- 724 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
'I can't feel anything'
Durmadan koşamam. Bu fıtratıma ters bir şey. Yürürüm. Yürümeyi çok severim ama çok koşamam. Hayır, yalan! Ben hiç koşmam. Koşmaktan nefret ederim. Koşarken cebimdeki anahtarların cebimden dışarı fırlayıp, beni bırakacaklarını düşünürüm. Ciddi ciddi bunu düşünürüm. Sonra koşsam da eğer bir şeye geç kalmışsam, geç kalmışımdır derim. Sigarayı bırakmalısın diyorlar. Haklılar, çok haklılar. O kadar haklılar ki, bana sigara içme diyenler ayrıca benim koşamadığımı da bilecek kadar küstahlar. Pis küstahlar! Onlar sadece bilirler, konuşurlar ve insanın kafasını şişirirler. Tek yaptıkları konuşmaktır. Dudaklarına kimi zaman parlatıcı, kimi zaman da kıpkırmızı ruj sürerler. Ruj sabahleyin çok canlı gözükmesine rağmen saatler geçtikçe solmaya ve yenilenmeye ihtiyaç duyar. Fransızlar bu işleri iyi biliyorlar. Bir ara ben de onlara özenip şehirde delice saf alkol aramaya koyulmuştum. Pazardan aldığım reyhanının yapraklarını saplarından ayırırken, muhteşem kokusunun alkol ile çok hoş bir kolonya oluşturabileceği fikriyle saf alkol arama girişimlerine başlamıştım. Alkolü bulmasına bulmuştum ama aldığım alkolü rengi kaçmış ayakkabı üzerinde denemiş ve aldığım küçücük plastik kaptaki alkolde bitmişti. Belki de damarlarıma enjekte etmeliydim. O zaman damarlarda biriken toksinleri alkol yakar ve onlardan kıyamete kadar kurtulmuş olurdum. Maalesef hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmuyor. Bu yüzden hayal de kurmuyorum. Hayal kurmak sıkıcı. İnsan eğer bir şey hissedemiyorsa, hayal kurmanın, uyumaktan ne farkı olabilir ki? Eğer on sekizinci yüzyılda yaşamış olsaydım ve Kafkavari bir davada kendime yer bulmuş olsaydım, kıpkırmızı rujlardan sürerdim. Niye mi? Niye olsun, mahkemede daha iyi görülebileyim, sözüm geçsin ve benzeri kendimi ortaya çıkarma çabaları…
Canım sıkılıyor. Ne büyük ayıp, ne kötü şey! Oysa insanın hiç canı sıkılır mı? Eskiden canım sıkıldığında en azından canımı sıkıp, sıkıntılardan kurtulabiliyordum. Yalnızda canım bana kalıyordu, sıkıntı def olup gidiyordu. Oysa şimdi sıkıntı canın derisine işlemişken, hangisini sıkıp, kurtulacağım diye kafa yormak bile can sıkıcı. Can sıkıcı olmayan şey, olmayan bir şeyin kaygısını duymaya çabalarken asla o kaygıyı yaşayamamak. Peki, ya biraz sonra bu kaygıyı yaşayamama yüzünden yeniden sıkılan cana ne demeli? Yine bir Fransız ve açık seçik görüntülerle, sahnelerle dolu gençlik filmi; kız o kadar şiddetli seviştikten sonra hala ‘hiçbir şey hissedemiyorum’ diyor. Genç kızın muhteşem kalçasının görüntüsünün ardınca sırayla şunları düşününce insan, ne görüntüde uzayan seksüel saniyeler ne de başka türlü çağrışımlar insanın kan akış hızının artmasına yardımcı oluyor: İlium kemiği, asetabulum eklem kıkırdağı, triradyat kıkırdağı, obturator deliği, labrum, trokanter majör aporfizi, femur başı epifiz çekirdeği, ligamentum teres, pubis kemiği, iskiyon kolu, uyluk kemiği, trokanter minör ve daha da sayılabilecek Latince terimceler… o an kamera asistanının yakaladığı muhteşem popo görüntüsünü insana zahmetli bir eylem olarak gösteren bu düşünce faaliyetinden sonra, kızın yüzü koyun ve hafif zoraki ağlamalara kendini vererek ‘hiçbir şey hissedemiyorum’ kısmına takılıyorum. Doğum yapmamış bir vajina içerisine giren herhangi bir şeyin sahibine bir şey hissettirmemesi bilimsel olarak imkânsız elbette ama asıl konu o an hissetmek istediği zevke erişememesi. Filmin gidişatıyla o sahne düşünüldüğünde aslında mevzunun psikolojik olduğu anlaşılıyor. İnsan her ne yaşıyorsa hayatta, fiziksel olarak belli bir oran da hisleri aktif de olsa, psikolojisi bozuk oldu mu gerçeğe ters yorumlar yapabiliyor. Aynen içinde bir penisle hiçbir şey hissedemiyorum diyen kızan aciz durumu gibi. Elbette buna patlıcan, kayganlaştırıcı krem tüpleri, iri havuç, salatalık da ekleyebiliriz ama doktorlar bu konuda uyarıyor: ‘Elbette kadınların böyle zevk almasına karışamayız ama bilimsel bir gerçek de var ki, tam olarak duracağı yeri kavramayan kadının eliyle ittirdiği nesne çeşitleri sinirleri harap edebilir ve hatta kansere, ölümcül vakalara ulaşabilecek derece kas spazmlarına, kanamalara sebep olabilirler.’ Hiçbir şey hissetmeyen doktor, hiçbir şey hissetmeyen kadınlar nasihat veriyor. Otuz bir delisi, aşağılık Hipokrat yalakası!
Çevirmenin sözünden bahsediyorlar. Birisi bir şey istiyor. Birisi daha istiyor. Sonra birisi daha istiyor. Sonra başka birisi, ondan başka daha birisi, o başka biriden başka birileri daha… Böylece bir silsile gibi uzayıp gideceğini zannediyorlar isteyenler. Oysa bu fışkırmanın dahi sonu var. İnsanlar Don Juan olabilirler. Ben onun kim olmadığını bilmeyebilirim. Meğer ki bunda hiçbir sorun teşkil edecek bir şey yokmuş. Don Juan içimizden biri olabilirmiş. Zampara, gösterişli, hafif kaslı ve de adabında yakışıklı. Zampara olucunda illa ki yakışıklı olmak gerekiyor mu yoksa yakışıklılık zamparalığı mı gerektiriyor, bence insanlık tarihi adına sosyolojik olarak incelenip, psikiyatr bilimi adına derinine analiz edilip, çözülmesi gereken bir sorun. Yakışıklı veyahut zampara değilim ama gözleriyle içimdeki yüz binlerce damardan en hassasını gıdıklayan birinin gözleriyle karşılaşınca ‘don juan benim’ diyesim geliyor. Kişileri kategorize etmeden diyalog haline getirebilseydim eğer, şöyle ki:
-Merhaba, adınız, hım… Çok hoş, sizi yemeğe çıkarabilir miyim?
-Pardon, siz kimsiniz?
Hayır, böyle cevap vermezdi. Siz kimsiniz demez, o gıdıklayıcı gülümsemeyi devam ettirir, gülümsemesi devam ederken de düşünür, sonra saçma bir cevap da vermeye kalkışırdı.
-Lütfen teklifimi geri çevirmeyiniz. Siz şu anlayamıyorsunuz ne dediğimi tam olarak ama benim sizin gibi hoş bir kıza ihtiyacım var. Sizinle baş başa bir yemekten beni mahrum etmeyeniz.
Bu da çok mazlumca oldu. Sanki aç karnına kalmış köpeklerin uyuz havlamalarıyla dolu bir istek paragrafı oldu. Bu diyalog tertemiz kalmalı. Belki de gözlerine bakmaya devam edilerek, başka şeylerden bahsetmeli. Açlığı belirtmemeli. Yemek elbette ihtiyaç ama daha ötesinden o gıdıklayıcı gülüşten birkaç saniye sonra kopacak olmanın hüznü de hemen kalbe ilişiyor. Oysa mutluluk beklenesi bir ütopya haberi… Hüzün ne çabuk eriyor mertebesine, nasıl da mutlu şeytan! Kıkırdıyor. İnsanlar kıkırdamaz. Şeytan kıkırdar. İnsan güler. İnsan mutluluktan, mutlu olmaktan dolayı güler. Çünkü insan ümit eder, şeytan etmez. ‘My name is nobody…’ Don Juan olamam, ama gözleriniz hanımefendi.
Çalıştığın yer de birini görünce heyecanlanırsın birkaç saliselik. Sonra o heyecanın salakça olduğunu bilir, heyecanın gerilime doğru gelişme gösterir. Çünkü o an bulunduğun ortam itibariyle nasıl karşıdaki insan sana soru soracaksa, sen de ona sorular sormalı, alacağın cevapları önemsiyormuş gibi beklemelisin. Zeynep hanımla karşılaştım. Eğer bir zebani olsaydım, onun cehennemde yanmamasını dilerdim. Hiç, hayır, öylesine bir istek bu; ondan hoşlanıyor olmam iki çocuk doğurmasına rağmen vücudunun dipdiri olması. Sonradan öğreniyorum ki Çin ve Amerika tekstil de güçlerini birleştirip, kıyafetlerde devrim yapıyorlar. Yerçekimine uygunsuz bu kıyafetlerin çoğu, sutyen ve külot! Sutyenler c beden iki göğsü yerçekimine karşı savaşmayı öğretmiyor, ona hemen işin inceliğini, daha doğrusu hilesini gösterip, iki hanımefendinin dışarıdan dimdik gözükmesini sağlıyor. Sonra külotun da kalçalarda biriken yağları hileyle yerçekimine karşı durduklarını gösterme zamanı geliyor. Hiçbiri onun umurunda değil; o tek başına kulağında beyaz kulaklıklar, ağzında kokusunu üç metre öteden alabildiğim sigarası, mora çalan pembe eşofmanlarıyla beraber o tam bir ev kaçkını. Makyajına bayılıyorum. Araba cilasına benzeyen fondöten aşkının 1800 yıllarında sirkeyle vücudunu güzelleştirmeye çabalayan kadınların kaderine benzeyecek. Yüzünü gerdiremeyecek ama yeri geldi mi avuçlarına buz gibi limon kolonyası dökülürken, yer yer kökleri beyazlamış saçlarına doğru kolonyayı yüzüne çarpacak.
Doğrusunu söylemek gerekirse, çoğu zaman doğrusunu söylemek gerekmiyor ve ben Don Juan olamam. Belki cımbızla kaşlarımın ortasını alıp, çakmakla yanaklarımdaki kılları yakıp, göğsüme de ağda yapınca çekici biri olabilirim. Ama seksüel kelimesiyle özdeşlemiş sıfatlarla bir yanda anılamam. Kimse bana metroseksüel diyemez. Kimse, eğer hiç kelimesiyle coşuyorsa, bir kimse gelir o yığınları çöp gibi bir kenara yığabilir. Benim hikâyem tarihin olgunlaşmamış üzüm bağlarında başlıyor ve çarmıha çıkarılmış adamın acıklı dramıyla devam ediyor. Buna yüzyıl diyebiliriz ya da bizden sonrakiler daha pratik bir çözüme ulaşmış olabilirler.
Kısa tutmalı. Daha fazla uzarsa inceldiği yerden çok sert bir şekilde kopabilir.
Aşağılık yalnızlık.
Sana hiçbir şey vermeyecekler. Hiçbir gelecek ve güzellik sunmayacaklar.
Çirkin suretler, defalarca kanaviçe gibi işlenen zorluklar.
Önemli olan belki de kendine karşı dürüst olmak.
Kendini aldatmamak.
Hiçbir şey hissedememek;
Hissetmemek.