- 795 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YUSUF BİLGE’NİN “ELVEDAYA ELVEDA” ŞİİRİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Yusuf Bilge, günümüz edebiyatında kalıcılığının olduğuna inandığım; geleneksel biçimlere bağlı, edebî sanatları bilen ve işleyen, millî şiir anlayışının imkânlarını kullanarak özgün bir üslûp arayışını benimsemiş değerli bir şairimizdir. Edebî şahsiyetini yapan temel nokta, şiirlerinde ele aldığı konu kadar, dil ve şiir işçiliğine önem vermesidir: ‘İnsan-Bilim deyince varabileceğimiz yer kavramlardır. Be nedenle dilin çok büyük bir önemi var. Dili şairler inşa ediyor. İnsanın kendi ile ilgili dili zayıfsa tefekkürü de zayıf olur ve dolayısıyla ortaya koyacağı verimlerde zayıf olacaktır.’ görüşündedir (Bkz. ESKADER, Babıali Sohbetleri, Şiir ve Tefekkür, 10.03.2011) Onun, aşağıda dörtlük dörtlük ele alıp incelemeye çalışacağımız “Elvedaya Elveda” şiirini de, yukarıda zikrettiğimiz yönüyle, özellikle değerli bulduğumuzu belirtmeliyiz. Sayın Bilge, “Elvedaya Elveda” şiirini, 7+7= 14 hece ölçüsüyle 10 dörtlükten oluşturmuştur. Kafiye düzeni “abcb” şeklinde olup her dörtlüğün birinci ve üçüncü dizesi serbest, ikinci ve dördüncü dizeler kendi arasında kafiyeli olacak şekilde (çapraz kafiye) düzenlenmiştir. Şiirde konuşma dilinden gelen söz kalıplarına sıkça yer verilmiştir: Başına gelmek, hedefi on ikiden vurmak, ödünç vermek, acıyı paylaşmak, içini dökmek, kötülüğe bulaşmak, ram olmak, ufku açılmak, ne gam, şuncağız, imbikten geçmek. Ayrıca, bilinçli oynamalarla ve ılımlı bir deformasyona uğratılmış söz kalıplarıyla, orijinal söyleyişlere ulaşılmıştır: Gidimli dünya, yılgınlık aşılayan zıtlar, siyah beyazı hüzzam elvana karmak, kuantum sezgiler, kılavuz gözlemek, isyan madalyasından künye silmek, harfleri tökezleyen kekeme sözcükler, zihniyet formatının esnemesi, kendini klonlamak, çalakalem işkiller, sinsi hortum, eşk(gözyaşı)in anaforu, iyimser hendesenin birlediği özgüven, ışığı soyunup karanlığı giymek, fildişi kulenin sırça feneri, umut semaverinde umarsızlık demlemek, istencin yaveri talihin tersine dönmesi, iç gözün pusarması, zorunlu anılar, aymazlığın örgütlenmesi, dünyalık uğraş, üvey saçak altının öksüz kumru palazı, bir çam kozalağında bin orman görmek, aşka tarih düşüren dibace gagası, Bürutus hançerine bakarkör Sezar (olmak), şuncağız içli nale, destan boyut serencam, düşüncenin düğümlenmesi, rahmetiyle sağaltmak, şuurun imbikten geçmesi, efkârın çözümlenmesi, dilin keçelenmesi… Şiirde günlük dile ait, önemli sayılacak bir diğer tasarruf ise, Batı dillerinden bazı kelimelerin okunuşlarıyla dile kazandırılması çabasıdır: Kuantum, format, klonlamak, çenç. Osmanlı Türkçesinden sözcüklere ve özgün ifadelere de yer verildiğini görüyoruz: Hüzzam, elvan, kılavuz, isyan, künye, arzuhâl, zihniyet, galat-ı meşhur, eşk, hendese, serap, ram olmak, pespaye, yâr-yaran, dibace, nale, serencam, Hûda, imbik, şuur, efkâr. Ayrıca halk ağzından az sayıda da olsa, bazı sözcükler kullanılmıştır: İşkil, pusarmak, palaz, gelende… İşaret etmekle yetindiğimiz bütün dil ve üslûp özellikleri, Sayın Bilge’nin diğer şiirleri de tek tek incelenerek, genel hükümler haline getirilmeyi bekler. Bu ise, ayrıca ve kapsamlı olarak ele alınması gereken, ciddi bir akademik çalışmanın konusudur. Biz şimdi, anladığımız ve anlatabildiğimiz kadarıyla asıl konumuza, “Elvedaya Elveda” şiirinin tahliline dönelim:
I.“Gerçi misafiriz ya şu gidimli Dünya’da,
Korkmaktan ürktüm en çok, o da başıma geldi;
Eylül güz hedefini on ikiden vurunca,
Yılgınlık aşılayan zıtlar aklımı çeldi.”
“Şairin insana ve hayata dair, uzun zamandır farkında olduğu iki şey vardır: 1. Yaşadığımız dünyanın “gelimli-gidimli” bir yer ve bu yerde konuk olduğumuz 2. Mezkûr bilginin yüreğimize verdiği (vereceği) korkudan oldum olası ürküntü duyulması. Nitekim, “Eylül” başlangıcıyla birlikte “güz” yapacağını yine yapmış ve insanı yılgınlığa düşürmeye teşne özelliği ile, kaçınılmaz olarak bizi, hayatımızdaki tezatların tefekkürüyle baş başa bırakmıştır.
2. “Hüzzam elvana karıp onca siyah beyazı,
Kuantum sezgilerle düşlerime gizledim;
Hayat geri alınca ödünç verdiklerini,
Acımı paylaşacak bir kılavuz gözledim.”
“Halbuki şair, önceden tedbir olarak, “hüzzam”(Türk musikisinin, dinleyene koyu hüzün veren mürekkep makamından kinaye) renkleriyle bulamaç yaptığı hayatın siyah-beyaz keskinliğindeki tezatlarını, programlanmış / öğretilmiş bilinçaltındaki sezgisel bilişlerin oyununa gelmemek için, düşleriyle örtüp gizlediği vehmine kapılmıştır. Fakat hayat, yıllar içinde kendisine verdiklerini (gençlik enerjisini, umudunu, rüyasını!) geri aldıkça, bu “alalama”nın da bir anlamı kalmamış ve şair kendini yürek acılarıyla baş başa, onlarla hemdert olacak bir dosttan (kılavuz) mahrum, çırçıplak bir gerçekliğin ortasında bulmuştur. Boşu boşuna bir “yol gösteren-kurtarıcı” aramıştır hayatında.
3. “Aydınlattığı suda çırpınan ışık gibi,
İsyan madalyasından künyemi siler oldum;
Harfleri tökezleyen kekeme sözcüklerden
İçimi dökmek için arzuhâl diler oldum.”
“Işık, ışık kaynağından doğar ve üzerine düştüğü nesneyi aydınlatır. Aydınlatan ile aydınlanan arasındaki bu ilişki “Tanrı-varlık” ilişkisi olarak anlaşılırsa, “hayat” Tanrı’nın yaratılanlarda (mevcutta) bir tecellisidir. Durgun suda bile, biraz dikkatle bakılırsa, bir dalgalanma (çırpınma) vardır. Çırpınan, suya vuran ışık değil, aslında sudur ve bizde ışık dalgalanıyormuş (yakamoz) hissi uyandırır. Buradan, “Allah’ın halk ettiklerinde (şiirdeki karşılığı ile söylersek, insanda) çırpınması” anlamına varırız. Çırpınma, gerçek anlamının dışında çok değişik yan anlamlara sahip bir kavramdır: 1. Üzüntü ve telaş içinde bulunmak 2. Bir beklentinin gerçekleşmesi için aşırı çaba göstermek 3. Rüya veya ateşli hastalık halinde kendini bilmez duruma gelmek 4. Umarsızlığa dönüşen son çaba. Şair tasavvuf ehline uygun bu mecazı “perdahlı bir elmas gibi” şiire katmıştır: “Aydınlattığı suda çırpınan ışık (gibi)”. İşte, Allah ile (yeniden ve sağlıklı) kurulan bu ünsiyyet, aynı zamanda şairin, onu isyandan vazgeçiren ruh olgunluğuna işaret eder: “İsyan madalyasından künyemi siler oldum”. Bir kahramanlık başarısı gibi (isyan madalyası) öğrenilen / öğretilen bu “isyan”, içinin acılarını dile getirmek ihtiyacı içindeki şairi, hiçbir zaman içini dökmenin gerçek ifadesi ve karşılığı olmayacağını bilmesine rağmen (harfleri tökezleyen kekeme sözcükler) dileyeceğini Allah’tan dilemeye (dua-niyaz-şükür) yöneltir.
4. “Kulağımda kar sesi, yüzümde yağmur izi,
Zihniyet formatımı esnetti çelişkiler;
Beynime mezar kazan galatı-meşhurlarla
Kendini klonladı çalakalem işkiller.”
Yaşadığı hayata dair çelişkilerle hayatın bizzat tanığı olan şairin, sosyal çevre içinde sınırları çizilmiş zihin kalıpları esner ve yeniden şekillenir. Söz konusu çelişkiler; yanlışlığı bilindiği halde doğru kabul edilen değer yargıları, dogmalar (galat-ı meşhur) ile aynı geni taşıyan (klonlanmış) üzerinde yeterince düşünülmemiş şüphelerdir ki, zaman içinde kendi kendilerini tüketerek (kendi mezarlarını kendileri kazarak) yok olup gitmişlerdir!
5. “Neden sonra anladım: Para-yel sinsi hortum,
Eşkin anaforuyla can özüme ulaşmış;
İyimser hendesemin birlediği özgüven,
Dönüştürmek isterken kötülüğe bulaşmış.”
Nihayet anlaşılan(şair tarafından idrak edilen) şudur: “Para” denilen finans aracı, alıp satmanın geçerli olduğu her alanda, bir yelin hortum etkisini yaratmaktadır. Gözle görülmediği için farkına varılması zor, bu “sinsi” ve ortaya çıkardığı yıkım bakımından gerçek hortumdan daha tehlikeli ve tahripkâr olan “kötülük” yayıcı paraya dayalı dünyevî ilişkiler, şair tarafından farkına varılmıştır ki, onun özgüveniyle “inşa” etmeye çalıştığı iyimser kişilik “bina”sında bile olumsuz tesirler (karanlık gölgesi) icra etmiştir.(Bana öyle geliyor ki, Sayın Bilge, “Para-yel sinsi hortum” benzetmesiyle güncel meselelerimizden biri haline gelen ve “paralel yapı” adıyla maruf devlet içi örgütlenmeye ve örtülü ilişkilere de bir gönderme yapıyor sanki. Ama yanılmış da olabileceğimi peşin olarak kabul ederek söylüyorum bunları).
6. “Işığı soyundukça karanlığı giymişim,
Fildişinden kulemin sırça feneri sönmüş;
Umut semaverinde umarsızlık demlerken
İstencimin yaveri talih tersine dönmüş.”
“Maddi dünyanın şairin üzerindeki tahribatı birdenbire değil, zaman içinde ortaya çıkmıştır: Önce hayatın çirkefine biraz daha bulaşmak (ışığı soyunup karanlığı giyinmek), bu çirkeften kendini koruduğunu zannettiği “fildişi kule”nin içinde bile kirlenmek ( sırça fenerin sönmesi), umudun giderek umarsızlığa dönüşmesi (Umut semaverinde umarsızlık demlenmesi) ve bilinçli bir tercihle, yaşanan ömrün keskin iradesine karşın, talihin yaver gitmemesi... (İstencin yaveri talihin tersine dönmesi)... Bütün bunlardan, maddi dünyanın insan üzerindeki “kaçınılmaz” etkileri olarak, şair de şikâyetçi ve mustariptir.
7. “Tavansız odaları kuşbakışı seyreden
İç gözüm, pusardıkça bağlanmış azabına;
Gezgin özlemlerime gurbet eylediğim sır,
Zorunlu anılarla ram olmuş serabına.”
İnsanda bildiğimiz “iki göz” dışında, bir başka göz daha vardır: “İç göz!” Bu göz zihnî ve derunî gözdür; içe bakar ve özü görür! Zahiri gözün, baktığını görmeye engelleri varken, “iç-göz”ün böylesi perdeleri yoktur. “Tavansız odaları kuşbakışı seyredebilir!” Ama bu iç-gözün başındaki büyük tehlike ise, iç terbiyeyi ihmal etmek ve dış dünyanın akışına ruhu teslim etmektir. İç-gözün işlevini yitirmesi, yaşanan hayatın anlamını yitirmemize sebep olur. Bu hal, çektiğimiz her türlü azabın da gerekçesidir. Fakat insanoğlu dünya hayatına ve onun yürürlükteki şartlarına mahkûmdur. Uçarı, kalıcı olmayan özlemlerin sebebi, sırrı, bir tür gurbette olmaktır! İnsan dünyada gurbet hayatını yaşar ve istekleri de fani ömrü gibi, bu yüzden geçicidir. Ve tabiî, zorunlu olarak (mecburen) hayâllerine teslim olur, bu koşullara ram olur insanoğlu. Yalana, körletici hazlara (seraba) kapılır.
8. “Meğer benden güç alıp örgütlenmiş aymazlık,
Elimi neye atsam, iğreti, pespaye, çenç;
Dünyalık uğraşımda yâr ve yaran alaylı,
Bürutus hançerine bakarkör Sezar direnç.
Şairin âdeta “örgütlü” gaflet saydığı eğreti, ayağa düşmüş ve bozulup değişime uğramış (İng. change > çenç) dünya gailesi içinde elini attığı ne varsa, hepsinin besin kaynağı aslında kendi özünün zaaflarıdır. Bu yakınmaların müsebbibi, kendi “ben”inin açlığı, arızaları ve körlüğüdür. Bu aymazlığın direnci, sonucu bakımından, tarih bilgilerimize göre, canına kastedenler arasında yer alan ve ona “Sen de mi Bürutus!?” dedirten “yakın körlüğü”ne benzer. Sezar, nasıl ki en yakınında, gözünün önünde olup bitenlerin farkına varamamışsa, şair de gözüne ve gönlüne çekilen bu “gaflet perdesi” yüzünden, “yâr ve yaran” alayına uğramıştır.
9. “Üvey saçak altının öksüz kumru palazı,
Bir çam kozalağında bin orman görse, ne gam!?
Aşka tarih düşüren dibace gagasında,
Şuncağız içli nale, destan boyut serencam…”
Şair, bu dörtlükte şiirin uzunluğunu güzel bir sebebe bağlayarak açıklar: Anasız ve yuvasında garip (üvey) bırakılmış bir kumru yavrusunun (palaz) bir çam kozalağında bir orman hayâl etmesi hiç de şaşırtıcı değildir, Nitekim “Üvey saçak altının öksüz kumru palazı”ndan farksız şairin de, aşka tarih düşürme (Ebced hesabıyla “tarih düşürme” geleneğine telmih var.) niyetiyle bir önsöz ya da başlangıç sayılacak içten kopup gelen şuncağız iniltiyi, destan uzunluğunda (boyutunda) bir yaşamöyküsüne (sergüzeşt, serencam, vak’a) dönüştürmesi gayet doğal karşılanmalıdır.
10. “Söz buraya gelende düşüncem düğümlendi,
Rahmetiyle sağaltıp ufkumu açtı Hûda;
İmbikten geçti şuur, efkârım çözümlendi,
Dilimde keçeleşen elvedaya elveda…”
Şair, son dörtlükte Allah ile yakınlığının ruhunu sağaltıcı etkisini fark eder. Gözünden perde çekilmiş, ufuk genişliğinde bir görüşe ulaşmıştır artık: “Rahmetiyle sağaltıp ufkumu açtı Hûda.” Bilinç; süzülüp aydınlanmış, (şüphe ve kaygıyı besleyen) düğümlü düşünceleri cevaplarını bulmuş ve şairin peltekleşen (keçeleşen / “Harfleri tökezleyen kekeme sözcüklerden” kurtularak) dili de vuzuha ermiştir. Şairimiz, sonunda şu algıya varmıştır: “Elveda” gerçek mânâda “elveda” olmadığına göre; (yani ölümler, hakikaten bir son ve gerçek ölüm olmadığına göre) dilden (gönülden ve lisandan) “elveda”yı kaldırmak gerekir!
YORUMLAR
Üstadım yüreğine gönlüne bereket. Gerçekten şiiri lime lime ayırıp yaptığın analizi son derece başarılı buldum, dahası çokça faydalandım. Hakikaten iş olsun diye değil de sabırla ve üretmek adına yaptığın bu çalışmayı kendi adıma faydalı buldum teşekkür ediyorum...