- 530 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çocuklara Kıssalar-7
Hasan Furkan çok çalışkan, zeki bir öğrenciydi. En büyük zevki okulda öğrendikleri bilgileri dedesiyle paylaşmasıydı. Bazen küçük kız kardeşine de anlatırdı, fakat küçük prenses oyuncaklarıyla oynayan minicik bir bebekti henüz.
O gün din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde öğretmen dört büyük meleği ve görevlerini anlatmıştı. Dersi dikkatle dinlemiş fakat ölüme ve Azrail Meleğe bir türlü akıl sır erdirememişti.
Renk renk gören gözlerin ışıklarının sönmesi, konuşan dudakların susması, güp güp atan kalbin fonksiyonunu icra edemez olmasıydı ölüm. Hakikaten anlaşılmaz, karmaşık bir durumdu onun için.
Dedesini her zaman seccadenin üzerinde boynunu bükmüş, gözleri nemlenmiş, dua eder bulurdu.
Okul üniformasını çıkardı askılığa astı, çantasını çalışma masasına bıraktı ve Küçük prensesin yumuşacık pamuk yanaklarından öperek dedesinin kucağına hop diye oturdu.
Dedesinin göğsüne doğru uzanan beyaz sakalları boynuna, kulaklarına değer gıdıklanırdı.
"e anlat bakalım dedi dedesi bugün okulda neler öğrendin?"
"şimdi bir dakika dede... Cebrail, İsrafil, Mikail tamam da Azrail Melek kafamı kurcalıyor."
"hım demek ki ortada ciddi bir mesele var. Hele kafanı nesi kurcalıyor Azrail Meleğin."
"Azrail Melek insanın canını nasıl alır? Canı veren o mu ki yine gerisin geriye alsın?"
Dedesi gülümsedi. Torununun terden ıslanmış saçlarını kokladı.
"her canlıya canı veren Allah’tır Hasan Furkan. Gerisin geriye alan da. Gariban Azrail Melek ne yapsın emir kulu. Vakti zamanında bu görev ona tevdi edilmiş. Eli mahkum garibimin."
"çiçeklerin de canını alır mı dede bu Azrail meleği?"
"elbette, her türlü çiçeğin ve dahi nebatatın, ama önce solgun çiçeğe kulak verir. Eğer çiçekten Allah, Allah zikrini duyamaz ise hemen alıverir canını. Anlıyor musun Hasan Furkan?"
"anlıyorum dede. Peki ya hayvanların da mı dede?"
"her türlü hayvanatın; kurdun, kuşun, börtü böceğin canını da. Bak görüyor musun senin sarı tüylü tekir kediyi. Nasıl da kurulmuş paşalar gibi sobanın yanına, minderler üstüne. Mırıltılarına kulak ver Hasan Furkan. Dinle bak -ya rahman ya rahim - demekte. Azrail Melek hele duymasın bu zikirleri o anda alıverir sarı tüylü tekir kedinin de canını."
Dedesi de ne diyordu böyle. Uyuz kedinin mırıltıları pek bir şeye benzemese de yine de söyledikleri hoşuna gitti. Oysa okulda öğretmenleri hiç böyle anlatmamıştı.
"peki insanların canını nasıl alıyor dede onların da mı mırıltılarını dinliyor Azrail Meleği?"
Hasan Furkan’ın bu sorusuna dedesi uzun uzun güldü:
"insan ya iyidir ya da kötü Hasan Furkan. Eğer ihtiyar kişi iyi biriyse Azrail ona der ki: vakit tamam oldu ihtiyar. Bak gözlerinde fer, dizlerinde derman kalmadı. Yüzünle beraber beynin de buruş buruş. Gelinlere, torunlara ayak bağı olmaya başladın. Artık demir alma zamanı geldi bu limandan der ve rahatlıkla alıverir canını."
"yanmaz mı canı, acımaz mı?"
"yanar, acır elbet ama bu bizim bildiğimiz dünyevi yanmaya, acıya benzemez yandıkça, harlandıkça daha fazla haz, daha fazla zevk verir ona."
"peki adam kötü ise dede?"
"işte o zaman sahne biraz değişir. Azrail melek elinde kırbacı, demir topuzu, paslı dişleriyle adama sırıtarak der ki:
"hey moruk! 70 yıldır siyah bir taş gibi cehenneme yuvarlanmaktasın. Yaptığın kötülüğün haddi hesabı kalmadı. Sol tarafındaki yazıcı meleğin yazım sistemini felce uğrattın, yazılım programına virüs bulaştırdın. Bak haline, senden kimse memnun değil. İçindeki tüm canlılar; dağı, taşı, kurdu, uçan kuşuyla tüm kainat senden şikayetçi... ve adama öyle bir vurur ki adam feleğini şaşırmış halde şöyle der"
"ne olurdu biraz daha uzatsaydınız ömrümü nasıl ibadetler, iyilikler etmezdim nasıl sadaka-ı cariyeler yapmazdım."
"hop dedik der Azrail melek. Bu futbol maçımı moruk artı üç dakika uzatalım ömrünü. Bizde uzatmalar yok. Ne bir saniye ileri ne de bir saniye geri aksine tam vaktinde der ve adamın ciğerlerini söke söke alır canını."
Hasan Furkan biraz düşündü. Fen bilgisi dersinde bukalemunun diye tuhaf bir canlıdan bahsetmişti öğretmenleri. Bu Azrail Meleği tıpkı bukalemun gibiydi. Kişiye göre renk ve şekil değiştiriyor ama asla renk vermiyordu.
O sırada küçük prenses ya altını ıslattı ya da acıktığından ağlamaya başladı. Annesi hemen yetişti sesine ve kollarına alarak, şefkatle emzirmeye başladı küçük kardeşini.
Hasan Furkan kardeşinin şapurtulu seslerle süt emişini seyrederken aklına bir soru geldi:
"peki ya bebeklerin dede, bebeklerin de canlarını alır mı bu Azrail Meleği?"
Dedesi hemen cevap vermedi, daldı gitti biran için.
"bak ona yürek dayanmaz işte. Köz gibi yakar insanın içini. Hatta peygamberimiz bile oğullarını kendi elleriyle toprağa verirken hüngür hüngür ağlamış."
Şimdi dedesinin buruşuk yanaklarına, beyaz sakallarına yaşlar hücum ediyordu.
"ama Azrail Melek bebeklere bir başka şekilde gelir dedi dedesi gözyaşlarını silerek. Gelinler gibi süslenir, en güzel kıyafetlerini kuşanır, en hoş kokuları sürünür ve bebek ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
"minik bebek benimle gelmek ister misin?"
"cık gelmicem işte, ben annemin kolları arasında mutluyum, hem beni nereye götüreceksin ki?"
"Sultanımız seni yanında görmek istiyor, seni yıldızlar arasına kurduğu rahmet salıncağında sallayacak."
“cık gelmicem işte; peki Sultanımızın rahmet salıncağında sallanmak annemin kolları arasında olmaktan daha mı zevkli?"
"elbette, yıldız yağmurları ve meteor sağanağı altında, ışık hüzmeleriyle donanmış doyumsuz lezzetiyle sonsuza dek rahmet salıncağında sallanmak her bebeğe nasip olmaz."
"cık işte, yine de annemin kolları arasında olmaktan mutluyum ben."
Azrail Meleği çaresiz kalır, biraz düşünür ve aklına heyecanlı bir fikir gelir:
"tamam bebekcik salıncaktan vazgeçtin peki cennet kuşu olmaya ne dersin? cennet kuşu olacak ve sonsuz cennette sonsuz nimetler arasında ebediyyen uçacaksın."
"yaşasın cennet kuşu olacağım yaşasın..."
Ve minik bebek Azrail Meleğinin boynuna binerek göklere doğru yolculuğa çıkarlar.
Artık ölümü anlamıştı Hasan Furkan ve Azrail Meleği aklını kurcalamıyordu artık. Onun da bir emir kulu olduğunu, bu vazifeyi birinin yapması gerektiğini anlamıştı.
Aslında dedesinin kucağında oturuyordu şimdi. Aslında karnını doyurmuş ve beşiğinde mışıl mışıl uyuyan minik kardeşinin yanına gitmişti. Aslında küçük prensesin yanında palyaço kılıklı, komik birisi duruyordu. Onu daha önce hiç görmemişti ama onu şimdi daha iyi tanıyordu.
Şöyle seslendi Palyaço kardeşine:
"minik bebek uyan hadi, gitme vakti."
"cık, git başımdan görmüyor musun çok yorgunum."
"Sultanımızın fermanı var bu akşam bir parti verecek seni de bu partide görmek ister eğer teşrif edersen tabi."
"git dedim ya sana, sadece uyumak istiyorum tamam mı?"
"peki cennet kuşu olmaya hazır mısın?"
"yaşasın, yaşasın cennet kuşu olacağım yaşasın."
Hakikaten yürekler korlar gibi yandı, tutuştu. Feryatlar, figanlar yükseldi gökyüzüne. Hasan Furkan’ın da minik yüreği közler gibi yandı. Evet ağladı fakat başını semaya kaldırdığında Azrail meleğin boynuna binmiş onun uzun havuç burnuyla oynayan ve ona -deh, deh- diyen küçük prensesin neşe dolu gülücüklerine şahit oldu.
Uzun sürmedi prensesler gibi karşılandı ve cennet bahçelerinin sonsuz ve doyumsuz nimetleri arasında pervaz etmeye başladı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.