- 1271 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Ve Sükût…
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Masasının üstünde bir dizi kitap yığılıydı.
Fuzûlî’nin Hadikatü’s- Süeda’sı, Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirisi Türkçe Kur’an-ı Kerim, Ziya Şakir’in Mezhepler Tarihi ve Kerbelâ Vakası ve Kerbelâ’nın İntikamı, Sabir’in Hophopname’si ile Yusuf Gedikli’nin Şehriyar ve Bütün Türkçe Şiirleri ilk göze çarpanlardı.
Raflarında ise Batı klasiklerinin hemen hepsi, Rus klasikleri, tanınmış bütün feylesofların eserleri, Şark’ın mistik rüzgârlarını estiren ve tasavvufun belkemiğini oluşturan bütün üstadların eserleri, külliyatları sıra sıra diziliydi…
Süs olsun diye koymamıştı, okurdu…
Kırık bir kolunu bantla bend ettiği gözlüğünü takıp bir kitabın içine gömüldüğünde; eksik etmediği kahvesini yudumlar, günde üç paket tükettiği cıgarasından seri nefesler çeker ve bilâ-fâsılâ okurdu…
***
İnançlı bir Müslüman’dı…
Hiçbir cemaate veya tarikata intisap etmemişti ama ehl-i tarikti…
Onun tariki, Ehl-i Beyt tarikiydi…
Benzetmek haddi aşmak olurdu ama siz kabul edin ki günümüzün Fuzûlî’siydi…
Fuzûlî’nin yüzlerce beytini ezbere bilirdi. Su Kasidesi’ni sular seller gibi ezbere okurdu…
Birçok gazeline nazireler yazar ama yayımlamaktan utanırdı.
“Sen kim, Fuzûlî’ye nazire yazmak kim? Haddini bil oğlum!” derdi…
Kitaplığından da belli olacağı gibi; beğendiği, sevdiği, saygı duyduğu çok dinî, tarihî, edebî ve siyasî şahsiyet vardı ama çoğu kez şunu söylerdi:
“Sevdiğim, saygı duyduğum, beğendiğim çok insan var ama bende-i hakirin, hayatım boyunca hayranlık duyduğum sadece iki şahsiyet vardır. Bunlar, Hz. Ali bin Ebutalip ve Fuzûlî merhumdur…”
Tarihini de, tarikini de böyle seçmişti…
***
Azerbaycan Türklerindendi…
Bugünkü Türkiye sınırları içinde olan ve Arapça, Farsça, Latince, Fransızca ve Rusça gibi istilâ dillerinin hiç karışmadığı, arı bir Türkçenin konuşulduğu Kars’ın doğu bölgesinde yer alan Ağbaba – Şöreğel bölgesinde doğup büyümüştü…
Doğup büyüdüğü o bölgenin gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlıydı. Oralarla ilgili denemeler yazar, aile büyükleri ve kanaat önderlerini unutturmamak için hatıra yazıları kaleme alır, deyim ve terimleri açıklamaya çalışır, bölge kültürünün yitip gitmemesi için çaba harcardı…
Bölgeye has âşıklık sanatına çok önem verir, halk edebiyatını yaşatan bir neslin yıkılıp gitmek üzere olduğunu düşünmekten bile çok korkardı…
Zira…
Mistik doğu kültürünün mihenk taşı olarak gördüğü Halk Âşıklarını, doğunun birer Shakespeare’i, birer Moliére’i olarak görüyordu…
Halk edebiyatının enva-i çeşidinin sergilendiği âşıklar meclisinin her birinin, mistik doğunun tiyatro salonları olduğunu söylerdi…
Bölge insanının ferasetini över, geleneksel halk kültürüyle yoğrulduklarının altını çizer ve onları hiciv anlayışlarıyla birer “okumamış bilgelerdir” diye nitelerdi…
***
Her ne kadar âruz veznini kullanmakta zayıf olsa da, Divan Edebiyatı’na âşıktı…
Türk diline bihakkın vakıftı… Divan Şiirine merakı, onu Farsça ve Arapça öğrenmeye itmişti. Her bir beyti, kusursuzca günümüz Türkçesine anlık olarak çevirebiliyordu…
Dost ve arkadaş meclislerindeki sohbetlerde günlük hadiseleri, Ziya Paşa’dan, Şair Eşref’ten, Nef’i’den, Fuzûlî’den örneklerle yorumlar, hiciv sanatının tarihî simalarını yâd ederdi…
Doğrucu Davut olduğundan bazı sözleri kimilerinin hoşuna gitmese de, doğru bildiklerini söylemekten asla imtina etmezdi…
***
Memleket demekten hoşlanmazdı… “Memleket, Melik’in (kralın) mülkü demektir, oysa biz bir Cumhuriyetiz yahu! “ derdi…
O yüzden konuşurken ve yazarken hep “ülke” diye bahsederdi…
Ülkesine ve milletine ölümüne bağlıydı…
Ülkesi ve milleti üzerine kafa yorar, siyasî ve iktisadî gelişmeler üzerine yazılar yazar, herhangi bir otoritenin baskısından ve zulmeden korkmadan doğru bildiklerini söyler, demokrasiyi ve insan haklarını savunurdu…
Zulüm, kimden gelirse, kime gelirse gelsin; karşısına dikilmek bir insanî görevdir derdi…
“Ah bir imkânım ve yeteri kadar gücüm olsaydı… Dünyadaki bütün mazlumların sesi olurdum…”
***
Yeryüzünde tek dikili ağacı yoktu…
Mala, mülke, paraya, pula tamah etmezdi…
Sermayesi kitaplarıydı… Mirası “Birkaç mısra…”
***
Masasının üstündeki kitapların yanında bir kahve fincanı bir de içi yarıya kadar izmarit ve külle dolu bir kül tablası…
Tam ortada da bir beyaz kâğıt, üstünde iki satır el yazısı…
“Her şey bir rüya mıydı acaba?”
“Hayat, er geç sükûta erecek!..”
***
Ve sükût...
Cahit Kılıç
İstanbul, 9 Eylül 2014
YORUMLAR
Çok güzel bir çalışma.
Erbabıbın elninden çıktığı nasıl da belli oluyor.
Nefis bir anlatımdı.
Keşke,
bilebilseydik kimi anlattığını?
Belki bilinen bir şahsiyettir ama,
bizim bilgi dağarcığımızda yer bulamamış maalesef.
Bu kadar güzel bir edebiyat örneğinin,
neden hiç yorumcusu yok,
şaşırdım doğrusu.