- 1583 Okunma
- 8 Yorum
- 1 Beğeni
BİR TANRI DOSTUNUN DOSTLARI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tarihî kentin ortasında âdeta paslı bir tank gibi duran kilisenin köşesinden döner dönmez hep o malum görüntüyle karşılaşırdım. Kışın rüzgârı kesen kalın ve yüksek duvarların dibinde cılız sırtına geçirdiği meşin pardösüyle büzülüp duran, yazın da gotik tarzı o muhteşem mimarinin dantelli gölgesinde avarece keyif çatan; kırk yaşlarında, sarışın, kızılca suratlı, saçıyla sakalları dağınık bir adam...
Önünde yarı açık bir motosiklet römorkunu andıran dört tekerlekli bir kulübe... İçinde de, sıkışık yattıkları hâlde gayet hâllerinden memnun görünen üç tane iri Alman kırması kurt köpeği...
Bazen o kilisenin önünden geçerken bisikletimi durdurur, bir ayağımı pedala diğerini yere koyup bekler, onları bir süre izlerdim. Sahipleri hiç kimseyle konuşmaz, sadece belirli zamanlarda karşıdaki pastaneden kaşarlı soğuk sandviç türü bazı yiyecekler satın alır, özenle karınlarını doyurur, âdeta onlara gözü gibi bakardı.
Bizim için sıra dışı sayılan bu monoton tablo, beni hem derin bir merakın tatminsizliği içinde hapseder, hem koca bir ömrü üç köpeğin mutluluğuna feda etmenin gizemli anlamsızlığı altında bocalatırdı. Hele köpeklerin kafalarını arabadan dışarıya çıkarıp çenelerini beton zemine dayadıkları, huzur ve mutluluk dolu bakışlarla sahibinin gözlerine mıhlandıkları an, aralarında âdeta çelik gibi bir sadakat duygusunun filizlendiğini hissederdim.
Hemen her gün sabahtan gün batımına kadar, onları bu şekilde burada görmeyi bir hayat tarzı kadar kanıksamıştım sanki. Kendi kendime, ah keşke onların bir de geceyi nerelerde ve nasıl geçirdiklerini bir bilebilsem der dururdum.
Bir sabah erken saatlerde alışveriş için, biraz şehrin dışında bulunan büyük markete gidiyordum. Ren Nehri boyunca uzanan karayolunun kenarında geniş bir çiftliğe açılan ve demirden kemeri beyaz, sarı ve kırmızı güllerle sıkıca sarılı olan çift kanatlı büyükçe bir kapıdan çıkarken gördüm onları. Hım, şimdi anlaşıldı... Gündüzleri kilisenin önünü mesken tutan daimi konuklar, geceyi burada geçiriyorlar demek ki dedim içimden.
Ağaçların taze yeşille göverdiği, insanın kendisini âdeta sağlık ve mutluluk içerisinde kaybolmuş gibi hissettiği bir ilkbahar günüydü. Çocukluk günlerinden beri ailesiyle bu şehirde oturduğunu iyi bildiğim bir arkadaşla, Ren Nehri’nin kıyısındaki çayırlı düzlüklerde bir müddet dolaşmış, ağır adımlarla şehre doğru yürümeye başlamıştık.
Tarihî kilisenin köşesinden kıvrılmış, yine aynı manzaranın değişmez aktörlerini o her zamanki yerlerinde görmüştük. Tam önlerinden geçtiğimiz sırada, kendisiyle beraber yürüdüğümüz arkadaşın, birdenbire bu köpeklerin sahibiyle sıcak bir şekilde merhabalaştığını fark etmiştim. Daha sonra ayaküstü hâl ve hatırını sormuş, bizi tanıştırmıştı. Birdenbire, adamın ince dudaklarını istila eden sarımtırak kılların arasından, biraz çekinik biraz zarif bir edayla “ben Klaus” şeklinde bir ifade dökülmüştü.
Ardından daha fazla durmadık, hemen hoşça kal deyip ayrıldık. İçimden, şimdi, bir süredir biriktirmiş olduğum bir yığın merakı gidermenin tam zamanı diyordum. Adımlarımız sekiz on metre ilerleyince sordum:
— Pardon Mehmet ağabey, bir şey sormak istiyorum.
— Tabii kardeşim, buyur sor.
— Şu az önce beni kendisiyle tanıştırdığın Klaus var ya, onu ve üç köpeğini her zaman bu köşede görüyorum ben. Uzun zamandır bu şehirde oturduğun için, tahminimce onu yakinen tanıyorsun. Kim bu ilginç adam? Onun yaşam öyküsünü çok merak ediyorum. Bana detaylıca anlatır mısın?
Önce derin bir nefes aldı Mehmet ağabey. Ardından, ah sorma kardeş... Dedi ve devam etti.
— Burası bugün elli beş bin nüfuslu bir şehirdir. Bundan yaklaşık kırk sene önce bu şehir, yirmi bin kişilik küçük bir ilçeydi. Neredeyse herkes birbirini tanırdı. Klaus ve ailesini Türkiye’den Almanya’ya ilk geldiğimiz yıllarda kirada oturduğumuz günlerden beri tanırım. Komşumuzun oğluydu. Birlikte yedi yıl kadar evlerimiz dip dibe oturduk. Kendileriyle en ufak bir sorun yaşamadık. Özellikle bayramlarda ve doğum günlerinde iki aile bir araya gelir, tebrikleşirdik. Benden on dört ay kadar küçük olan Klaus, o yıllarda çok zeki ve çalışkan bir çocuktu. Bütün okulları üstün başarıyla bitirdi. Daha sonra kimya fakültesine gitti, uzman bir mühendis oldu. Yakın bir eyaletteki dev kimya tesisinde on yıl kadar mühendis olarak görev yaptı. Bu arada evlendi. Hatta dinî nikâhını bu tarihî kilisede kıydırmıştı. Kendisi dindar bir Katolik’tir. Fakat üst üste gelen bazı talihsizlikler bir türlü onun peşini bırakmadı. Büyük bir şok geçirdi ve birtakım psikolojik bunalımlar yaşadı. Benim de bütün bu olumsuz gelişmelerden, dört yıl kadar önce Mainz’dan gelirken kendisiyle trende karşılaştım, öyle haberim oldu.
— Ne oldu, neler geldi başına?
— Öyle tahmin ediyorum ki eşi kendisini bırakıp gitmiş, başka birisiyle yaşamayı tercih etmişti. Çünkü o gün trende karşılaştığımızda bana “Mutluluğa beraber yürüdüğümüz o kadın, Tanrı huzurunda verdiği ömür boyu seni seveceğim sözünü tutmadı” demişti.
Daha sonra bu bahtsız evlilik onu çok üzdü. Bu meseleyi âdeta kale gibi büyüttü ve bir türlü içinden çıkamadı. Başta mühendislik mesleği olmak üzere, hemen her payeden vazgeçti. Normal yaşamı tamamen bıraktı. Bir İngiliz atıyla bu üç köpeği yanına alıp uzlete çekildi. Âdeta hayata küstü ve uzun müddet insanlarla görüşüp konuşmak istemedi. Kendisiyle bir ara yine böyle kilisenin önünde karşılaştığımızda, bana, annesiyle birlikte, ölen babasından miras kalan büyük bir çiftliğe yerleştiklerini söylemişti. Bizim ailecek köklü bir komşuluk geçmişimiz olduğundan, dert ve sıkıntılarını benimle paylaşmaktan çekinmezdi. Sanki son birkaç yıldır, durumu biraz daha iyi görünüyor. O üç köpeği gezdirmek amacıyla, çarşı ve pazarlara çıkmaya başladı. Almanların çoğu gibi, o da ideal düşünceye sahip bir insandır.
— Tekrar normal hayata dönmesi için kendisiyle bir konuşsak olmaz mı?
— Hiç sanmıyorum. Bir seferinde kendisine; Klaus, boş ver arkadaşım. Bir dilekçe ver tekrar mesleğine dön, bence çok daha iyi edersin dediğimde, bana şöyle birkaç çarpıcı söz söylemişti:
“Ben, insanları değil insanlığı istiyorum. Ve tam bir sadakat arıyorum. Bu sadakati de, evdeki atımla bu köpeklerde bulduğuma inanıyorum. Bunlar benim sadık dostlarım. Böyle bir bağlılık ve sadakate ihtiyacım var benim. Onların ne kadar içten olduklarını hissediyorum. Beni bütün yönlerimle tanır onlar. Beraber konuşuruz, şakalaşırız, sohbet ederiz, sevinir veya üzülürüz. Kısacası onlar benim dostum, ben de Tanrı’nın dostuyum.”
…
O günden sonra, Klaus hep o bildik köşede üç dostuyla birlikte bulunmaya devam etti. Çarşı, oturduğumuz evle eski kilisenin tam ortasında yer aldığından, neredeyse hemen her gün onu yine aynı sadık dostlarının yanında oyalanırken görürdüm. Hatta arada bir yanına uğrar, kısaca hal hatır sorar, hoşbeş ederdik.
Bu böyle yaklaşık altı yedi ay kadar sürdü. Fakat bir gün Klaus ve dostlarının birdenbire o köşeden kaybolduklarını fark ettim. Yağmurun hafiften çiselediği ılık bir eylül günüydü. İlk defa onları, o her zamanki yerlerinde göremiyordum... Olmaması gereken, çok sıradışı bir durumdu bu... Belki şiddetini gittikçe artıran yağmur nedeniyle bir saçağın altına gizlenmiş olabilirler, diye düşündüm önce. Daha sonra Klaus’un o insanın içini titreten soğuklarda kar kış demeden buralarda sırılsıklam dolaştığı bol sağanaklı ve sert tipili günleri hatırladım birden. Çevreye bir göz attım, birkaç defa kilisenin etrafını dolaştım yine o aynı yere geldim. Baktım... Gözlerimin her defasında Klaus ve dostlarını görmeye alışık olduğu o mahzun boşlukta, sadece birkaç tane uyuz sinek uçuşuyordu.
…
Aradan bir hafta kadar bir zaman geçmişti. Her hafta sonu olduğu gibi, yine bir cumartesi sabahı erkenden bisikletle gezintiye çıkmış, üç komşu köyü gerilerde bırakarak geniş bir daire çizmiş, şehre ait mezarlığın bulunduğu ağaçlık güzergâha doğru yaklaşmıştım. Bu sırada bisikletin zinciri atmıştı. Yere indim tekrar taktım. Ardından, daha önce mezarlığı gezerken tesadüfen rastladığım dört adet Müslüman askerin kabri aklıma geldi. Bu kabirler, İkinci Dünya Savaşı sırasında buralarda hayatlarını kaybeden Kuzey Afrika kökenli dört Müslüman Fransız askerine aitti. Mezarlığın biraz yukarı tarafında, büyük bir özenle korunduğu imajı veren güller, kasımpatılar ve begonyalarla süslü bir köşede sessizce uyuyorlardı.
Bu kısa ziyaretin ardından, mezarlığın içindeki ince asfaltlı yolda, elimde bisiklet ağır ağır yürümeye başladım. Derken, üç iri kurt köpeğinin mezar taşlarının arasından başlarını kaldırıp birdenbire karşımda belirmesiyle irkildim. Böylesi bir manzarayla burada ilk defa karşılaşmıştım. Değil üçüne birden, bu ülkede başıboş sahipsiz bir köpeğe bile rast gelmek, âdeta yolda giden bir otomobilin birdenbire sürücüsüz olduğunu fark etmek kadar şaşırtıcıydı.
Ürkek bakışlarla birkaç adım daha yaklaştım. Biraz zayıflamış gibi görünseler de bu üç kurt köpeğinin, geçen hafta aniden ortadan kaybolan Klaus’un dostlarıyla tıpa tıp benzeştikleri sonucuna vardım. Yeni bir kabir yığıntısının önünde nizami şekilde yan yana dizilmişler, ön ayaklarını düzgünce uzatmışlar, çökük kaşlarla mahzun mahzun toprağa bakıyorlardı.
Canım sıkılmıştı. Kendi kendime; “yoksa bizim Klaus ölmüş olmasın sakın…” dedim. Birdenbire yüreğimin derinliklerinde ıpılık, garip, pul pul dökülen bir korkunun depreştiğini fark ettim. Sonra kabrin başucuna saplanmış beyaz tahtadaki ismi okumak ve iyice emin olmak için birkaç adım daha attım. Fakat üzüntüden belki saldırırlar endişesiyle köpeklerden biraz çekindim, mezara daha fazla yaklaşamadım. Yazılar da küçük olduğundan, ne yazıldığını tam manasıyla seçememiştim.
Derken gözüm, beş altı metre ötedeki kara sedirin altında sıralı duran birkaç çelenge takıldı. Baktım, birisinin üzerinde “Huzurla uyu Klaus! Seni hiç unutmayacağız” şeklinde bir yazı parlıyordu. Bu ibare, âdeta içime atılan bir avuç köz gibi beni yakmıştı. Hemen cep telefonuna sarıldım, beni Klaus’la tanıştıran Mehmet ağabeyi aradım. Önce, bir haftadır Klaus ve dostlarını o kilisenin köşesinde göremediğimi söyledim. Bana, müsaitsen bekle çarşıya geliyorum, kafede oturur konuşuruz; sana bu konuda duyduklarımı anlatırım, dedi ve telefonu kapattı.
Çarşıda buluşup görüştüğümüz kafenin yeri bizce belliydi. Yaklaşık yarım saat sonra birbirimizi bulduk. Mavi ve turuncu renkli büyük bir şemsiyenin altına oturduk. Gözlerimiz nemli, gönüllerimiz elemliydi. Konuşmaya kardeş diyerek başladı Mehmet ağabey:
— Klaus hakkında bir şey duydun mu?
— Yo, duymadım ama onun öldüğünü öğrendim.
— Ya... Pekiyi nasıl öğrendin?
— Ben şimdi şehir mezarlığından geliyorum. Yeni kabrini gördüm. O sadık dostları da mezarının başında hüzünle bekliyorlardı. Hayatımda ilk defa üç köpeğin, sahibinin kabri başında matem tuttuğuna tanık oldum. Ama neden öldüğünden haberim yok tabi.
— Duyduğuma göre, Klaus geçen cumartesi sabahı evde rahatsızlanmış. Çiftliğinde bahçıvanlık yapan Polonyalı gencin yardımıyla hemen hastaneye götürmüşler. Beyin kanaması teşhisiyle ameliyata almışlar ama ne yazık ki kurtaramamışlar.
— Sizin hiç haberiniz olmadı mı?
— Maalesef... Ben de dün işyerinde, onu iyi tanıyan bir Alman arkadaştan duydum ve çok üzüldüm. Hiç olmazsa birlikte yaşadığı annesi İsabella teyzeyi teselli ederdik.
— Pekâlâ, şimdi gitsek olmaz mı?
— Olur, ama ben evi bilmiyorum ki... Sana daha önce söylediğim gibi, bir seferinde bana o talihsiz olay yaşandıktan sonra babamdan kalan çiftlikte annemle yaşıyorum, demişti.
— Ama o çiftliği ben biliyorum.
— Gerçekten mi! Maşallah senin de bilmediğin yok. Nerede bu çiftlik?
— Ren Nehri boyunca uzanan ve büyük markete giden yolun kenarında.
— Müsaitsen gel arabaya atlayıp gidelim o zaman.
— Ama randevusuz pat diye gidilir mi? Hem bu ev ziyareti onlar için biraz garip kaçmaz mı?
— Gidilir gidilir... Garip kaçmaz. Zaten bizde cenaze çıkan eve haber vererek gidilmez. Üstelik onun annesi bizim bu tür örf ve âdetlerimizi çok takdir eden bir kadındır.
— Tamam o zaman...
…
Yaklaşık on dakikalık kısa bir yolculuğun ardından çiftliğe yaklaşmıştık. Kemeri rengârenk güllerle süslü o iki kanatlı demir kapının önüne gelince durduk. Arabayı uygun bir yere çektik. Kapı zilini çaldık. Biraz sonra açıldı, içeriye girdik.
Bizi önce Polonyalı bahçıvan genç karşıladı. Daha sonra önümüze geçti, büyük bir ceviz ağacının altına doğru götürdü. Oradan da kenarları solar lambalarla süslü, cilalı mermer parçalarıyla döşenmiş zarif ve ince bir geçitten on beş yirmi adım yürüdükten sonra; masa, sandalye ve saksılı çiçeklerle donatılmış şirin bir kamelyaya buyur etti. Burası, görenlerin başını döndürecek kadar düzenli ve bakımlı bir yerdi. Bizim bildiğimiz anlamda bir çiftlik evinden daha çok, geniş arazili bir devlet konukevi imajı uyandırıyordu.
Klaus’un atı da tam karşımızda bulunan küçük hara’nın yarı açık kapısından başını çıkarmış, şaşkın ve keyifsiz bakışlarla bizi süzüyordu.
Birkaç dakika sonra, uzunca boylu, yaşı yetmiş civarında, siyah döpiyesli, beyaz saçlı, burnu gözlüklü bir kadın geldi. Mehmet ağabey hemen kendini toplayıp “İsabella teyze! Ben Mehmet” deyince ayağa kalktık.
Kadın, gözlüğünü düzelttikten sonra bize şöyle bir baktı. Üzgün ve fersiz bir ses tonuyla:
— Merhaba, dedi...
— Beni tanıdın değil mi? Eski komşunuzun oğlu Mehmet...
— Tanıdım...
— Başınız sağ olsun İsabella teyze. Klaus’un ani bir rahatsızlıkla vefat ettiğini öğrendik. Çok üzgünüz. Size taziye ve tesellilerimizi sunmak için geldik.
İsabella teyze, bu taziyeyle çok duygulanmıştı.
Bize önce, nemli bakışlarının arasına kondurduğu buruk bir gülümseme ile teşekkür etti. Daha sonra, sarı metal çerçeveli gözlüğün top gibi yuvarlak camları; rengi mavi, beyazı berrak gözlerden peş peşe damlayan yaşlarla buğulandı.
— Sevgili Klaus’u çok sevdiği Tanrı yanına aldı diyordu. Onun aniden uçup gitmesi, hepimizi perişan etti. Köpekler kayboldu, at ağlaya ağlaya hastalandı...
— Köpekler mi dedin İsabella teyze? Köpeklerin üçü de mezarlığa gitmişler. Bugün bu arkadaş görmüş. Klaus’un kabri başında matem tutuyorlarmış...
— Öyle mi?.. Ay aman Tanrım! O zaman belediye yetkililerine çabucak haber verelim. Onları incitmeden bir psikolog veteriner eşliğinde geri çiftliğe getirsinler...
…
Yarım saatlik bir ziyaretin ardından veda vakti gelmişti. Bu sırada Polonyalı bahçıvan söze girdi:
— At... Atın durumunu görmek ister misiniz?
— Tabii, ayağa kalkmışken at ne durumda bir bakalım.
…
Bahçıvan kahverengi plastik çizmeleri giydi... Küçük hara’nın kapısını iyice açtı, ışığın düğmesine bastı. Biz de bütün dikkatimizle atın gözlerine odaklanmıştık ki, birdenbire gözlerimizi fal taşı gibi açık bırakan bir manzarayla karşılaştık.
Klaus’un atı, tıpkı bir insan gibi boncuk boncuk gözyaşı döküyordu. Bizi görünce, sanki hüznünü daha fazla belli etmeye başlamıştı. Kâh ön ayaklarını arada bir yere doğru vuruyor kâh homurtuyla karışık kişner gibi yapıyor, siyim siyim ağlıyordu. Polonyalı bahçıvan, doru atın dağınık yelelerini hafif hafif okşarken, Mehmet ağabeyin ağzından şu kelimeler dökülüyordu:
— Atların bazen ağladıklarını duymuştum. Ama ilk defa bir atın ağladığını, şimdi görüyorum.
MESUT ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Güzel bir hikaye, yenilerini bekliyoruz Mesut Bey. Ayrıca bana dün hediye ettiğiniz şiir kitabınızı da bitirmek üzereyim. Tebriklerimi sunuyorum.
Mesut Özünlü
Mesut Özünlü
Defterde bazen öyle olağanüstü öykülere rastlıyorum ki en aykırı psikolojide olsam bile, içimde oluşan duygular bir yandan derin bir hüznün doğmasına sebep oluyor, diğer yandan sonuna geldiğimi belli eden nihai cümlelere üzülüyorum. Finale gelmiş olmaktan dolayı ekstradan üzülüyorum. Şu saatlerde aynı duyguların tesiri altında içim içime sığmıyor.
Kullanılan her kelime öyle bir özenle seçilmiş ki, yazarın duygularını ne bir dirhem fazla ne bir dirhem eksik, olduğu gibi okurun içine boca ediyor. Tasvirler mükemmel ve yazarın aktardıkları okurun gözünde canlanıyor. Okuduğunuzda, kahramanın adı verilmeseydi bile, anlatılanlardan iki farklı kültürün ortak alanlarını kendiniz bile farkedebilirdiniz. Bu da yazarın çevresini hem de tüm detaylarıyla bildiğini, bırakın bilmeyi, içselleştirdiğini fazlasıyla gösteriyor.
Öykü felsefesi açısından da dört dörtlük kıvamında, çok güzel bir eserdi.
Kaleminize de yüreğinize de sağlık...
Mesut Özünlü
Gerçek dostluğu hayvanlarda bulan adamın hüzün hikayesi ve onun ardından ağlayan gerçek dostları.
Hüzündü hikaye, tebrik ederim
saygılar
Mesut Özünlü
Klaus'un toprağı bol olsun. Hayattayken ne kadar sevgi ve ilgi göstermiş demek ki bu sadık dostlarına. Bazı insanlara, ne kadar ilgi, alaka gösterseniz de Hayvanlardaki vefa bazılarında bulunmuyor maalesef.
Hüzünlü bir hikayeydi ama yazı öyle akıcı ve güzeldi ki ben keyifle okudum.
Saygılar,
Mesut Özünlü
Mesut Özünlü
Mesut Özünlü
Sonuna kadar merakla okudum hikâyenizi. Gerçekten güzel, derli toplu bir anlatım. Ustaca yazılmış. Tebrik ve teşekkür ediyorum Mesut Bey.
Selâm ile.
Mesut Özünlü
Gerçekten çok güzel bir hikaye okudum sabahın bu erken saatlerinde.
Konusu güzeldi ama,
sunuluşu bir başka idi gerçekten.
Her cümlesini, başlangıç kelimesinden, noktasına kadar itina ile okudum, inceledim.
Böyle hikayeler kaleme almayı nasip etsin bize de Yaratan diyorum.
Yazarını gönülden kutluyorum.
Çok başarılı.
Çok etkileyici.
Güne getirenleri de tebrik ediyorum.
Mesut Özünlü
Öyküme yapmış olduğunuz sitayişkâr sözleriniz için çok teşekkür ediyorum. Selam ve saygılarımı sunuyorum.
Yazınızı ilgi ile okudum..
Kırmızı kurdaleyi hak ettiğine inanıyorum..
Selamlar...
Mesut Özünlü
Öyküme yapmış olduğunuz yorum için çok teşekkür ediyorum. Bu takdiriniz, kuşkusuz yeni öykülerime ve öykücülüğüme güç ve moral katacaktır. Selam ve saygılarımla.