- 795 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SULTAN NAVRUZ -4-
S.N-20-
S U L T A N N A V R U Z - IV -
B Ö L Ü M : IV
Sultan Navruz, çocuk oluşunun verdiği serbestiyet içinde ancak kontrollü bir gözetim altında sorumluluk duygusu aşılanarak özgürce büyüyordu. Ailede ilk ve tek erkek torun ol duğu için dedesinden başka kimse onun yaptığına pek karışamıyordu. Yaşamını baştan aşa ğı dedesi şekillendiriyor, yönlendiriyordu. Günlük yaşamı bir proğram çerçevesin de devam ediyor ve gelecek için özenle yetiştiriliyordu.
Dedesi sabah namazını eda ettikten sonra bir saata yakın sürede Kur’an dersi veriyor du. Sonra günlük ödevlerini yapmak ve okula gitmek üzere tam gün serbest oluryordu. Kü çük yaşta tüm zamanı dolu, dolu geçiyordu. Arkadaşları ile oyun oynayacak boş zaman bile nerdeyse bulamıyordu. Akşamları hem okul ödevi yapıyor ve hem de Kur’an okuyordu. Böy lece geç vakitte yatıyordu. Annesi biraz daha uyusun diye sabah erkenden uyandırmıyordu. Sabah Namazı için dedesi de uyandırmazsa kendiliğinden kalkamadığı oluyor ve namazı da vaktinde kılamıyordu.
Ayrıca mahalledeki arkadaşları ile çelik-çomak, uzun eşek ya da ara kestirme oyunu oynadığı vakit oyunun heyecanına kendini çok kaptırırdı. Oyun esnasında sağa-sola koştur maktan oluşan fiziksel yorgunluktan dolayı akşamları erkenden uyumak isterdi. Dersine ça lışırken ocağın başında uyuya kalınca, öncelikle dedesi ve sonra annesi çocuk olduğu için pek üzerine gitmiyor ve bu durumu makul bulup; “Çocukluk hali şimdilik olabilir ve böyle, böyle eğitilecek, büyüyecek ” diyorlardı.
Ataerkil aile oldukları için babası ve annesi, dedesinin evinde birlikte oturuyorlardı. Çok Kalabalık bir aileydiler. Evde anne ve babasından başka dedesi, ninesi, iki halası ve ço banları beraber yaşıyorlardı. Yemekleri beraber pişirip, beraber yiyorlar ve bahçede, tarla da birlikte çalışıyorlar, aynı evde kalıyorlardı. Hayat müşterekti, ayrılık ve gayrilik yoktu. E- vin para kasası dedesiydi. Tüm kazançlar Onda toplanıyor ve gerektiğinde o harcıyordu. Ba basına bile dedesi para veriyordu.
Annesi, babası ve Halası çalışırken bazen vakit namazlarını tam vaktinde kilamıyorlar dı. Ezanı Şerif okunup, namaza davet edildikleri halde önceden abdest alıp hazırlık yapma dıkları ve yaptıkları iş yarım kalmasın, biran evvel bitirelim, namazı sonrada kılarız düşüce - siyle tarlada öğle ve ikindi namazlarını pek vaktinde kılamazlardı. Bu namazları akşam eve varıp işi bitirince akşam namazından ya da yatsı namazından sonra kaza ettiklerini görüyor du. Yani bu dünya ahvalinde önce rızkı temin için çaba gösteriyorlardı. Bunda da en büyük güvenceleri “ Allah Rahim ve Rahmandır. Halimizi görüp, biliyor, Bizleri affedeceğine” olan . ../…
S.N-21-
sonsuz inançlarıdır. Akşam yemeğinden sonra küçük bir pencereden ışık süzmesi dolan oda sanki bir mescit görünümünde oluyordu. Haliyle onlarla birlikte Navruz’da geçmiş namazla rını kılıyordu.
Dedesi evde çocuklarına ve sohbetlerinde dinleyenlere devamlı; * ”İslamiyetin beş şartından olan Namaz ve Oruç, bedeni ibadetlerdir. Yani Allah’a kul olma sı gayesiyle yaratılan Allah’ın kulu insanlar kulluk vazifesi ve görevini bedenen bizzat yerine getirmekle mükelleftir. Bunun için namazı vaktinde kılacak ve orucunu vaktinde tastamam eda edecek, ne sebep olursa, olsun namazı vaktinden öteye ötelemeyecektir. Allah’a kul o labilmenin en kısa gösterğesi, nişanesi ancak böyle belli olur, gösterilir“ derdi.
“Zira Peygamber Efendimiz zamanında namaz kaza edilmezdi. Tüm Müslümanlar na mazı vakti içinde eda ederlerdi. Müslümanlar bu farz ibadeti vakti zamanında yerine getir - menin çabası içinde olurlar, kimse kazaya namaz bırakmazdı. Hatta Peygamber Efendimizin Bedir savaşına katılan sahabi ve müslüman askerlere cephede savaş alanında iki’şer rekat namaz kıldırdığı, böylece namazın, savaş alanında savaşırken bile kazaya bırakılmadığı, sa vaşın dahi namazı ötelemek için makbul bir özür olmadığı özellikle vurgulanırdı. Can (Ruh) boğaz dan çıkıp sahibine teslim edilinceye kadar, ibadetini yapacaksın ve gerekiyorsa hasta yatağında bile gözünle namazı eda edilecek”.
“Bunun için her gün beş vakit namazımızı vakti içinde halisane duygu içinde kılmalı yız. Namazı vaktinde halisane duyguyla kılan Müslüman kişi, namazda dünya işlerini, meş ğalesini tamamen bırakıp, nefsin dünyevi düşünce ve duygusundan arınarak, irtibatı kese- rek namazda, Allah ile istişare edebilen ameli salih bir kul olmak için gayret etmelidir. Zira en güzel amellerden birisi, vaktinde kılınan namaz olduğunu unutmamayı,” söylerdi.
Bu konularda o kadar çok hassas ve titiz davranır ki, bu kurallara her kesin mutlaka riayet etmesini isterdi. Nitekim; “Namazın Müslümanlar üstünde vakti belirlenmiş bir farz olduğu, müminin miracı namaz olduğu için Hak’kın huzuruna bir an evvel huşu içinde ulaşmayı, Hak ile dostça hasbihalde bulunmayı müminin haklı bir özürü yoksa namazı geciktirmemesini” belirtirdi”.
Ayrıca her daim “Hakk’kın vakti içinde namazı kılan ve eda eden mümin kişiye; * Sıhhat ve sağlık vereceği, * Meleklerin koruması altına alacağı, * Evine, işine bereket geleceği, * Kalbinin Allah sevgisi ile dolup yumuşayacağı, *Yüzünün ve gönlünün nurla aydınlanacağı, *Kabir azabı çekmeyip, Sırat köprüsünden kolay geçeceği. *Cehendem azabından kurtulacağı, *Allah’ın dostu ve sevgilisi olarak Cennet-i Alaya kabul olunacağı, hususunu müjdelediğini” bildirirdi.
Sultan Navruz’un dedesi takva içinde yaşayan bir kul olduğu için konuya çok vakıftı. Hanesindeki aile efradı ile hısım ve akrabalarının yaşam biçimlerinde Yaradan’a kul olması . ../…
S.N-22
hususunda en ufak bir ihmalkar davranış içinde olmalarını istemiyordu.
O; “Allahü Teala’ya halis duygu içinde dünyevi benliğinden arınarak saf, tertemiz ve akil baliğ olmamış çocuklar gibi lekesiz kalbiyle Allah için iki rekat namaz kılan kimsenin, a nasından doğduğu an gibi günahlarından arınacağını ve ayrıca mümin kişinin namazında on iki bin hasletin bulunduğunu belirtiyordu”. Bu hasletlerin ise ; * ilim, * Abdest, * Elbise, * Vakti gözetmek, * Kıbleye yönelmek, * Niyyet etmek, * Tekbir almak, * Ayakta dikilmek, * Fatiha süresini okumak, * Rukuya varmak, * Secdeye varmak, * Tahiyyatta oturmak, şeklinde derin muhteviyat yükleyerek gruplandırıldığını belirtirdi”.
“ Esasında; namaz ibadeti, insana farz olan diğer maddi ibadet Zekat vermek ile hem be deni ve hem de maddi ibadet olan Hacca gitmek ibadetini daha değerli hale getirdiğini ve bereketlendirdiğini” bilinçli şekilde söylüyordu.
“Doğadaki akarsulardan dere ve çay, ırmaklar sürekli çağlayıp, coşmakla nasıl kirlenmi yorsa, olası kirliliğin kendi kendine temizliyorsa müminin de; günlük sadece beş vakit nama zı eda etmekle sıhhat bulacağı, ruhuna ve kalbine huzur dolacağı, imanı kuvvetlenerek Alla h’a yakınlaşması artacağı ve şirkten, kötülükten, küfürden uzaklaşacağı aşikardır”.
“ Yani mümin kişi için namaz; evinin kapısı önüden akan ve suyu tatlı, tertemiz ve bil - lur gibi berrak bir ırmakta her gün beş vakit yıkanarak kalbinde ve ruhunda ki olası kirliliği temizlemeye vesiledir. Böyle bir kutsal suda yıkanan mümin kişinin kalbinde kirlilikten eser kalmaz. <Küçük şeytan> veya < Şeytanın Bonusu> olarak nitelenen nefsin terbiye edilmesi- nin en büyük ve etkin ılacı namazdır”.
Mümin için böyle önemli ve bir o kadar da vaktinde yerine getirilmesi zorunlu olan namaz ibadeti, vakti içinde eda etmemek, kavşaklardaki kırmızı ışığa aldırış etmeden hare ket etmekle eşdeğerdir. Aklı selim insan için her iki hareket, eylem caiz olmayıp, sonuu ka ranlıktır. Kırmızı ışıkta geçmek dünya hayatını ve namazı vaktinde kılmamak ahiret hayatını tehlikeye düşürebilir” derdi.
Sultan Navruz’un dedesi; “Halbuki mümin kişi imanının alamet-i farikası, göstergesi, kalbinin nuru ve ruhunun gücü, küdreti olan beş vakit namazı eda edenler için Yüce Mevla; her gün sabahın ecirinde namaz la birlikte melekleri vasıtasıyla yer yüzüne hasena hediyeler dağıtmaktadır. Bu hediyelerin manevi değeri derece, derece olduğu için birbirinden farklılık arz etmektedir. Dünya dili ve anlayışıyla nitelersek bunlar <Altın, Gümüş, Bakır, Bronz ve içi boş Teneke> şeklinde değer lendirilmiş beş adet hediye topudur. Allah-ü Teala’ya halisane duygular içinde dünyevi ben likten arınarak, nefsinin esiri olmadan kulluk vazifelerini hakkıyla yerine getiren, halis kul olmak için çaba gösteren, takva içinde yaşayanlar ile Vakit namazlarını geciktirmeden vak- . ../…
S.N-23-
tinde eda edenler, bu hediyeleri gün boyu öncelikle toplarlar. Müminin kazanacağı hediye- nin nitelik değeri, yani altınmı, gümüşmü, bronz veya boş teneke mertebesinde olacağı hu susuna Kadir Mevla’nın yapılan ibadeti makbul ve kabul etmesiyle mümkün olur”.
“Müslüman kişinin Alah için yaptığı ibadete verdiği önem ve değer, aynen karşılığını alacağı mükafata yansımaktadır. Bu şekilde toplanan her hediye amel defterine kaydedilir. İbadetinde ve yaşamında sürekli altın değerinde makbul ve kabul hediyeler toplayanlar, a - meli salih kul olup, bunlar < Allah’ın Dostu > mertebesine erişen kişilerdir”.
“Evlatlarım, hısım ve akrabalarım sizleri ahirette bize sual edecekler. Bizim ve sizin ve cümlemizin münkire doğru cevap vermesi için ne olur sizlerde vakit namazlarınızı kazaya bı rakmayın. Vakti içinde kılmayarak Altın hediye yerine daha az değerli olan pul, teneke he- diyeden toplamak veya yaşamı boyunca eli boş olmak suretiyle amel defterinizin mizanını neğatif hale getirmeyin”.
“ Böylece uhrevi ve fani alemdeki hayatlarınızı, yaşamlarınızı yanlış şekillendirmeyi- niz. Allah için bol, bol namaz kılınız amma öncelikle vakit namazınızı vakti içinde kılınız. Mevlaya her zaman Ameli Salih bir kul olmak için bedeni, fikri, maddi ve manevi varlığınız la canla başla çalışınız. Allah’ı bol bol zikir ediniz, anınız ve takva içinde yaşayınız" derdi .
Dedesinin sohbetlerinde söylediği özlü sözlerinden ve Kocadağ’dan nehire düşen Ço ban Mehmet’in hikayesinden çok etkilenen Sultan Navruz, aklına takılıp da cevabını bula - madığı sözleri düşünürken mışıl mışıl derin bir uykuya dalar.
Sultan Navruz uykusunda arkadaşları ile çelik, çomak oyunu oynar. Çellik oyunun da ebe taşından en otuz metre uzaklığa giden çellik mesafesini üç atlayışla atlaması gere – kir. Navruz , bu mesafeyi atlamak çin yaptığı birinci atlayışı sırasında havada kuşlar gibi sü züldüğünü ve bir atmaca gibi hedefe odaklanarak çevik şekilde bir mermi gibi ulaştığını his seder. Atlama esnasında havada uçarken o kadar hafifdir ki metrelerce uçtuğu halde yere asla düşmez. Kuşlar gibi havada özgürce süzülerek uçmasına çok sevinir.
Bu sevimli rüyasından oldukça mutlu bir şekilde uyanan Sultan Navruz tekrar uyur. “Dervişin zikri neyse, fikri o’dur” misali bu sefer ki rüyasında arkadaşları ile Yunt Dağına Navruz çiçeği toplamaya giderler. Tabi dağda yalnız değillerdir. Kendinden büyük olarak ağası Hasan ile diğer ağabeyleri ve kendinden küçük olan obalarından çocuklar ve arka - daşları vardır.
Yunt Dağının zirvesi boydan boya yemyeşil çayırlık ve içinde kocaman kocaman kat ran, ardıç ağaçları vardır. Onların arasında ceylan ve dağ keçileri bir o yandan bu yana, bir bu yandan o yana zıp zıp zıplayarak koşuşturuyor. Çayırlıkların üzerinde metrelerce havaya zıplayarak hem özgürlüğün hem de kuş gibi uçmanın tadını alıyorlar. Ceylan yavruları anne . ../…
S.N-24-
sini bulmak için çayırların arasında yanık, yanık meleşiyor. Bakir doğada bu tını hoş bir ez gi, yakarıştır. Bu tür yanık ezgileri ya çocuğu, yâri Yemen’de, Çanakkale’de şehit olan ana- dan, yavukludan ya da Yunt Dağı başında kalan ceylan yavrusundan dinleyebilirsin.
Sultan Navruz yerden kopardığı çimenleri avucunun içinde ceylan yavrusuna yedir - meye çalışır. Ürkek, ürkek davranış sergileyerek Navruz’un eline yaklaşan ceylan yavruları nın çok sevimli yaratıklar olduğu görür. Gölgesine oturduğu kocaman bir ağacın dibinde bu lunan taşlar arasından başlayarak uzayıp giden alanda kardelen, lale ve navruz çiçekleri bir birine sarmaş, dolaş olmuş vaziyette iç içe geçerek kardeşce Yaradan’ına güzellikler sundu - ğuna şahit olur
Cenab-ı Mevla’nın özenle yaratıp doğaya bahşettiği bu nadide çiçeklerin güzelliğini sa atlerce seyredip koklar. Özellikle Sultan Navruz çiçeğinin yanından ayrılmak istemez. Beyaz üzerine mavi, kırmızı çizgilerle benekli yaprakların ortasından kırmızı taç yaprağını çıkaran Navruz çiçeğine baktıkça bakası gelir. Gözünü bir türlü ondan ayıramaz ve yanından ayrıl - mak istemez. Bir daha böyle güzel bir çiçeğe sahip olamayacağı endişesi ile Ondan demet, demet koparmak ister. Fakat gönlü buna da elvermez ve koparamaz. “Bu çiçeklerin her hep si kendi doğasında, Yaradan’ının yarattığı mekanda bir başka güzel olduğunu”düşünür. Bu çiçekler bu dağlara daha güzel yakışır ve vatanında bir başka albe - nili olurlar.
Navruz arkadaşlarıysa boş bir çayırlıkta < Uzun Eşşek> oyunu oynamaya başlar. Bazı arkadaşları karşıda bulunan Kocadağ üzerinde sessiz ve harabe vaziyette boynu bükük du ran Lamos Antik Kalesi bina kalıntılarına doğru var güçleriyle taş atıyorlar.
Lamos Antik Ken ti geçen yüz yıllara rağmen doğanın acımasız vurğunlarına direneme diği için üst üste yıkılmış binaların düştüğü biçare halini sessizce gözler. Antik kenti bu biça re halinden, bacalarından duman tütmez ve binalarına baykuş tünemiş virane görüntüsün - den kurtarmak için Ona doğru sürekli taş atıyorlardı. Böylece Antik Kenti içine düştüğü uy kulu vaziyetinden uyandırmak ve Ona “ Artık yeter uyuduğun” demek istiyorlardı. Bu kent te yaşanıp yürekleri yakan yanık sevda hikayeleri duymak istiyorlardı. Onun için çocuklar neşe içindeydi ve Taşeli’yi en yüksek zirvesinden seyretmekten son derece memnundu.
Sultan Navruz’un Hasan ağası ve Şaban, Gaffur, Abdullah ve Kerim gibi büyükler Yunt’un zirvesinden Kocadağ’a doğru uzun atlama yarışması yapmak için konuşuyor ve ha zırlık yapıyorlardı. Daha yüksek olan Yunt dağından Koca dağa doğru atlayıp ve nehirin üze rinden süzülerek geçip aşağıda ki Kocadağ’ın üstüne kuş gibi ineceklerdi.
Bu atlayış insana ve çocuklara oldukça heyecan verirdi. Ancak, bir o kadar da tehlike içeren bir oyundu. Yarışmacılar dağdan, dağa bir kere atlayacak ve bu yarışmayı kazanıp bi rinci olana, kaybedenler Et taşında teke eti kavurması ziyafeti verecekti. Bu oyunu fiziği at . ../…
S.N-25
letik yapılı ve kasları güçlü olan ile çok cesaretli olan ve heyecanı sevenler oynayabilir ve sadece onlar kazanabilirdi.
Esasında yaşça küçük ve fiziki olarak pek gelişmemiş Navruz gibi küçüklerin dağdan dağa atlayıp nehirin üzerinden geçmesi imkansız gibi bir şeydi. Burada küçüklerin atlama- ması daha iyi olurdu. Fakat atlayamayan çocukları, içi yabani hayvanlarla dolu olan çok u- zun bir patika yolda meşakatli yolculuk bekliyordu. Bu yolculuğu da tek başlarına yapmak istemiyor ve korkuyorlardı.
Yunt Dağından, Koca dağa doğru şimdilik uzun atlama yarışmasına beş kişi katılacak- tı. Atlama yapacak kişiler arasında Navruz’un Hasan ağası da vardı. Amma Sultan Navruz, kendinden daha çok Hasan ağasına güveniyor ve yarışmayı onun kazanacağından son dere ce emin davranıyordu.
Yarış başlamadan önce Hasan öğle namazını eda eder ve başarılı olması için Yaradan ’a ulaşacak şekilde ellerini açıp duasını tamamlayıp tüm varlığı ile Rabbi’ne sığınır. Atlama- ya önce Şaban, Gaffur başlayıp sonra Hasan ve sırasıyla Abdullah’ı, Kerim takip edecekti.
Obadan okul ve hoca arkadaşı Abdullah’dan önce Hasan’ın atlaması Sultan Navruz’a hem çok heyecan verir hem de fazlasıyla endişelendirir. Yinede Ağasına çok güvenirdi. Alla h’ın izniyle yarışmayı onun kazanacağına inancı tamdır. Ağasının dağdan sağ, salim atlaya - rak karşı dağa ulaşması için dua ederdi ve Ayet-el Kürsiyi defalarca okuyup, dilinden düşür mezdi. Şayet Hasan ağası atlayışı başarıyla tamamlarsa, fırsattan istifade edip bir sefer de kendisinin atlamasının “çok iyi ve heyecanlı olacağını” düşünürdü
Dağdan önce dedesinin komşusu Ali ağa’nın çobanı Şaban atlayacaktı. Şaban, Nav- ruz’dan birkaç yaş büyüktü. Fakat çok hareketli, gözü kara ve yaramaz birisiydi. Babası ol- madığı için büyüklere saygı göstermez ve muhtaçlara yardım etmezdi. İçinde zerre kadar a cıma duygusu olmadığı için çok zalim ve gaddar birisiydi.. Dağda kuşların yuvasını bozar ve yavruları olan keklik ve diğer anaç kuşları yakalayıp kanadını çekerek acı verirdi. Dağda ço banlık yaparken bulduğu ceylan yavrularını anasından ayıran nemrut ruhlu birisiydi.
Navruz kişilikleri uyuşmadığı için Şaban’ı sevmezdi ve Şaban2ın kazanmasını asla is temezdi. Şaban atlayışı yapmak için zirvenin uç kısmından geriye doğru çekilir ve gözünü ka patarak aniden hızlanıp tazı gibi koşmaya başlar. Zirveden atlayınca kollarını kuş kanadı gi- bi açar. Fakat Şaban boşlukta yaralı kara tavuk gibi takla atarak iki dağın arasında düşmeye başlayınca “imdat” diye bağırması kanyonu çınlatır. Koca dağa ulaşması mümkün değildir.
Şaban dağdan atlayınca Sultan Navruz, Kocadağ’da bir binanın duvarı üzerine postu- tunu serip, üzerine dikilen başında bembeyaz sarığı, elinde upuzun bastonu olan ak sakallı bir derviş dede görür. Ak sakallı derviş dede, sanki dağdan atlayanlara yardım edeceği hissi
. ../…
S.N-26
verir. Sanki atlayanlara yardım etme amacıyla orada hazır beklemektedir. Maalesef Şaban derviş dedenin hızasına gelince derviş beklentileri boşa çıkarır. Hızlı bir şekilde nehire doğ- ru takla atarak düşen şaban’a ne yazık ki dede yardım etmez. Önünden geçerken istifini bi le bozmaz. Elini, asasını uzatacak bir hamle yapmaz. Böylece Şaban kanyonun derinliklerin de çığlık atarak gözden kaybolur.
Derviş dede Şaban’dan sonra dağdan atlayan Gaffur’a da yardım etmez. Gaffur’da u zaktan oba komşuları tenekeci İdris’in oğludur. Aynı obada otururlar ve evleri okul yolun - da olduğu için okula giderken onu devamlı görürdü. Gaffur okula giderken her gün evlerin den odun götürmüyordu. Okula yakın evi olan tanımadığı başkasının evinin önünden haber sizce odun alırdı. Gaffur bazen caminin bahçe duvarı dibinde oturup, güneşlenen ihtiyar de delerin takkesini, sarığını alıp uzaklara atardı. Bazen de tesbihlerini ellerinden çekip kırardı.
Ayrıca Gaffur komşuların pencerelerine özellikle taş atıp camını kırarak onlara çok za rar veren ve kendisinden büyük kişilerle alay eden bir kişilikti. Mübarek ramazan gününde aleni sokakta ekmek yerdi ve oruçlu olan çocuklar ile alay ederdi. Gaffur’dan büyük, küçük herkes bezip < İlallah> diyordu.
Derviş Dede Şaban’a etrafına zarar veren hayırsız bir kişi olup ameli salih bir kul olma dığı için yardım etmiyordu. Kocadağ’da oturduğu yerde kılını bile kıpırdatmıyordu. İlahi güç Derviş’in bu şekilde davranmasını istiyordu. Biraz önce nehire düşen Şaban gibi Gaffur’u sa dece göz ucuyla seyretmekle yetiniyordu. Bu çok önemli bir mesajdı. Her kişi hak ettiği mu ameleye tabi tutuluyordu.
Yunt Dağından atlama sırası çoban Hasan’a gelmişti. Koca Dağdaki derviş dede halen yerinde oturuyordu. Acaba Hasan atlayamazsa yardım edecekmi ? Bu bilinmeyen bir tasar- ruftu. Şaban ve Gaffur’a yardım etmediği gibi Hasan’a da yardım etmeyebilirdi. Bunu Allah’ tan başka birisinin bilmesi mümkün değildi.
Sultan Navruz, Derviş Dedeyi Emir Musa Paşa Camisine dedesi ile yatsı namazına gitti ğinde imamın sağ arkasında en ön safta namaz kılarken de gördüğünü hatırladı. Namaz eda edildikten sonra cami çıkışında tüm comaat, dervişe saygılarını sunup elini öpmüştü. Kendi sinin de en son sıraya geçerek Derviş’in elini saygıyla öpmesi üzerine Derviş’in doğal olarak başını okşayıp sevdiğini ve dedesi ile samimi bir ortamda hasbihal edip hal hatır sordukları nı anımsadı.
Namaz kılarken bile secdeden eliyle yerden destek almadan dizlerinin üzerine kalka- mayan dervişin, acep bu dağın başında ne işi olabilirdi. Koca dağın başına her önüne gelen ve aklına takılan kişi kolayca çıkamazdı. Mutlaka bunda bir keramet buluyordu. Yoksa Der- viş dede darda kalan mümin kullara yardım eden erenlerden < Sofu Hoca > veya < Sofu Sul tan > lakaplı zat-ı muhterem, Evliya Mürşid-i Kamil bu muydu? Neden olmasın. O olabilirdi. . ../…
S.N-27-
Sultan Navruz bu düşünce içinde belleğini sorgularken ve geçmişi hatırlamaya çalışır ken ağası Hasan atlamadan önce Allah’a “ Mürşid-i Kamil kulların yüzü suyu hürmetine Ha- san ağamı muvaffak eyle Yarabbi” diyerek dua etmeye başladı.
Navruz duasını bitirmeden Hasan’ın kaşla göz arasında atladığını ve gök yüzünde kol ları açık vaziyette kartal gibi süzüldüğünü gördü. Çok heyecanlandı. Ne yapacağı ile ne diye ceğini bilemez oldu. Korkudan sadece gözlerini kapatmakla yetindi. Bir müddet sonra duru mu merak edip gözlerini açınca iki dağın arasında olan kanyonun birleşerek düpdüz bir ova olup yem yeşile büründüğünü, bin bir çeşit çiçeklerle bezeli taban halısı gibi bir yer olduğu nu gördü ve içi biraz ferahladı.
Hasan ağası gökyüzünde sanki çayırlık bir alanda bir baştan, öbür başa kendinden e min, kararlı şekilde koşuyor gibiydi. Kanyondan zerre kadar eser yoktu. Özgürlüğün tadını çıkarmak için zıplayan ceylanlar, zıplarken Hasan’dan daha yükseklere çıkıyordu. Hasan’ın da çellik oyununda uzun atlama yapan kendisinden pek farkı yok gibiydi.
Derviş’de Koca dağda Hasan’ı dikkatli, dikkatli takip ediyordu. Vücut dili ona güvendi ğini gösteriyordu. Allah’ın izniyle her hangi bir olumsuzluk olmadan atlayışı sağ, salimen ta mamlayacağı müjdesini veriyordu. Navruz’un bakışları altında Hasan, atlayışı tamamlayıp, kocaman bir ardıç ağacının yanına yumuşakca iniş yaptı. Sanki Derviş Dede’nin yardımına ihtiyacı olmadı. O’ndan habersiz ve bilgisizce yanına varıp sessizce oturdu. O da dağdan at layacak Abdul lah’ı görmek ve nasıl atladığını merak ettiği için Yunt dağının zirvesine gözle rini kısarak bakmaya başladı.
Şimdi atlama sırası akrabayı taalluttan olup babasının amca zadesinin torunu ve yaşı tı, akranı olan, her gün okul ile camiye beraber gidip, geldiği çocukluk arkadaşı Abdullah’a gelmişti. O atlayacağı için Sultan Navruz’u bir başka heyecan sarmıştı. Zaten dağın zirvesin de üç kişi kalmışlardı. Abdullah da atlarsa Kerim’le baş başa kalacaklardı. Abdullah’ın sağ, salimen atlaması o’na ayrı bir cesaret ve moral verecekti. Abdullah’ın başarısı her ikisi için hayati önem taşıyordu. O nedenle bildiği tüm duaları ve Hak’ka yakarışlarını en içten duy - gularla yapıp gönülden başarı diledi.
Kuzen Abdullah önce Allah’a sığınarak, sonra tüm cesaretini toplayıp dağdan aşağı atlarken Sultan navruz arkası sıra mahzun gözle bakıyordu. Atlayışına imrenecek mi, endi -şemi edecek bilemiyordu, Sadece yalnızlık, caresizlik duygularını içinde hissederek Abdul- ah’a umut dolu gözlerle baktı.
Cesaretli şekilde atlayan Abdullah kanyonda sağa, sola yalpalamadan dik aşağı nehi- re doğru kurşun hızıyla iniyordu. Hatta ak sakallı dervişin hizasını bile biraz geçip, gözden - kaybolmak üzereydi. Tam o esnada derviş dede asasını abdullah’a uzattı. Asanın uzandığı yerde parlak bir ışık kümesi oluştu. Bu esnada Abdullah’ın asaya tutunması sağlandı. . ../…
S.N-28-
Balık çiftliği kültür havuzundan kepçeyle balık tutan balıkçının filesinde görülen ba lık gibi Abdullah’da asanın ucuna tutunarak Hasan’ın yanına vardı. Böylece derviş Abdulla h’a yardım etmiş ve Onu kurtarıp nehire düşmesini engelleyerek, hayata tutunmasını sağlı yordu. Artık Çoban Hasan’la beraber yan yana oturuyordu. Bu mutlaka Cenab-ı Hakk’ka yaptığı kulluk görevinin karşılığıydı.
Derviş Sofu Sultan Şaban ve Gaffur’u kurtarmadığı, yardımcı olmadığı halde Hasan’a manevi yardım yapıp Abdullah’ı da kanyonun derinliklerinden çekip aldığına göre O’nlarda nutlaka manevi bir farklılık sezinliyordu.
Esasen ak sakallı derviş Sofu Sultan ve keramet sahibi diğer Allah dostu zat-ı muhte- remler, ahiretin toprağı olan bu fani alemin depdebeli yaşamına kendini kaptırıp, Rabbine kulluk vazifesini bihakkın yerine getirmeyen, öncelikle vakit namazını Ezanı Muhammediye okunması müteakip eda etmeyen ve nefsine esir olarak kendince bahaneler üreten ve bu - hususta çok ağır hareket eden mümin kişilere ve çocuklara, Allah’ın yardımını zar, zor ulaş - tırıyorlardı. Nerdeyse; < Gör beni, göreyim seni > misaliydi. Mevla’sına kul olma vazifesini yapan mükafatını elbette darda kaldığında alacak ve görecekti.
Sofu Sultan’da Yunt dağından atlayanlara bu anlayış içinde ağır, ağır hareket ediyor- du. Ameli Salihleri son saniyede olsa kurtarıyordu. Takva içinde yaşayanlara, ezan sesi du - yar, duymaz namazı kılanlara ise hemen, anında yardım ediyordu. Böylece konunun önemi ni çok güzel anlatmak için çocukların heyecanlanmasını sağlıyor ve Onlara küçük bir ders ve riyordu.
Yunt Dağının zirvesinde iki kişi kalmışlardı, Navruz ve Kerim. Beraber dağa çıkdıkları kişiler dağdan atlamıştı. Bu sefer ya Navruz ya da Kerim atlayacaktı. Bu işin başka yolu yok tu. İkisi de çaresizlik ve korkudan birbirinin yüzüne ve gözlerinin içine bakıyorlardı. Nehire düşen arkadaşlarını görünce cesaretleri iyice azaldı. Hele Koca dağda duran dervişin, atla - yan herkese yardım etmediğini ve bazı kişileri özellikle ayırdığını Navruz anlayınca beti, be nizi sararıp soldu. “Mevcut fiziki yapısı ve moralman çöküntüye uğrayan halet-i ruhuyesi i çinde dağdan atlayıp, atlayamacağı” konusunda kalbinde çok büyük bir endişe, tereddüt o luştu. “Ya atlayamazsa ve Derviş Sofu Sultan Abdullah’a yardım ettiği gibi son anda kendisi ni de kurtarmazda nehire düşerse sonu ne olacaktı”. Kafasının içindeki tüm düşünceler al lak, bullak olup ruhunu derin bir üzüntü ve sıkıntı sarmıştı.
Bu düşünceler içinde yoğrulup duruken Koca dağdan Hasan ağasının; “ Navruz, Koçum atlayabilirsin “ şeklinde söylediği cesaret verici sözler ve; “ Korkma, Ben seni havada tutarım”yönündeki taahhütleri bir kulağından girip, öbüründen çıkıyor, dikkate bile almıyordu. Amma bir yandan bu dağdan yürüyerek vadiyi ve kanyonu geçip, onların yanına nasıl gideceğini düşünmekten geri kalmıyordu. Çok zor bir ikilem için - deydi ve bir an evvel karar vermeliydi. . ../…
S.N-29-
Bu sefer derviş Sofu Sultan Hoca’nın Kocadağ’dan; “Yavrum, Yaradana sığınarak atlayacaksın. O’nu sevmeye devam edeceksin. Sonra atlamak tan asla korkmayacaksın. Ben sana güveniyorum” sözleri kulağında çınlamaya başladı. Bu - nun üzerine; “Demek ki, karşı dağda duran Ak sakallı dervişin bir bildiği vardı. O’na güvenmesi, inanması ve itimat etmesi gerekiyor” diye düşünmeye başladı.
Sultan Navruz’un duyduğu sözlerden cesareti artınca atlamaya karar verdi ve oturdu- ğu yerde kıbleye dönerek ellerini Rabbine açıp dua etmeye başladı. Allah’a yakardıkça, ya- kardı. Navruz duasını tamamlayınca yerinden kalktı ve hızlı adımlarla zirvenin uç kısmına doğru koşmaya başladı. Tüm gücü ve inancıyla; “ Ya Allah, Bismillahirrahmanirrahim” diyerek ileriye doğru atılıp, kendini kanyonun boşlu ğuna bıraktı.
Navruz; “Artık yaradılışında ve doğuşunda olduğu üzere Rabbi’nin uhdesindedir. Her şeyi ile O’na aittir. Canı bahşeden de ve alan da O’dur. O’ ne derse ve ön görürse öyle ola - caktır. Kainatta bir zerre ve toz tanesi kadar bile hükmü, değeri yoktur. Kanyonun bu boşlu ğunda düşerken tutunabileceği, yardım isteyebileceği kimseler bulunmamaktadır. Mevlası i le baş başadır. Bir yardım gelecekse, gelmeyecekse de Allah’ın bileceği iş” olduğunu bilir.
Bu düşünceler içinde bulunan Navruz, havada kuş vari süzülürken özgürce hareket et- mektedir. Uçmaktan son derece keyf ve zevk alır. İki dağın arasındaki kanyon dümdüz bir ova olup Kocadağ ile birleşik vaziyettedir. Zümrüt yeşili ovada ne bir tek ağaç, kaya ve kum çakılı büyüklüğünde taş vardır. Navruz yere o kadar yakın uçar ki ayakları neredeyse yerde çiçeklere değecek gibidir. Çellik oyununda atlama yaparken daha yüksekten sıçramaktadır. Yere düşse bile kuş tüyünden bir şilte üzerinde yuvarlanmış gibi olacaktır.
Navruz bu kolay ortamı his edince dağdan atlama konusunda bu kadar sıkıntıyı ve iş kenceyi boşu boşuna çektiğini anlar. İşin kolaylığını yaşayınca “ boşu boşuna vesvese” yaptı ğını düşünür . Derviş Dede ve ağası ise gülen gözlerle onu seyretmekte ve; “ Aferim koçum, aslanım” diyerek ve Allah’a şükür için ellerini açarak, dua edip başarısı için o’nu kutluyorlardı.
../…
Süleyman YILDIZ
Lemos 5303
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.