Tarlaların kesilmesi ile birlikte yere düşen tanelerle beslenip yağlanır. Gündüzleri tarlalarda kesilmiş ekin sapları, saman yığınları, çalılar arasında gizlenir. Kendisine iyice yaklaşılmadan kolay kolay uçmaz. Yuvasını çalılıklar altına eştiği bir çukura yapar.Sarı-
kahverengi 7-15 yumurta yumurtlar.Yılda 2-3 kez kuluçkaya yattığı olur. Üç haftada yumurtadan çıkan yavrular, hemen analarının peşine takılarak kurtçuk ve böcek yemeye başlarlar.Bıldırcınlar Ağustos,Eylül,Ekim aylarında Afrika’ya göç ederek kışı geçirir.Mart,Nisan,Mayıs’ta tekrar Rusya ve Romanya bozkırlarına dönerler.Geceleri alçaktan uçarak göç ederler.Karadeniz ve Akdeniz’i geçerken çok zorluk çekerler, binlercesi suya düşerek telef olur.Çok üredikleri için nesilleri tükenmez.Eti çok lezzetlidir.
Son cümle Metin’in hiç hoşuna gitmemişti.Çok sevdiği kuşunu, eti çok lezzetli olsa da, hiç kimsenin kesip yemesini istemiyordu. Onun mazlum, sessiz, çaresiz durumuna zaten çok fazla üzülmekteydi.Onun,
vatanından, arkadaşlarından, ailesinden ayrı düştüğü ve özgürlüğünü kaybettiğini düşüncesi, onunla beraber olduğu anlarda duyduğu hazzı, yüreğini acıtan bir
hüzün esintisine dönüşmeye başlamıştı. O
yağmurlu
gecede, yorgun ve çaresizliğinden faydalanarak onu yakalamasaydılar, şu anda bu kafeste değil de, belki de yuvasına doğru uçuyor olacaktı diye düşündü.
Küçük
çocuk, o anda kararını verdi. Ağabeyinin ş
aşkın bakışları arasında odasına koştu ve kafesi alarak çabucak geriye döndü. Kapağını yavaşça açtı, ve ürkek ürkek bakmakta olan sevimli kuşu eline aldı. Onu, incitmeden,
sevgi ile okşadı bir süre; başına, gagasına küçük öpücükler kondurdu.Sonra da, ellerini yukarılara kaldırdı, avuçlarını açarak, gökyüzünün engin
maviliğine doğru fırlattı. Kuş, ş
aşkın bir durumda on metre kadar uçtuktan sonra, bir çitlenbik ağacının toprak üzerindeki kalın kökü üzerine kondu. Önce sağına soluna, sonra da arkasına dönerek, özgürlüğünü geri veren, kendi küçük, yüreği büyük insan yavrusuna kısa bir süre baktı. Ardından da, güneye, Kaçkar’ların yüksek doruklarına doğru, hızlıca uçup gitti.
Çocuk,biraz üzgün, biraz dalgın ama,
sevgili arkadaşının özgürlüğüne kavuşmasının yüreğini dolduran gizli sevinci ile arkasından uzun uzun baktı.Görüş alanından çıktığında da başını öne eğdi, boynunu büktü; bakışları yerdeki boş kafese saplandı kaldı.
Onun bu mahzun halini gören ağabeyi, önce başını okşadı,sonra da omuzlarından kendine çekerek şefkatle sarıldı. Beraberce
gülümseyerek eve doğru yürüdüler. İçeriden,
annelerinin pişirdiği taze güz fasulyesinin nefis kokusu geliyordu.
Bir tutam hayat-23.09.2014-Azerbaycan