DEVLET DAİRESİ
BANKA MEMURU
Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, Anadolu’nun küçük bir kasabasında ki bankanın önünde, seksenli yılların eziyet yüklü kuyruklarını andıran bir sıra uzanıyordu. Bina, o kasabada bulunan tek banka olmanın verdiği haşmet ile, önünde sıralamış bir halde bekleyen insanlara oldukça yukarıdan bakıyor, yer yer ezilmiş, ya da hesapsız bir şekilde döşenmiş parke taşlarının ( ilçede hemen hemen her yerde bu manzara ile karşılaşmak mümkündü) oluşturduğu derin boşluklara dolarak, adeta küçük birer gölcük oluşturan yağmur sularının arasında, kapının açılmasını bekleyenleri seyrediyordu.
Bu bankanın devlete ait bir kurum olması, insanların ona gereğinden fazla ir resmiyet yüklemesine neden oluyor, bu resmiyetten yaka silker hale gelen halk,( çaresiz bir halde), işlerini halletmekle görevlendirilmiş olan memurların hışmına uğramamak için, fazladan strese giriyordu.
Uzun kuyruklar, çağa ayak uyduramamış vezneler ve en az o vezneler kadar soğuk bir görüntüye sahip olan, asabi bakışlarıyla onları bekleyen memurlar kasabanın halini ortaya koymaya yetiyordu. Açılan kapının önüne doğru hücum eden kalabalığı nizami bir sıraya koymak için uğraşan güvenlik görevlisi, kullandığı sert ifadeler ve ciddi tavırla, bekleyenlere mesai saatinin başladığını hissettiriyordu.
İlyas, sabah namazını kıldıktan hemen sonra, tanyeri henüz yeni yeni aydınlanırken evden çıkıp, çamur deryası haline gelmiş olan kasaba yoluna düşmüş olmasına rağmen, kendisine önlerde bir yer bulamamıştı. Kasabaya geldikten sonra, bir saat kadar da bankanın kapısında beklemiş, sağanak halinde yağan yağmura aldırış etmeden diğer herkes gibi sabretmişti.
Yaz aylarındaki kuraklık yüzünden tarlasından beklediği verimi alamaması, mazota ardı ardına eklenen zamlar, tohum fiyatlarının tavan yapması ve hayvanlara yedirdiği yemin ziyadesiyle pahalanması onun da belini bükmüş ve banka kuyruğundaki yerini almasını sağlamış, onu kredi almaya mecbur bırakmıştı.
Alacağı krediden ziyade, o borcu isterken karşılaşacağı tavırdan dolayı tedirgindi. Zira ilçede bulunan o tek bankaya kredi başvurusunda bulunmak için gelen herkes, çıktıklarında “Bir daha ki sefere kolumu kesip yerim de aynı zulmü yaşamam” diye düşünecek kadar canından bezmiş bir hal alıyordu. Hatta bazı köylerde “daireye düşmek” diye yeni bir deyim bile türemişti. Kimin başına beklenmedik, üzücü bir hadise gelse, “Allah beterinden saklasın” yerine “ Allah devlet dairesine düşürmesin” denmeye başlanmıştı. Bazı akşamlar da kahvehanede yorgunluk kahvesi içen bir ihtiyar, “Bu gün kasabaya indim, bankada işim vardı” diye söze başlasa, herkes bir anda ona kulak kesilir, pür dikkat anlatacağı hikayeyi dinlemeye koyulurdu.
Bir akşam kahvehaneye köyün ihtiyarlarından olan Sabri Ağa gelmiş ve neşeli bir tavırla,
“Duydunuz mu, bankaya yeni bir memur gelmiş. Pek muhterem bir zat diye bahsediyorlar. İşlemleri yaptıktan sonra gülümseyip teşekkür bile ediyormuş” dediğinde, kahvedekilerin yüzlerinde bayram sevincine benzer bir gülümseme peyda olmuş, bu dedikodu bir gün içinde bütün köyü sarıvermiş, duyan herkesi heyecanlandırmıştı. Ancak o memurun da diğerlerine ayak uydurup, süregelen teamüle kendini kaptırması sadece bir ayını almıştı.
İlyas, ilerleyen yaşına ve bedenini artık taşıyamayarak titremeye başlayan bacaklarına rağmen, hemen bankanın içerisine girerek, bir numaralı gişenin önünde uzanan kuyruğun ortalarında kendisine yer bulabildi. Asıl eziyet yeni başlıyordu, zira dışarıda dururken saat kaça kadar bekleyeceklerini, sonunda mesai saatinin gelmesiyle içeriye girebileceklerini biliyorlardı. Ancak şimdi işler değişmiş, ayakta sıra bekleme mevzusu memurun el çabukluğuna ve inisiyatifine bağlıydı. İlyas beklemekten başka bir çarenin olmadığını, sızlanmanın ya da memur ile herhangi bir şekilde laf dalaşına girmenin onun menfaatine olmayacağını bilecek kadar tecrübeliydi. Hem bankadan sonra daha vergi dairesine gidip, alacağı kredinin bir kısmı ile günü geçmiş vergi borcunu ödeyecek, yeni doğan torununu kaydettirmek için de nüfus müdürlüğüne uğrayacaktı. İlyas bir gün içinde bu kadar fazla devlet dairesine işinin düşmesinin, ancak affedilmeyecek kadar büyük bir günah işlenmesi ile mümkün olacağının farkındaydı. Bu yüzden de sıra beklerken bir yandan tefekkür edip, son günlerde işlediği bütün günahları teker teker aklına getiriyor, diğer yandan da “estağfurullah” diyerek “tövbe” ediyordu. Bir anda aklından “Allahtan icra müdürlüğünde bir işim yok” diye geçirerek, “Yine de Allahın sevdiği bir kuluymuşum” diye düşündü.
Dakikaların ilerlemesi ile bankada bulunan dört gişe de dolmuş, her birinin önünde kapıdan dışarıya taşacak kuyruklar uzanmıştı. Zaman zaman en sonda, duvar dibinde bulunan dördüncü gişenin önünden homurtular yükseliyor, yüzü asılmış bir halde kuyruktan ayrılanlar diğer veznelerin önünde tekrar sıraya giriyordu. İlyas, bir şeylerin ters gittiğini fark etse de, yıllardır geldiği bu yerde ki bütün teamülleri biliyor olmanın verdiği rahatlıkla beklemeyi sürdürdü. Bir saat sonra, sırada bekleyenlerin de sinirleri fazlasıyla gerilmiş ve başlangıçta tek tük duyulan homurtular sıklaşmaya başlamıştı. Buna bir de gişede ki memurun, her birkaç işlemden sonra yerinden kalkması, başka bir odaya gitmesi ve beş dakika sonra yeniden dönüp, hiçbir şey olmamış, sanki onlarca insan yorgun ve ıslanmış bir halde onu bekleşmiyormuş gibi, sakin bir tavırla yavaşça yerine oturması, o sinir bozucu bir şekilde emir kipi ile sarmalanmış ses tonuyla “sıradaki” diye bekleyenlere seslenmesi de eklenince hava daha da geriliyordu. Her zaman olduğu gibi teamülü bilmeyen, henüz fazlasıyla toy birisi çıkıp bu duruma karşı çıkacak, memurun bu rahatlığına isyan edecekti elbette. Bu durum kaçınılmazdı, ancak tepki gösteren kişi bir anlık aceleciliğine ve cehaletine kurban gidecek, işinin oluru varsa da halledemeyecekti. İlyas, yaşının verdiği tecrübeyle, her devlet dairesinde ki işleyişi artık iyi biliyordu. Memurların gönlü hoş tutulup, karşılarında eğilip bükülmedikçe işlerinin istedikleri gibi görülmeyeceğini öğrenmişti. Ülkede rüşvet kılık değiştirmiş, maddeden manaya kaymıştı. Artık memurlara fazladan para verilmiyor, bunun yerine onlara fazladan saygı gösterilip önlerinde el pençe divan durularak, adeta egolarına rüşvet veriliyordu. Kim, ne zaman bir haksızlığa baş kaldıracak olsa, o kişi hemen ayıplanıyor, halk arasında “düzeni bozan adam” olarak anılmaya mahkûm oluyordu. Gerekli dalkavukluk mertebesine erişinceye kadar, başta devlet daireleri olmak üzere, hemen hemen her yerde horlanıyor, işleri arka sıralara atılıyordu. Devletin neredeyse bütün kapıları, iktidarın bulunduğu yönden esen rüzgarlarla ardına kadar açılıyor, geriye kalanlar için ise, adeta kutsal bir bekaret kemeri ile kilitlenmiş gibi, sıkı sıkı kapatılıyordu. O kemerin kilidini açacak olan anahtarı almak için, ya iktidarın koynuna girip en azından muta nikahı kıymak, ya da fazlasıyla zengin olmak gerekirdi. Ancak zengin olmak için bile birinci seçeneğin uygulanması gizli bir usul halini almıştı.
İlyas bu düşünceleri zihninden geçirip, işlediği günahlar için ardı ardına tövbe ederken, bankanın ruhu kadar gri olan kapısı yavaşça açıldı. Kimsenin aklında, geleni süzüp onun hakkında kendince de olsa yorum yapacak kadar boş yer yoktu. Bankaya giren on altı yaşlarında, esmer ve tombullaşmış yanakları, ondan ayrı bir parçaymış gibi önünden giden göbeği, itici gülümsemesi ile Hasan Bey’in oğlu Hüseyin idi. Orada bulunan kalabalığı görmezden gelerek, yavaş ve kendinden son derece emin adımlarla, adeta caka satar gibi yürüyerek veznenin önüne kadar gitti. Başını önüne eğmiş bir halde, bilgisayarındaki işlem ile meşgul olan, bir zamanların müşterilerine güler güz gösterip, onlara teşekkür etmesi ile efsane olmuş, Selami’ye seslendi.
“Kolay gelsin Selami ağabey”
Sesi sanki kırk yıldır sigara içiyormuş gibi çatallı ve kalın çıkıyordu. Yürürken adımlarına hâkim olan özgüven sesinde de mevcuttu. Önünden gelen sesin kime ait olduğunu ilk başta çıkartamayan Selami, gözlerinin üzerinden sesin sahibine baktığında, hemen yüzüne önemli kişiler için özenle muhafaza ettiği gülümsemeyi yerleştirdi.
“Hoş geldin Hüseyin, iyiyim çok şükür. Teşekkür ederim” dedikten sonra, şaşkın bir ifadeyle devam etti
“Hayırdır, senin ne işin var burada?”
Hüseyin, sıranın kendisine gelmesini bekleyenlere aldırmadan, iri cüssesini vezneye yaslayıp cebinden çıkardığı birkaç tane faturayı Selami ye uzattı ve gülümseyerek,
“Babamın çok selamı var. Bu gün son günleriymiş bunların. Selami ağabeyin yatırıversin dedi” diyerek ona doğru uzatırken, diğer cebinden de bir miktar para çıkardı. Bu esnada muhabbetin basit bir hal hatır sormaktan ibaret olmadığını anlayan müşteriler de inceden inceye söylenmeye başlamışlardı. Durumu fark eden Selami, önünde sıralanan kuyruğun ortasına doğru sert bir bakış fırlattıktan sonra,
“Ve aley küm selam Hüseyin’im. Sen Hasan Ağabey’e çok selam söyle. Ben hemen yatırırım bunları” derken, söylediklerinin duyulmasından hiç çekinmiyor, aksine duyulmasında bir sakınca görmediğini belli eden bir ses tonuyla konuşuyordu.
“Sağolasın Selami Ağabey. Allah razı olsun”
Hüseyin küçük bir baş selamı ile oradan ayrılırken, İlyas ve diğerleri de fazladan beş dakika kadar bekleyip, önce Hasan Bey’in faturalarının ödeneceğini anlamışlardı. Hasan bey her dönemin iktidarı ile yakın münasebetler kurmuş, yani o bekaret kemerinin anahtarını hiçbir zaman elinden düşürmemiş zengin bir esnaftı. Tabi ki kendisi bizzat gelerek sıra bekleyemezdi. Bunun yanında kendini temsil eden toraman oğlunun da, sıradan insanlar gibi kuyruğa girmemesi son derece doğaldı. Yarım saat sonra işlem sırası İlyas’a gelmişti. Başlangıçta fazla hissetmese de, içi tamamen su dolmuş olan lastik ayakkabısı, ıslanmış ceketi ve kumaş pantolonu onu ziyadesiyle üşütmeye, hatta zaman zaman titretmeye başlamıştı. Her borç isteyenin nefesine kendiliğinden yerleşen, o merhamet diler gibi çıkan ses tonuyla gişeye doğru eğilerek konuşmaya başladı.
“Selami bey, ben kredi başvurusu için geldiydim”
Bunu söylerken iki elinin arasına alıp, göğüs hizasına kadar getirdiği kasketi bile heyecandan titriyordu. Selami bakışlarını kaldırmadan, sert bir ifade ile cevap verdi.
“Beyefendi, kredi başvuruları ile dört numarada ki arkadaşımız ilgileniyor”
Duyduklarında bir yanlışlık olduğunu düşünen İlyas, çatallaşan sesi ile farkında olmadan birazda yüksek bir ses tonu ile ısrar etti.
“Ama nasıl olur, daha geçen hafta kayınbiraderim ile bankaya geldik. O da kredi çekmişti. Üstelik bu vezneden, yani sizden aldı”
Selami, İlyas’ın sesine yerleşen kendinden emin tondan rahatsız olmuştu. Üstelik herkesin olan biteni izliyor olması, İlyas’ın haklı görünmesi ve bekleyen insanların içlerinde hazır beklettikleri bombayı ateşleyecek olan kıvılcımın onun ağzında olması onu tedirgin etmişti.
“O geçen haftaydı beyefendi. Burası köy kahvesi değil. Belirli bir nizam içinde tertip edilmiş bir iş taksimi var. Eğer başka işleminiz varsa yardımcı olayım. Yoksa sırada bekleyenlerin hakkını gasp etmeyin.”
İlyas bir anda öfkelenmişti, o anda bağırıp çağırmak ve hatta onu müdürüne ya da bir üst makama şikâyet etmek istiyordu. Ancak içinde patlayan volkan, bir türlü cesaret ile birleşip ağzından kelimeler olarak dökülmüyordu. Boğazında düğümlenen sözcükler değil de, adeta çakıl taşlarında oluşan bir yumaktı ve canı acıyordu. O anda aslında gerçek suçlunun kendisi olduğunu, ilk girdiği anda bunu kapıda bekleyen güvenlik görevlisine sorması gerektiğini düşündü. Kendini bunu düşünmeye mahkûm hissetmişti. Zira asla bir memur hatalı olamazdı. Üstelik daha fazla üstelemesi halinde, kendisinin de düzeni bozan kişi olarak görüneceğini, bunun o günden sonra ki resmi işlerinin tamamını etkileyeceğinin farkındaydı. Neredeyse bütün memurların, ilçede ki tek eğlence ortamı olan kahvehanelerde, bu olayın dedikodusunu yapacaklarını düşündü. Mesainin bitip de karanlığın bir perde gibi kasabanın üzerine çökmesi ile o kahvehaneler dolar, hatta dışarıya taşarak kaldırım ve yol kenarlarına konulan tabureler ile, devleti kurtarmaktan ziyade, bütün kasabayı kaynatan bir dedikodu kazanı halini alırdı. Öyle ki bu kahvehanelerde konuşulanlar, bölgede ki en yetkili mahkemelerden bile daha etkili yerlerdi. İnsanlar hakkında ki ithamlar, duyumlar ve dedikodular hep bu kahvehanelerde görüşülüp karara bağlanırdı.
İlyas konuyu daha fazla uzatmadan, elinden geldiğince saygılı bir tavır ile, tekrar tekrar özür dileyerek geriye çıkıp, dört numaralı gişenin önünde uzayan kuyruğun sonunda ki yerini aldı. Ancak bu defa titremesi ziyadesiyle artmış, üstelik ateşi de hissedilebilir derecede çıkmıştı. On dakika sabretse de bir anda gözlerinin kararması ile dönen başını tutamayarak ve yere yığılıverdi. Gözlerini güçlükle aralayabildiğinde, bir hastane odasında (muhtemelen acil serviste) olduğunu anladı. Yanı başında ki giriş kapısının önünde konuşan iki sağlık memurunun sesleri ona kadar geliyordu.
“Yağmuru da yiyince iyice tezek kokmuş bu adam. Baştan söyleyeyim, ben çıkartmam üzerindeki kıyafetleri”
Diğeri de onu onaylayan bir tavır ile sözünü keserek konuşmaya başladı.
“Bizim hasta bakıcı Hayri’nin köylüsüymüş bu. Onu çağıralım da çıkartsın üzerindekiler. Hem o alışkındır bu kokuya”
İlyas yine bir devlet dairesinde olduğunu anlamıştı. Yavaşça doğrulduğu yatağında, kollarını zorlukla iki yana açıp önce ceketini çıkarttı. Fanilasını ve ardından pantolonunu da bacaklarından sıyırdı. Şimdi kimseye yük olmayacaktı. Vücudunda ki derman adeta, pamuk dolu bir çuvaldan, dikenli bir telin çıkarılması gibi çekildi. Islak vücudunu son bir kere daha yatağa bıraktı ve gözlerini mahzun bir gülümseme eşliğinde ebediyen kapattı.
YORUMLAR
Baştan sona ilgi ile okudum hikayeyi.
Günümüzün realitesi diye yazmayacağım.
Zira,
bu manzaralar artık hiç bir bankada yok zannediyorum.
Hepimizin nefret ettiği o banka kuyrukları,
bir elektronik numara sistemi ile katlanılır hale getirilmiş.
ATM önlerinde kuyruklar oluşuyor maaş alma günlerinde bu aralar.
Onu da,
bilhassa emeklilerin maaş günlerini aya dağıtarak çözümlemeye çalışılar, kısmen işe yaradı.
Hikayenin geçtiği zaman dilimini gerçekten merak ettim.
Bu konuda bir bilgi verilmemiş.
1980 kuyrukları konusunda da bir hata var sanıyorum.
O kuyruklar, 1970 li yılların ikinci yarısında, Ecevit-Erbakan iktidarında yaşanmıştı.
Zaten Cumhuriyet tarihimizdeki en meşhur kuyruklar,
İnönü iktidarının 1940-50 arası kuyrukları ve yukarıda sözünü ettiğimiz kuyruklardır.
Bir de, şu işgüzar, tembel banka memuru profilleri var.
Gerçekten çok güzel tasvir edilmiş.
Bir zamanlar, tas tamam bu şekilde idi manzara.
Ancak,
bu kadar basit bir olayı dahi iktidara,
devlet yöneticilerine, siyasi görüşe flan bağlamak insafsızlık olmuş bence.
Tam anlamı ile Komünizm'in uygulanış biçimiydi.
Devlet, nerede ise Tanrı'dan daha büyüktür ya hani o sistemde.
Ne demeli?
Edebi açıdan mükemmeldi.
Konuyu işleme açısından, biraz ön yargılı mı ne?
Bir tutam hayat tarafından 9/25/2014 7:21:03 AM zamanında düzenlenmiştir.
fiko43
Bir tutam hayat
Tekrar düzeltmeye çalıştım.
Kusura bakmayın.