- 779 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (42)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (21)
HUDEYBİYE ANLAŞMASI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (3)
Müslümanların tarihinde devlet olarak yaptıkları ilk anlaşma olan Hudeybiye anlaşması, önemli gelişmelere neden olmuştur. Bir’den, yani resul ile başlayarak büyüyen Müslüman toplumun, içinde yaşadığı toplumsal düzene (dine) başkaldırının hikayesi, Hudeybiye’de noktalanmıştır. Bu nokta önemlidir. Resul Muhammed Mekke’de aldığı kutlu görevi insanlara açıklamaya başladığı andan itibaren önüne dikilen engeller... İşkenceler… Sürgünler… Hicretler… Ve Medine’de devletin kuruluşu.. Medine’de kurulan devleti hazmedemeyen Mekkeliler… 6 yıl boyunca Müslümanları yeryüzünden silmek için uğraştılar. Medine devletini yok saydılar. Ezip geçmek için ellerinden geleni yaptılar. Olayların başlangıcından itibaren, her geçen ay Müslümanların lehine gelişti. Mekkeliler küçüldükçe Müslümanlar büyüdü. Mekkelileri destekleyen putperest Araplar küçüldükçe Müslümanlar büyüdü. Ve bir gün Muhammed karar verip Kabe’yi ziyaret etmek için yola çıktığında olanlar oldu. Başından beri Müslümanlara saldıran Mekkeliler, Muhammed’in Mekke’ye savaş yapmak için geldiğini zannettiler. İçlerini büyük bir korku kapladı. Saldırmayı biliyorlardı ama müdafaayı bilmiyorlardı. Her ne kadar resul, Osman’ı Mekke’ye gönderip, amaçlarının Kabe’yi ziyaret olduğunu söylese de Mekkeliler inanmadılar. Kendilerinin şartlarını belirleyeceği bir barış yaparak Mekke’yi kurtarmayı amaçladılar. Bütün bu aşamaları önceki bölümlerde inceledik.
Müslümanlar başlarına gelen her önemli olayda karışık duygular yaşıyordu. Bedir, Uhud, Hendek savaşlarında Müslümanların yaşadığı karışık duyguları yerine oturtmak için Allah’ın ayetler göndererek onları eğittiğini biliyoruz. Hudeybiye anlaşması da Müslümanlar arasında karışık duyguların dalgalanmasına neden oldu. Anlaşma yapılacağını hesap edemeyen Müslümanlar, hem anlaşma yapılmasının şokunu yaşıyor, hem anlaşma şartlarını yadırgıyor, hem de Mekke’ye ziyaret içinde bu yıl girememenin şaşkınlığını, üzüntüsünü yaşıyorlardı. İşte tam bu noktada, Allah olayları kendi açısından analiz eden ayetlerini göndermeye başladı. Allah’ın gönderdiği ayetleri fetih suresinden izleyelim.
Fetih suresi 1. ayetinde “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik” diyor Allah. Öyle kapalı gizli bir fetih değil. Apaçık bir fetih… Müslümanlar anlaşmayı yapmış Hudeybiye’den dönerlerken yaptıkları şeyin bir fetih olduğunun farkında değillerdi. Şaşkınlık içinde olanları aralarında tartışırlarken Allah onlara, resulün şahsından sesleniyordu. “Apaçık bir fetih ihsan ettik” dikkat ederseniz “Apaçık bir fetih müjdeledik” demiyor. Yani Allah geleceğe konuşmuyor. Şu ana, yapılan işe, yapılan işin özüne konuşuyor. Sanki; “Ey Müslümanlar size ne oluyor? Yapılan işin şaşkınlığını yaşıyorsunuz. İyi bilin ki, bugün yaptığınız şey sizin için şaşkınlık yaratacak bir olay değil, aksine sizin için apaçık bir fetihtir”
Aslı Arapça olan fetih sözcüğü her ne kadar dilimize “bir şehri veya bir ülkeyi savaşarak elde etmek” olarak geçmişse de, fetih geniş anlamlar içeriyor. Nitekim edebiyat dilimizde “şu insana bakın öyle mükemmel ki, insanların gönlünü fethetti” veya bir insanın “onun kalbini fethedeceğim” sözleriyle edebiyatımızda da fetih kelimesi farklı anlamlarda kullanılmıştır. Allah’ın ayetleri içinde fetih, sadece savaş kazanmak olarak kullanılmıyor. Veya ülkelerin fethedilmesi olarak da algılanmıyor. Kelime bütün genişliğiyle, olumlu olarak insanların başarıya ulaşmasından söz ediliyor. Hatta umulan başarıları değil, umulmadık başarıların elde edilmesinden söz ediliyor. Mesela; Hudeybiye anlaşması, Mekke’ye umre için gelen Müslümanlar için bir başarı değildi. Onların umduğu, beklediği başarı, Mekke’ye girip, Kabe ziyaretlerini yapmak, aileleriyle hasret gidermekti. Onlar bunu başarabilseydiler mutlak bir zafer, yani mutlak bir fetih kazanmış olacaklardı. Halbuki Allah onların önüne başka bir seçenek koydu. Tıpkı Bedir savaşından önce Ebu Süfyan’ın kervanını basmaya giden Müslüman grubun, Bedir’de Mekkelilerde savaşa tutuşması ve savaşta Mekkelilere kesin bir yenilgi tattırmaları gibi. Allah Hudeybiye anlaşmasıyla da, Müslümanların beklentilerinin dışında, onlara kendileri için daha büyük bir fetih verdi. Müslümanların hiç birinin böyle bir beklentisi yoktu. Anlaşmadan sonra göreceklerdi ki, yaptıkları anlaşma kendileri için bütün dünyanın kapısını açacaktı. Halbuki onlar o an bütün dünyaya açılma yerine, Mekke’ye girip, Kabe’de tavaf edip, aileleriyle hasret gidermenin planlarını yapmışlar, hayallerini kurmuşlardı. Allah onları tuzağa düşürdü. Tıpkı Mekkelileri tuzağa düşürdüğü gibi. Allah’ın tuzağı, kısa metrajlı, küçük fetihler kazanmak için uğraşmak değildi. Aksine Allah onlara daha büyük bir fetih ihsan etti. Allah katında Mekke’ye Müslümanların girip Kabe’de tavaf etmeleri… Müslümanların ailelerini ziyaret edip hasret gidermeleri elbette önemliydi. Ama Allah bu seferlik onları engelliyor. Onlara gelecekte daha büyük olayların kapısını açıyordu.
Müslümanlar karışık duygular içinde yaşarken olayın Allah tarafından fetih olarak değerlendirildiğini duyduklarında kendilerine geldiler. Şaşkınlıkları, yadırgamaları ortadan kalktı. Allah bir şey söylediğine göre altında önemliydi. Artık içinde bulundukları hali anlama yerine, Allah’ın fethini anlamaya, fetihle gelen büyük plana adapte olmaya başladılar. Çünkü Allah ayetle onların hedefini büyütmüş…. Olayı Mekke boyutundan çıkarmış… Bütün dünyaya, bütün insanlığa doğru Müslümanları gönderiyordu. Onlar Mekke’nin kapılarından dönerken, önlerinde daha uzun, daha onurlu yolların olduğunun bilincine varıyorlardı.
Ve Allah Fetih suresinin 1-3 ayetlerinde resulüne sesleniyor. “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder”
Şimdi Hudeybiye anlaşmasını düşünün. Görüşmeler boyunca Müslümanların resule itirazları var. Müslümanlar iki de bir Süheyh bin Amr’ın sözünü kesip itiraz ediyorlar. Resul ile tartışmak istiyorlar. Ancak resul onlara cevap vermiyor. Anlaşma şartlarını sessizce kabul ediyor. Kendileriyle sürekli istişare eden resulün bu sefer istişare etmediğini gören Müslümanlar resulden bu yaptığının hikmetini öğrenmek istiyorlar. Bilinç altlarını bu istek kemiriyor. Şimdi resul her itiraz eden arkadaşına niçin onları dinlemediğini nasıl anlatsın? Niye anlatsın? Şöyle mi desin, “siz olayın önemini kavrayamadınız. Aceleci davrandınız. Önünü ardını düşünmeden sürekli itiraz edip tartışmak istiyorsunuz. Mekke özleminiz, aile özleminiz gözlerinizi kör etmiş. Siz olayı okuyamadınız” Resulden böyle bir tepki beklemek boşuna olur. O müminlere karşı yumuşak tavırlı ve anlayışlıdır. Onları kırmamak için elinden geleni yapar. Onları niye dinlemediğini anlatabilmek için yaptıkları olumsuzluklardan söz etmesi gerekir. Resul böyle bir davranışı kendisine yakıştıramaz.
İşte bu noktada Allan olaya el koydu. Ayetleri okuduğumuzda ne görüyoruz? Allah Müslümanları suçlamıyor. Dolaylı bir şekilde, “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder” diyerek, tavrını resulden yana koyduğunu belirtiyor. Müslümanlar bu ayetleri okuyunca, Allah’ın resule sahip çıktığını, onun günahlarını bağışladığını. Onu nimetiyle onurlandırdığını.. Doğru yola ilettiğini… Ve şanlı bir zaferle yardım ettiğini öğreniyorlar. Olayın üzerine bu ayetler gelince, Müslümanlar yaptıkları itirazların haksızlığının farkına vardılar. Allah onları yaptıklarıyla suçlamadan, resulüne sahip çıkarak onlara büyük bir ders vermiş oldu.
Ama bakın ayetler devam ediyor. Fetih suresi 4-10. Ayetlerinde Allah olayı resulden çıkarıp müminlere yöneliyor. “İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır. Mümin erkeklerle mümin kadınları, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur. Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara azap etmesi içindir. Müslümanlar için bekledikleri kötülük çemberi başlarına gelsin! Allah onlara gazap etmiş, lanetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir! Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah azizdir, hakimdir. Şüphesiz biz seni, şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki; Allah’a ve Resulüne iman edesiniz. Resulüne yardım edesiniz. O’na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah’ı tespih edesiniz. Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” Fetih suresi 18. Ayette “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir” diyerek, müminlere seslenmeye başlıyor.
Sesleniş, suçlamaya cezalandırmaya yönelik değil. Eğitime, bilgilendirmeye, bilinçlendirmeye yönelik. Hudeybiye’den sonra elbette düşünecekler, anlaşma sırasında yaptıklarını hatırlayacaklar, yaptıklarından dolayı pişman olup üzüleceklerdi. Allah onlara fırsat vermedi. Onların ağaç altında yaptıkları biatlerindeki samimiyeti gördü. Onlar biat verirlerken kalplerinde inançlarını bozacak hiçbir şey yoktu. Orada bulunan resul ve 1500 kişi kendilerini Allah yolunda adamış olmanın bilinciyle, gerekirse savaşacaklarına dair biat ediyorlardı. Allah’ta elini onların eli üzerine koydu. Onlarla biat etti. Bu ayetler geldiğinde, Müslümanlar yaptıkları biatin anlamını daha iyi anladılar. Ayrıca; biatin arkasından gelen Hudeybiye anlaşması sırasında resule karşı tutumlarından dolayı işledikleri hatayı da kavradılar. Onlar biat verirlerken kalplerinde hiçbir karışıklık yokken, Hudeybiye’de resul ile tartışmak istiyorlardı. Halbuki biat verirken resulün önderliğinde Allah’a ve resule biat etmiş olarak, asla çözülmeyeceklerine, birliklerini bozacak şeyler yapmayacaklarına, Allah için savaşacaklarına, gerekirce bu uğurda canlarını vereceklerine biat etmişlerdi. Resule biat edenlerin, hemen arkasından resul ile ihtilaf edecek noktaya gelmeleri iyi değildi. Üstelik Allah resule biati kendisine yapılmış kabul ederek, kendisinin de biate katıldığını söylüyordu. Allah’a olan inançlarıyla kendilerine güven indirilmiş. Korkusuz bir şekilde, hiçbir dünya telaşını düşünmeden, Allah yolunda gerekirse öleceklerini resule bildirmişlerdi. Allah onları kabul etti. Bu kabulü duyan müminler, bir taraftan Allah’a imanlarını artırırken, diğer taraftan biatten sonra yaptıkları hatanın farkında olarak, Allah’a yöneldiler. Andolsun ki o gün, resule biat edenler, olayın ardından gelen, Allah’ta ellerini sizin ellerinize uzatarak biat etmiştir sözü üzerine, Allah’ın nasıl eli olur demediler. Allah’ın eli konusunu sabah akşam yat kalk tartışmadılar. Onlar bu ifadeden Allah’ın biatlerini kabul buyurduğunu, üstelik müminlere destek olduğunu anladılar. Böylece güçlerine güç kattılar. Allah’ın yanlarında olduğunu iyice kavradılar. İnançlarını bu yönden katlayarak artırdılar. Bu olayın özelliğini kavrayamayan insanlar ne yazık ki, olayın özünü anlama yerine “el” konusunda türlü şaklabanlıklar yaparak, ayetleri anlama yerine şeytana uymayı, Yahudi hahamları gibi ayetlerin tevili yoluna gittiler. Rabbimiz bize, resul ve arkadaşlarının buluştuğu özde buluşturmayı nasip etsin demekten başka çaremiz yok. İnşallah şeytana uyup, ayetleri tartışanlardan olmayız.
Allah; Mekkelilere tuzak kurduğu gibi onlara da tuzak kurmuştu. Onlar Allah’ın kurduğu tuzakla Mekke’ye giremediler. Olayı anlamak, Mekke’ye önce gönderilen Osman ve arkadaşlarını beklemek üzere Hudeybiye gittiler. Orada anlaşma yaparak geri döndüler. Allah onların geri dönüş nedenlerini anlatmaya başladı. Fetih suresi; 25,26,27. Ayetlere dikkat ediniz. “Onlar, inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları bilmeyerek çiğnemeniz sebebiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık. O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükunet ve güvenini indirdi, onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir. Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi” Diyor Allah…
Ayetlerde önemli konular var. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
1. Anlaşma yaptıklarınız sizin Mekke’ye girmenizi engelleyenlerdir. Onlar hem sizin Mescidi Haram-ı ziyaretinizi engellerler. Hem de kurbanlarınızın ulaşmasını engellemeye çalışırlar. Onların yaptıkları çok kötü bir şeydir. Allah için yollara düşenleri kimsenin engelleme hakkı yoktur. Rabbiniz isteseydi, onların engelini kaldırır, onları en şiddetli şekilde cezalandırır, sizi Mescidi Haram-a sokardı. Ancak; Mekke’de sizin bilmediğiniz Mümin kardeşleriniz var. Onlar baskıdan dolayı kendilerini açık edemiyorlar. Görünürde kafir, kalplerinde İslam’ı yaşıyorlar. Sizler onları tanımıyorsunuz. Eğer Rabbiniz Mekkelileri cezalandırıp sizi Mekke’ye sokacak olsaydı, sizler bilmeden Mümin erkeklere ve mümin kadınlara zarar verebilirdiniz. Bunu öğrenince de üzülürdünüz. Rabbiniz size acıdı ve sizi Mekke’ye sokmadı. Şimdi ayetlerdeki bu açılıma iyi bakınız. Mekkeliler Müslümanları Mekke’ye sokmamak için anlaşma teklif ediyorlar. Müslümanlar illaki Mekke’ye girmek istiyor. Gerekirse bu uğurda savaşacağız diye resule biat veriyorlar. Allah da biatlerine biat ediyor. Ama Müslümanların bilmediği, Allah’ın bildiği bir olay var. Mekke’de Müslümanlar var. Bu Müslümanların çoğu baskı ve zulümden İslam oluşlarını açıklayamamışlar. Allah onları korumak için Müslümanları Mekke’ye sokmuyor. Mekkeliler zannediyor ki, biz Müslümanları Mekke’ye biz sokmadık. Allah yok öyle bir şey diyor. Rabbiniz isterse onları en şiddetli şekilde cezalandırır. Sizi de Mekke’ye sokardı. Böyle bir durumda sizler kardeşlerinizi tanımadığınız için onlara zulüm yapabilirdiniz. Resulün anlaşma yaparken sessizliği anlam kazanıyor. Müslümanlar niye Mekke’ye giremediklerine artık üzülmüyorlar.
2. Tarihi rivayetler, resulün Kabe’yi ziyaret ettiklerine dair bir rüya gördüğünü, bu nedenle arkadaşlarını alıp Mekke’ye doğru yola çıktığından söz ederler. Tabi burada rüya denilince ne anlıyoruz? Rüya insanın uyurken gördüğü bir rüya mı? Yoksa; geleceğe doğru planladığı hayaller mi? Mesela; bugün bir insan çıkıp şöyle dese, benim gelecek için kurduğum rüya, dünyanın en zengin insanı olmaktır. Bunun için elimden geleni yapacağım. Veya benim gelecek için kurduğum en güzel rüya, ülkemin özgürlüğe ulaşması, bütün insanların Allah’ın hükmünde adil bir şekilde yaşamasıdır. Bu cümleler yanlış mı olacaktır? Resul ve arkadaşları Mekke’den Medine’ye hicretlerinden itibaren Mekke’ye geri dönmenin hayaliyle, Rüyasıyla yaşadılar. Onların bu özlemleri, bu istekleri, yaşamlarının en güzel gerçekleri olurken, elbette geceleri uykularını da süslemekteydi. Andolsun ki, uyurken ve uyanıkken görmediğiniz rüyaların size hiçbir yararı olmaz. İşte içinde yaşadığımız durum. Müslümanların dünyada rezil rüsva halinde yaşamaları. Batılıların egemenliğinde, talimatlarla yönetilen yönetimlerinin gölgelerinde yaşamaları. Hemen her Müslüman’ın rüyalarını süsleyen özgürlük düşünceleri… Geçmişte olduğu gibi Müslümanların tekrar dünyaya hakim olmaları. Bütün bunlar bir hayal, hayalden öte her Müslüman’ın gerçekleşmesini istediği bir rüya mı? Ayet diyor ki; “Allah; elçisinin rüyasını doğru çıkardı”… Ey Müslümanlar sizin rüyalarınızı Allah ne zaman doğru çıkaracak? Veya bizler, sizler, Allah’ın doğru çıkaracağı rüyalar görmekte miyiz? Kanımca en doğru soru bu olsa gerek. Müslümanlar geleceğe yönelik rüyalarından söz ederler. Ama rüyalarını gerçekleştirecek eylemleri yoktur. Resul rüyalarını gerçekleştirmek için yollara düşerken, Müslümanlara resulü örnek alıp yollara düşme yerine ham hayaller kurmaktadır. Müslümanların kurduğu ham hayaller, Allah’ın gerçekleştireceği rüyalara dönüşür mü? Andolsun ki, Yusuf da bir rüya görmüştü. O rüyasını gerçekleştirecek şekilde, Rabbine inanan, ihlasından bir adım ayrılmayan, nefsi arzularına yenilmeyen, inancı, dürüstlüğü adına zindanlara atılandı. Rabbi onun rüyasını gerçekleştirdi. Hem de hiç ummadığı şekilde. Onu; köle olarak satıldığı Mısır’a hükümdar yaptı. Şunu iyi bilin ki, Allah müminlerin ihlas ile mayalandırdığı, azimle görmeye devam ettiği, samimiyetle eylemlerine soktuğu her rüyayı, onların tahmin edemeyeceği şekilde gerçekleştirir. İşte Allah resulü Muhammed, gördüğü rüyayı gerçekleştirmek yollara düştüğünde, Rabbi onun ihlasını bildi. Onunla olan müminlerin ihlasını bildi. Onları rüyalarının ötesinde bir gerçekle, bir fetihle taçlandırdı. Artık onlar bir yıl sonra, korkarak değil, alınları açık, omuzları dik, sadece kendilerinin olacakları şekilde Mekke’ye gireceklerdi. İstedikleri gibi Allah’a ibadet edeceklerdi. Bu Allah’ın onlara mükafatıydı.
Size bir örnek vereyim. Bir gün delikanlının biri babasından kalan bahçesinin köşesine oturur. Aklında çok güzel hayaller vardır. Der ki, bahçemin şu köşesine harika bir ev yapacağım. Sevdiğim biriyle evleneceğim. Kızlı erkekli çok güzel çocuklarımız olacak. Dünya aleme mutlu bir aile nasıl olacakmış göstereceğim. Bu rüyasını herkese anlatır. Bahçeye geldiğinde hep aynı rüyaları yaşar. Ama bir türlü rüyaları gerçekleşmez. Niçin dersiniz? Çünkü rüyaları görmekle iş bitmiyor. Rüyalarını insanlara söylemekle de iş bitmiyor. Rüyalarını süsleyen ev, bir çok eylemle gerçekleşecek. O eylemler, helal lokma ile beslenmiş bir beden. O bedenin alın teriyle yoğrulmuş harç… El emeğiyle tek tek sıralarla örülmüş duvarlardan oluşuyor. Bir insanın oturup güzel rüyalarından söz etmesinin hiçbir anlamı yoktur. Rüyalarını bütün arkadaşlarıyla paylaşmasının da hiçbir anlamı yoktur. Mesela; bizim buradan hep birlikte gelecek için, Müslümanların birliğini, Müslümanlar olarak dünyaya hakim olup Allah’ın adaletini sağlanmasını kapsayan rüyalarımızdan birlikte söz edebiliriz. Ama; helal kazancımız, alın terimiz, el emeğimiz rüyalarımıza maya olmamışsa, rüyalarımızın hiçbir anlamı yoktur. Bugün Müslümanların rüyalarının çoğu mayasızdır. İçinde helal kazancı yoktur. Alın teri yoktur. El emeği yoktur. Öylesine rüyalardan bahsedilir. Olsa da olur, olmasa da olur. Üstelik rüyalarının gereği yerine getirilmemesinin yanında, rüyalarını engellemek için her şey yapılır. Gece gündüz yapacağı evin taşından, kapısından, penceresinden, odalarından söz edilir. Her gün arkadaşlarıyla rüyalarında evin ayrıntıları üzerinden tartışır. Gerçekler üzerinden değil, hayalleri üzerinden tartışır. Taşa el değdirmemiştir. Taşa dokunmamıştır. Ama o taşlardan söz eder. Taşları oraya buraya atar. Attı taşlar kafa göz yarar. Bir türlü duvar olmaz. Duvarlarda kapı pencere olmaz. Odalar oluşmaz. Müslümanlar olarak tartışırken, tartışmalarımızdaki üsluplar, hükümlerimizle Müslüman kardeşlerimizi suçlamalar, bizi birbirimizden ayırır. Küçülürüz, büzülürüz, küffar tarafından eziliriz. Ama yaptıklarımızın farkına varmayız. Kuyruğumuzu dik tutmak için sürekli atıp tutarız. Sürekli ham hayal rüyalarımızdan söz ederiz. Söyleyin Allah aşkına, Allah böyle rüyalarımıza cevap verir mi?
Her şeyden önce bizler ayetlerde söz edilen rüyalardan görmeyiz. Halk dilinin deyimiyle “üstümüz açık kaldığı için rüyalar görmüşüzdür” Onlar öylesine rüyalardır. Akıl, mantık, irade, inanç, azim, ihlas, eylem yoktur bizim gördüğümüz rüyalarda… Kurudur, yavandır, yalandır bizim gördüğümüz rüyalar.
Bir çok Müslüman resulün gördüğü rüyayı, fantastik hikayelerle süsler. Hakkında bir çok rüya tabiri yapar. Zannederler ki, resulün gördüğü rüya sadece uyurken gördüğü rüyadır. Ona uyurken Allah’ın hikmetiyle rüya gösterilmiştir. Asla böyle bir şey yoktur. Resul Muhammed, daha Mekke toplarından çıkmadan uyurken de, uyanıkken de kendini Mekke’de gösteren rüyalar görmektedir. Bir gün Mekke’ye dönmenin rüyasıyla yollara düşmüştür. Sadece resul mü? Elbette hayır. Mekke’den Medine’ye hicret eden bütün muhacir Müslümanlar. Aynı rüyayı görmektedirler. Bir gün Mekke’ye dönmenin hasreti rüyalarını süslemektedir. Onun için ailelerini orada bırakmışlardır. Onun için canla başla rüyalarını gerçekleştirmek için çalışmışlardır. Onun için rüyaları yolunda gerekirse ölmek üzere Allah’ın resulüne biat etmişler. Allah da onların biatine biat etmiştir. Sadece resulün ve Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanların mı böyle rüyaları vardır? Elbette hayır. Müslümanları Medine’ye kabul edip, orada devlet ilan eden Medinelilerin de, Arabistan’da yaşayan diğer kabilelerden Müslüman olanlarında, Kabe ile ilgili rüyaları vardır. Çünkü onlar da, çatışma ortamında Mekke’ye giderek, Kabe’yi ziyaret edememektedirler. Bugün bizim uğrunda ölmeyi göze alacak, bu yönde Allah’a ve resulüne biat edecek rüyalarımız var mıdır? İşte Müslümanların hali pür meali ortada… Allah’ın ayetleriyle ortaya koyduğu amaç yok. Resulün yaşadığı hayatla hiçbir ortaklıkları yok. Zaten bir çoğu kendini resul ilan ederek, Muhammed’in devri bitti diyor. Bir çoğu, almış eline ayetlerde geçen bir kelimeyi, yıllarca geveliyor. Müslümanlarla tartışıyor. Ben 1969 yılında, Ankara Akçağ yayınevinde çalışırken (ki, o zamanlar şimdiki gibi anonim şirket değil, gençlerin kurduğu bir kooperatifti), bazı ağabeylerimiz miracı tartışıyordu. Hala aynı adamlar, benzerleri tartışıyor. O dönemden bu güne kadar hala anlayamadılar. Müslümanların bir çoğu, Müslümanları suçlamaktan başka cümle kurmayı bilmiyor. Andolsun ki, bu ahvalin görüntüsünde, Allah’ın cevaplayacağı, yerine getireceği herhangi bir rüya yoktur.
Hiç kimse Allah’ı aldatabileceğini düşünmesin. Andolsun ki, Allah’ı aldatabileceğini düşünenler kaybedenlerden olacaklardır. Allah kendisini aldatmaya çalışanların durumunu çok güzel anlatmaktadır. Fetih suresi 11,12,13,14. Ayetlerinde, onlar diyecekler ki; ”Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile." Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Kaldı ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Aslında siz Peygamberin ve müminlerin ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helaki hak etmiş bir topluluk oldunuz. Kim Allah’a ve Resulüne iman etmezse bilsin ki biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır. Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine ceza verir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir”
Allah; ayetlerinde Allah’ı aldatabileceklerini sananların özelliğinden söz ediyor. Onların sözleri, yaptıkları kendilerine güzel görünür. Onlar ne yaptıklarının farkında değillerdir. Süslü cümleler kurarlar. Cümleleri kurduklarında insanlar hayran kalır. Yaptıkları aldatmacaya yöneliktir. Gözyaşları, titremeler, heyecanlar yaşatırlar. İnsanların duygularına hitap ederler. İyi bir konuşmacı olarak kalpleri titretirler. Söyledikleri her şey akla, mantığa uygun gelir. Sanki hiç yalanları yoktur. Hep doğruyu söylüyorlardır. Ama bir gerçek vardır. Bunları söylerken art niyetlidirler. Kalplerinde nifak vardır. Allah’ı, müminleri aldatma amaçlıdır. Andolsun ki onlara ancak kalplerinde nifak olanlar uyarlar. Müminler ise onların yaptığını görür. Çünkü onların bütün hareketlerinin özünde canlarını, mallarını kurtarmak yatar. Dikkatle dinlediğinizde, onlar hep kendi çıkarları için konuşmuşlardır. Çıkarları için hareket etmişlerdir. İnsanları ölüme çıkarları için gönderebilirler. Ama Allah yolunda birlik olmaya, Allah yolunda ölmeye gelince bin türlü bahane öne sürürler. İşte günümüzde görüyoruz. Amerika, batı, Müslümanları yok etmek için yola çıktığında, onlar için “Allah razı olsun onlardan bizi katillerden kurtaracaklar” diye dua ediyorlar. Gerçekten Allah’a kendini adamış Müslümanları, aralarında görmemek için cezaevlerine tıkıyorlar. Zira biliyorlar ki, onlar ortada olursa, kendi samimiyetsizlikleri oraya çıkacaktır. Kendi yalanları ortaya çıkacaktır.
3. Resulün beklemediği, Müslümanların beklemediği rüya gerçekleşti. Yapılan anlaşma ile, Müslümanlar bir yıl sonra toplu bir şekilde ellerini kollarını sallayarak Mekke’ye girebileceklerdi. Münferit olarak, Müslümanlar kervanlarla Mekke’ye girebileceklerdi. Kimse onlara dokunmayacaktı. Üstelik Müslümanların zarar görmemesi için Kafirler tedbir alacaklardı. Daha bir yıl önce Medine’yi yıkmaya gelenler. Bugün Müslümanlara zarar vermeyeceklerine, zarar vereceklere karşı Müslümanları koruyacaklarına dair söz veriyorlardı. Arabistan’ın her yerinde, sadece haram aylarda değil, yılların bütün aylarında, bütün günlerinde on yıl, Müslümanlar güven altında olacaklardı. Bu gerçeklik, resulün gördüğü rüyadan, Müslümanların gördüğü rüyadan daha yüceydi. Mekke’de zulüm altında kalan Müslümanlar, rahatlıkla İslam’larını açıklayacaklar. Mümin kardeşlerini hasretle Mekke’de bekleyecekler. Onların gelişinde onlara nasıl misafirperverlik yapacaklarını düşünmekteydiler. On yıllık bir barış. On yıl boyunca bütün Arabistan’a, bütün dünyaya İslam tebliğ edilecek. Bu durum Müslümanların rüyası bile değildi. Allah müminlerin gördüğü rüyaya karşılık, rüyalar üstü rüya gerçekleştiriyordu. Bundan daha büyük zafer mi olurdu? Bundan daha büyük fetih mi olurdu?
Şunu unutmayın ki, “Allah sizin bilmediğinizi bilir. Allah bizim bilmediklerimizi bilir” Bizim kendimize göre hesaplarımız, kendimize göre rüyalarımız varsa, Allah’ın da bizim üzerimizde hesapları vardır. Biz müminler; ihlasla, Allah yolunda kuracağımız, göreceğimiz rüyaların peşinde yürürsek, bilin ki, Allah bizleri daha büyük rüyalarla mükafatlandıracaktır. Yeter ki, rüyalarımız üstümüz açık olduğu için görülen rüyalar olmasın. Yeter ki, rüyalarımızın mayası inancımız, ihlasımız, Allah yolundaki azmimiz, cehdimiz olsun.
Bugün en çok bu rüyalara ihtiyacımız var. Şairin dediği gibi, “bir ağaç bir orman olur” Allah’ın dediği gibi, rüyalarımız gerçek olur. Allah katında makbul olur. Kalbimizden Allah yaptığımız biatte, Allah’ın eli üzerimizde olur. Ama bilin ki, ayeti anlamadan, Allah’ın elinin nasıl, ne olduğunu tartışmaya kalkarsak, kalbimizdeki iman firar eder. Dilimizdeki İslam yalan olur. Yaşantımız çöplüğe bile atılamayacak kadar mundar olur. Onun için her birimiz, Allah için, Allah’ın dini için gecelerimizi, gündüzlerimizi, Allah yolundaki rüyalarımızla süslemeliyiz. Süslediğimiz rüyaların peşinden gitmeliyiz. Kalbimizdeki imanı, ihlası yitirmeden bunları yapmalıyız. Oyalanmamalıyız. Durmamalıyız. Kavşağın başında araftayız. İki kavşağın birleştiği yerdeyiz. İyi bilin ki, yolun biri bizi Allah’a götürecek.. Allah’a götürecek yolu övmekle, yolu güzelliğini tartışmakla yol bitmez. Yolda yürümek, alın teri dökmek, terlemek gerekecektir. İnanıyorsak, Allah’ı kandırmak istemiyorsak ki, asla Allah’ı kandıramayız, hemen yola koyulmalıyız. Tartışmaları bir kenara bırakarak… İnsanları suçlamayı bir kenara bırakarak. Yarın her birimiz, Allah’ın yolunda birlikte yürümenin yolunu bulmalıyız. O yolda arkadaşlar, kardeşler edinmeliyiz. Ben her zaman basit bir hesap yaparım. Bir Müslüman, yılda kendine bir mümin arkadaş edinmeyi amaçlasa, bu uğurda rüyalar görse, rüyalarını gerçekleştirmek için elinden geleni yapsa, andolsun ki Allah onun rüyasını boşa çıkarmayacaktır. Düşünün her yıl bir mümin kardeş edinmek. Kardeşliklerin en güzeli değil midir? Kardeşlerimizin eksiği, kusuru olabilecektir. Bizlerin eksiği kusuru olabilecektir. Hep birlikte kusurlarımızı tamir ederek, yanlışlarımızı düzelterek, yanlışlarımızı din edinmeyerek, düşüncelerimizi birbirine dayatmayarak, sadece Allah için yola koyulduğumuzda, göreceksiniz o yolda her şey yoluna girecektir. Eskilerin dediği gibi. Kervan yolda düzülür. İhlasla yola çıkanlar. Yolda kardeşler olarak kendilerini düzelterek, Allah yolcularının kervanlarını oluşturmak zorundadır. Bu yol kutludur. Bu kervanlar kutludur. Bu yolda Müslümanlar, Allah tarafından karşılanacak, rüyalarımız cevap bulacak, fetih ve zafer nimet olarak sunulacaktır. Yeter ki, bizler fethe, zafere şartlanmayalım. Andolsun ki, fethe, zafere şartlandığımız gün, her şey yerle yeksan olacaktır. Müminler olarak bizim görevimiz, ihlasla yolda yürümektir. Allah bazen engeller koyabilir. Koyduğu engellerin nedenini bizler bilemeyiz. Allah bilir. Allah bazen bizi üzecek olayları yaşatabilir. Nedenini Allah bilir, biz bilmeyiz. Denenmek üzere yaşadığımız hayatta, Allah bizi elbette sınayacaktır. Tüm sınamalara tevekkül etmek. Asla inançtan sapmamak. Asla ihlastan sapmamak. “Allah’ın yardımı ne zaman?” dememek. Israrla, azimle Allah yolunda yürümek…Elbette; Allah’ın takdir ettiği zaman, fetihle, zaferle sonuçlanacaktır.
Bakın Allah fetih suresinin 20 ayetinde ne diyor. “Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimet vaat etmiştir. İşte şunları hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu, müminlere bir işaret olsun ve sizi dosdoğru yola iletsin”
Bizler Allah’ın bizler neyi hazırladığını bilemeyiz. Allah bizim için, zaferini, fethini, yardımını, ganimetlerini hazırlamıştır. Bunları kazanmanın tek yolu vardır. Allah’a kesin iman, O’na bağlılık, yolunda azimle, sabırla yürümek, kararı Allah’a bırakmaktır. Bizim Ya Rabbi ben yolunda yürüyorum. Hani nerede ganimetlerin? Hani nerede yardımın? Hani nerede zaferin? Hani nerede fethin? Diye sorma hakkımız yoktur. O bütün bunları dilediği zaman, dilediği şekilde verir. Vermek istediğimiz zaman, bizim kafamız, aklımız, kalbimiz başka yerdeyse bize tuzaklar kurar bizi oraya götürür. Buna inanmadıktan sonra hidayet etmemiş sayılırız.
Ey Müslümanlar fetih suresinin 28. Ayetinde denildiği gibi, “İslam’ı bütün dinlerden üstün kılmak üzere, resulünü hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır. Şahit olarak Allah yeter”
Ayet öyle anlamlıdır ki, Müslümanlar bu ayeti çok iyi anlamaları gerekir. İslam yeryüzünde insanların oluşturduğu bütün dinlerden üstün kılınmak üzere gönderilmiştir. İslam bir din olarak, yaşama düzenidir. Allah; ayetlerinde insanların yaşadıkları hayat düzenine din demektedir. İster ilahi kaynaklı olsun. Yani bir zamanlar kendilerine kitap gönderilenlerin saptırdıkları, insani yorumlarıyla ortak ettikleri yaşam düzeni olsun. Mesela ehli kitap bunu yapmıştır. Allah’ın düzenini, kendi istek ve arzuları doğrultusunda değiştirerek, kendilerine yeni bir yaşam düzeni oluşturmuşlar. Sonra da Allah böyle emretti. Allah’ın dini budur demişlerdir. İster insani kaynaklı olsun. İnsanların aklından ürettikleri, ister bilime, ister tarihe dayalı ürettikleri yaşama düzenleridir. Bugünkü kapitalizm, komünizm, hümanizm, sol, sağ ideolojilerin ürettikleri düzenler… Allah’ın din tanımının içine girmektedir. Allah toplumların üzerinde yaşadıkları, gelenekleri, örfleri, adetleri, yasaları, ideolojileri, felsefeleri din olarak tanımlar. İşte bütün bunlara üstün kılmak üzere resulüne, onların yalan olduğu gerçeğini bildirmek ve gerçekler üzerine hükmeden hak dini İslam’ı göndermiştir. İslam’ın hak din olduğuna şahit olarak Allah yeter. İslam’ın hak olduğu, gerçek olduğunu insanlar kabul etmeyebilir. İnsanların aklı bunu almayabilir. Siz insanlara bakmayın. Onlar sizi kandırmasın. Onlar diyebilirler. İslam gerçekler üzerine değildir. Onlar kendi dinleriyle İslam’ı kıyaslamak isteyebilirler. Kendi düzenleriyle, kendi yasalarıyla, kendi çözümleriyle, İslam’ın ortaya koyduğu yaşama düzenini, yasalarını, çözümlerini kıyaslamak isteyebilirler. Onlara aldırmayın.
Unutmayın ki, Allah’ın dini gerçekler üzerinedir. Hiçbir zaman gerçekler ile, yalanlar üzerine kurulan düzenler, yasalar, çözümler kıyaslanamaz. Sakın böyle bir hata yapmayın. Sakın İslam’ı başka düzenlerle, yasalarla, çözümlerle kıyaslamaya kalkmayın.
Unutmayın ki; yalan üzerine kurulu hiçbir şeye itibar edilmez. Aklın ürettiği yalanlar üzerine kurulu düzenler, yasalar, çözümler dikkate alınmaz. Aklımız almıyor mu? Yalanla doğru kıyaslanır mı? Yanlışla doğru kıyaslanır mı?
İşte bu nokta da Allah diyor ki; “resule, hak din İslam’a şahit Rabbinizdir. Bu size yetmez mi?” Bizler bu ayeti okuyunca ilk önce yeter deriz. Sonra sözümüzü çiğner, resullüğün resul olduğunu ispata çalışırız. Başkalarını bu konuda ikna etmeye çalışırız. Bir sürü delil getiririz. Delillerimiz yetmiyorsa hakkında hikayeler uydururuz. Mucizevi hikayeler uydururuz. Niçin? Çünkü Rabbimizin şahitliği yetmemiştir. İlla ki, bizi tatmin edecek, insanları tatmin edecek delillere ihtiyacımız vardır. İslam’ın hak din olduğunu kabul etmişizdir. Amma gelin görün ki, hemen arasından, Hıristiyanlıkla, Musevilikle, Budizm’le, kapitalizmle, komünizmle, liberalizmle, solculukla, hümanizmle kıyaslamalara girerek, İslam’ın üstünlüğünü tartışmaya açmışızdır. Niçin? Rabbimizin şahadeti yetmiyor mu?
Toplumda görüyorsunuz. Kur’an-ın gerçekliğini kabul etmek için 19 hikayesi uydurulmuştur. Bazı toplumlar mucizeli kuran hazırlamıştır. Bazıları; ayetleri ilmi olarak açıklama, ilmen üstün olduğunu ispatlama gayretine girmiştir. Bazıları; ayetlerdeki musikiye, edebiyata, sanata dikkat ederek, Allah’ın sanatsal üstünlüğüyle, kulların sanatsallığını tartışmaya açmıştır. Adına da imanın hakikatleri demiştir. Niçin? Allah demiyor mu? İslam hak ve gerçek olarak üstündür. Diğerleri batıldır. Bu konuda Rabbiniz size şahittir. Eğer biz önce Allah’a inandıysak. Sonra resulü kabul ettiysek. Sonra resul ile Allah’ın gönderdiği ayetleri kabul ettiysek. Sıralama buysa, Allah olayı ta başa intikal ettiriyor. Siz imana bana inanarak başladıysanız, imanın da, seçtiğim resulün de, gönderdiğim dinin de şahidi benim diyor. Ama biz bu sıralamayla başlamadık. Önce din dedik. Sonra resul dedik. Sonra Allah dedik. Resulün şahidi din. Allah’ın şahidi resul oldu sanki. Bir sıfır baştan yenik başladığımız bu hayatta, ayetleri anlamakta güçlük çekiyoruz. Allah’ın ilahlığıyla başka ilahları tokuşturuyoruz. Allah’ın resulü ile başka resulleri kıyaslıyoruz, yarıştırıyoruz. Hıristiyanlar İsa Allah’ın oğludur diyor. Bizim Müslümanlarımız bu söze Allah’ın ayetleriyle verdiği cevabı vereceğine, onları tasdik ediyor. İsa’yı öldürmeyip gökyüzüne çıkarıyor. Sonra mehdilik uyduruyor. İslam’ın mehdisi yeryüzüne zuhur ettiğinde, Hıristiyanların İsa’sını yeryüzüne indiriyor. İsa’ya Mehdi’nin arkasında namaz kıldırıyor. Böylece İsa’nın konumunu sıfırlıyor. Mantığa bakın. Hani bununla yetinse ne ala, hızını alamıyor. Allah’ı peygambere aşık ediyor. Ve güya Allah; aşkıyla yanıp tutuştuğu Muhammed oyalansın, oynasın diye bütün kainatı yaratıyor. Hani pes deseniz yetmez. Niçin bunları yapıyor insanlar? Çünkü Allah’ın şahitliği yetmiyor. Allah’ın ayetlerini, dinini kıyaslamak için yola çıktıklarında hızlarını alamıyorlar. Ayetleri anlamamalarının faturasını, Müslümanların önüne saçma sapan bir kültür koyarak alimliklerini ilan ediyorlar. İslam düzeninden korkan çıkar düzeni sahipleri de, İslam adına, Allah adına, resul aşkına, bunları toplumlara egemen kılıyor.
Ey Müslümanlar, resule ve dini İslam’a Allah şahittir. Allah’ın şahitliği yetiyor diyorsanız, akli, nakli, bilimsel üretimlerinizle kıyaslamalara girmeyiniz. Üstünlük yarıştırması yapmayınız. Değilse Allah katındaki hesap çok çetin olacaktır.
Unutmayın ki; Allah Fetih suresinin son ayeti olan 29. Ayetinde “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kafirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir” Diyor.
Ayetten özet çıkarırsak;
1. Müslümanlar, Müslümanlara karşı şefkatli, inkar edenlere karşı şiddetlidirler. Günümüzde tam tersi uygulanmaktadır. Bu konuda uzun uzadıya yazmaya, konuşmaya gerek yok. Hali pür mealimiz ortadadır. On kişi bir araya gelsek, yarım saatte sekize, bir saatte beşe, iki saatte üçe, dört saatte ikiye, beş saatte bire düşeriz. Her düşüşte de, Müslüman kardeşimize şiddet uygularız. Bunlar elbette tek taraflı değil karşılıklı olur.
2. Allah’a inanan Müslümanlar; Allah karşısında dimdik onurlarıyla ayakta dururlar. Sadece Allah’ın önünde eğilirler. Sadece Allah’ın önünde secdeye kapanırlar. Günümüzde insanların önlerinde ayakta bekledikleri. Saygılarından önüne eğildikleri. Yüzlerini hürmetten yerlere sürdükleri. Allah değil başkalardır.
Kıyam etmek, yani ayakta dimdik durmak. Ruku etmek, yani eğilmek. Secde etmek, yani alnı yere koymak. Hem anlam itibariyle hem de fiil itibariyle, Aklen, mantıken, inançla, kalben ve bedensel olarak bir eylemdir. Günümüzde, kıyamı, rükuyu, secdeyi anlam olarak algılayıp, bedensel olarak yaşamak istemeyenler var. Türlü yorumlarla bundan kaçmaktadırlar. Bazıları da, kıyamın, rükunun, secdenin anlamını yitirip, şekille istediklerine kıyam, rüku, secde etmektedirler. İstediklerinin içinde, Allah, alim, şeyh, yatır (yani ölmüşler), siyasetçiler, iktidar sahipleri, para sahipleri var. Allah bütün vasıflarıyla, hem manen, hem şeklen Müslümanları kıyama, rükuya, secdeye davet etmektedir. Bunu anladığımız gün Fetih suresinin29. Ayetine mazhar olacağız inşallah.
3. Allah İncil’den, Tevrat’tan söz ediyor. Elbette bizim elimizdeki kitaba Kur’an dediğimiz gibi, bunu da Allah’ın bakara suresi 185. Ayetindeki “Ramazan ayı, ki onda Kuran, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi” ifadesine dayandırdığımız gibi, Yahudiler de, Hıristiyanlarda, İncil, Tevrat derken bir gerçeğe, yani ayete dayandırmış olabilirler. Nitekim; İncil kelime anlamı olarak, “’iyi haber, müjde” anlamına gelir. Tevrat ise; “öğretme, gösterme, yönlendirme, öğreti, yasa” anlamına gelir. Her iki kitabın anlamları güzeldir. Kur’an “okunan şey “veya “ okumak", Kerîm ise "soylu, asil" ve "eli açık, cömert" anlamlarına gelir. Böylece Kur’an-ı kerim dediğimizde, soylu, asil okunan, okuyanlar onda cömertlik, eli açıklık bulur. Zira ayetlerin amacı korkutmak, cezalandırmaktan çok, barışı, hidayeti, affı, mükafatı öne çıkarır. Allah kendisine inananların özelliklerinin Tevrat’ta ve İncil’deki özelliklerinden söz eder. Bu önemlidir. Putperestlerin kendilerini geçmiş atalarına dayandırarak üstünlük taslamalarına karşın, Allah Müslümanların tarihinin daha eskilere dayandığını vurgulayarak onların sözlerini yalanlar. Allah’ı inkar edenler, geçmişten beri sürekli kaybedenler olarak tarihe geçmişlerdir. Tevrat’ta, İncil’de yazılı olan müminler ve resul Muhammed’e inanan müminler, alınlarındaki secde işaretleriyle tanınırlar. Allah bunu söylerken her üç toplumunda kıyam, rüku, secde ettiğini vurgulamaktadır. Ancak Hıristiyanlar ve Yahudiler Allah’ın kendilerine emrettiği rükuyu, secdeyi kaybetmişlerdir. İçlerinde azınlıkta olsa yapanlar da vardır. İnananların sürekliliği, inkar edenlerin süreksizliği ayette vurgulanır.
4. Allah’ın ayetlerinden nasiplenenler, yeryüzüne dikilmiş insanlık timsalleridir. Onlar bir fidana benzetilir. Fidan bütün güzelliğiyle ortaya çıkar, büyür, ağaç olur, meyvelerini verir. Allah’ın ayetleriyle fidan olup yeryüzüne dikilen insan. Büyüyüp ağaç olan insan. Meyvelerini en güzel insanlık olarak dünyaya sunar. Haktan, adaletten yana olan, zulme zalime karşı çıkandır. Yalandan, riyadan uzak durur. Yeryüzündeki yaşamı, yaşarken söylediği sözler, yaptıkları insanlığa sunduğu en güzel meyvelerdir. Allah’ın bu tarifine baktığımızda, meyvelerimizi seyredebiliriz. Sözlerimiz, eylemlerimiz, tavırlarımız, tutumlarımız Allah’ın istediği gibi midir? Sorgulayabiliriz.
İşte bütün bu noktalarda kendimizi yenilediğimiz zaman, fethin üzerimize ihsan edilmesinin önünde engel kalmamıştır. Bunu anladığımız gün, fetih beklemeden Allah tarafından fethedilmeyi başarırız. Allah tarafından fethedilmemiz ise, Allah’ın bize hidayetini nasip etmesidir. Ben insanın hidayet ettim sözünden bahsetmiyorum. İnsanlar her şeyi söyleyebilir. Allah’a, resulüne, dinine inandım diyebilir. Kendini dahi bu yönde kandırabilir. Ama Allah’ın ayetlerinde hidayet bu değildir. Allah’ın katındaki hidayet, hidayeti talep eden insanın, gösterdiği, Allah’a sunduğu samimiyet ölçüsünde, Allah’ın onu mümin kabul etmesidir. İşte kim Allah’ın katında müminse, onlar Allah tarafından fethedilmiş, zaferlerini kazanmış müminlerdir. Allah katında zafere ulaşmak için Müslüman öncelikle Allah tarafından fethedilmeyi bilmek zorundadır. Fetih suresinin son ayeti olan 29. Ayet, kendini Allah’a sunan, Allah tarafından fethedilen, böylece Allah’ın zaferle taçlandırdığı inananlardan söz etmektedir. Gerçek boyutumuzla kendimizi ayet içinde bulmamız gerekir. Bulduğumuz gün, Allah’ın fethi gerçekleşecektir.
İnşallah Allah’ın fethini gerçekleştirdiği müminlerden oluruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.