Keloğlan’ın Sazı
Keloğlan’ın Sazı Masalı
Bir varmış bir yokmuş diye başlayalım Keloğlan masalımıza. Bizim bilmediğimiz çok eski olmayan zamanların birinde, köylerden şirin mi şirin bir köyde, yaşamakta olan ailelerden biri de Keloğlan ile anasıymış. Fakirlik adeta yazgılarıymış. Onca yıl, anası bu fakirlikten kurtulmak için çok uğraşmış, ama, bir türlü kurtulamamış.
Keloğlan ne mi yaparmış? Birkaç keçi ile bir de eşeği varmış. işte her gün, gün doğarken eski püskü evinden çıkar, meralara, çayırlara uzanır, eşeği ve keçilerini bir güzel doyurduktan sonra, türkülerle, şarkılarla evine dönermiş.
Keloğlan’ın arkadaşları, kendisini her gördüklerinde:
– Yaşlı kadının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı, diyerek dalga geçerler, bir de kahkahalarla kendilerinden geçerlermiş. Her keresinde, şikayet dilli olarak, bütün bunları anasına aktarınca, işittiği sözler ekseriya şöyle olurmuş:
– A benim biricik kel oğlum, ne yapalım? Bizim de kaderimiz böyleymiş. Gelen giden ne olsa söyler. İnsanların ağzı torba değil ki büzeyim. Üzme tatlı canını, hem de bu ihtiyar ananı.
Keloğlan, bu sözlere itiraz etmiş:
– Hayır ana, arkadaşlarımın lafları çok dokunuyor bana. Yarından tezi yok ineceğim kasabaya. iş bulacağım kendime, çok para kazanıp döneceğim evime. Görsünler neymiş Keloğlan…
Ne yapsın, ne desin anası:
– Peki oğlum, madem öyle düşündün. Bildiğin gibi yap, ama, beni de unutma. Yolun açık olsun. Varmış kasabaya Keloğlan. Tuvalete gitmiş, bekçinin yerinde olmadığını görmüş. Fırsatı değerlendirmiş. Gelenlerden aldığı parayı cebine atmış. On beş kuruş, para kazanmış. Bir miktar yiyecek ve yün almış. Evine gelmiş.
– Ana, demiş, işte yiyecekler. Şu da yün. Eğir, çorap yap, satayım.
Şikayetlenmiş anası:
– Gözlerim görmez oldu Keloğlanım. Yapamam, anla beni. Tabii, nihayet anası. Susmuş. Hâlâ arkadaşları takılırlarmış.
– Yaşlı kadının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı. Bu gibi laflara, artık daha fazla dayanamayan Keloğlan, ne yapıp edip, şu fakirlik belasından kurtulmaya yemin etmiş. Birçok plan, program yapmış, amma bunların hemen hepsi kocaman birer hayalmiş. Bir akşam köyde bir düğün varmış. Keloğlan anasından izin alıp düğüne gitmiş.
Bir delikanlı, elinde sazı çok güzel türküler söylermiş. Halk adeta keyfinden yerlere yatarmış. Türküler bitmiş, herkes delikanlıya bahşiş vermiş. Bir bohçayı dolduran delikanlı, bu türkülerin üstüne bir türkü da ha söylemiş.
Keloğlan, bayılmış bu işe. Bu sazcı gibi saz çalıp türkü söylemeye heveslenmiş.
Böylece çok bahşiş atıp anası ile birlikte fukaralığa son vermek istermiş. Önce, bir saz gerekiyor tabii. Parası yokmuş ki, gidip bir saz alsın. Arkadaşı yokmuş ki ödünç istesin. Dedesinden kalma bir dut ağacı varmış. En kalın dalını kesmiş, götürmüş bir saz ustasına.
– Ustam, demiş, büyük hayır alırsın, bana bir saz yap, işte dut dalı.
– Önce para, önce para Keloğlan, diye söylenmiş adam.
– Yok, karşılığını vermiş bizimki.
– Öyleyse, benden de saz yok, hadi yaylan bakalım, diyerek, sözünü bağlamış adam. Lakin, kafayı bir kere takmış ya Keloğlan, üstelemiş.
– Bir sazlık dal getireyim sana, olur mu?
– Hah demiş, kelini şimdi çalıştırdın, beni de razı ettin. Sazını üç gün sonra gel ol. Ama gelirken de bir sazlık dut dalı getirmeyi unutma, yoksa avucunu yalarsın. Hoplaya zıplaya çıkıp gitmiş Keloğlan, şimdiden eline aldığı değneklerle saz çalma provaları yaparmış. Üç gün sonra, dut dalını da alıp saz ustasının dükkanına varmış. Ama saz çalmayı bilmediği için, yalvarmış.
– Ey ünlü sazcı, gel de bana acı. Budur derdimin ilacı, hem de başımın tacı. Kurbanın olam senin, şu sazı öğret…
Usta:
– Ulan Keloğlan, iyi günüme denk geldin, illaki beni mecbur ettin… Otur bakayım şuraya, demiş ve tarif etmiş.
Saz çalmayı kısa sürede öğrenen Keloğlan, her sabah önüne kattığı keçileri ve eşeğiyle akşamlara kadar saz çalıp, türkü söylermiş. Tın tın tellere vurur, hop oturur hop zıplarmış. Fakat henüz köylüleri, onun ne güzel saz çalıp, türkü söylediğini bilmezlermiş. Bu nedenle hep alay ederlermiş.
Keloğlan, böyle söyleyenlere şöyle dermiş:
Gülün ey insanlar siz gülün
Ne getireceği belli olmaz yarınki günün
Gülün ey insanlar siz gülün
İyi bir saz ustası olayım da görün.
Sabrın elinden ne kaçabilir!.
Keloğlan, artık yavaş yavaş düğünlere gitmeye, saz çalıp türkü söylemeye başlamış. Hâlâ ciddiye almayanlar varmış. Onlara da şöyle demiş:
Alay etmeyin öyle benimle
İşim olmaz artık sizinle
Sazımı alacağım bakın elime
Paraları atacaksınız cebime.
Yine kahkahalar, köyün semalarında dalgalanmış. Buna sinirlenen keloğlan, almış sazı eline, vurmuş yanık teline.
Ben bir garip Keloğlanım
Eşeğimin yok palanı
Varım yoğum doğruluktur
Hiç de sevmem ben yalanı.
Tabii, bir süre sonra bahşişler gelmeye başlamış. Cepleri almaz olmuş. Doğru anasına koşmuş. Anası nasıl sevinmesin ki…
Böyle düğünlere gide gide, artık ünlü bir türkücü ve sazcı olmuş Keloğlan.
Anası bir gün,
– Ah Keloğlanım, görüyorsun artık perişanım, demiş. Gözlerim görmez, ellerim tutmaz oldu. Ocağımızda bir gelin olsa da, ben bir kenara çekilsem. Ha! Ne dersin dazlak kafalı oğlum?
Keloğlan acımış anasına.
– Benim öyle biri aklımda yok ana, senin varsa söyle, demiş.
Anası bir kızı önermiş:
– Küpçü Ali’nin kızı tam bize göre…
– Olmaz ana, diye karşı çıkmış oğlu, olmaz. Küpçü Ali çulsuzun biri. O dediğin kızı kendime karı, sana gelin yapmayacağım.
Anası, boynunu bükmüş:
– Ah saf oğlanım, vah Keloğlanım! Zengin kapısı bize açılmaz. Bırak bu ham hayali, görüyorsun işte bu halimi. Ne yapsın Keloğlan, anasından geçememiş.
– Peki, sırf seni kırmamak için, ses çıkarmıyorum. Nasıl biliyorsan öyle olsun. Kadıncağız belini tuta tuta gitmiş, Küpçü Ali’nin kapısını tıklatmış.
– Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızını oğluma eş, kendime gelin yapmaya geldim, demiş.
Küpçü Ali, kötü kötü sırıtmış.
– Bak sen bizim Keloğlan’ın anasına. Var git işine be kadın. Yemeye ekmeğiniz yok, bir de gelmişsin kapıma kız istiyorsun. Bu sözleri kapı aralığından dinleyen kız, çok üzülmüş. Çünkü bir düğünde saz çalıp türkü söylerken gördüğü Keloğlan’a aşıkmış. Ama, hiçbir şey diyememiş, çünkü babasından çok korkarmış.
Kadın, evine dönünce halinden anlamış oğlu ve konuşmuş.
– Ana ne bu halin, vermedi mi yoksa kızını Küpçü Ali?
Ağlamış ihtiyar kadın:
– Kovdu beni, sen önce yemeye ekmek bul, dedi.
Keloğlan, bu olaya üzülmemiş doğal olarak. Fakat, zenginlik neymiş, nasıl olurmuş, gösterecekmiş Küpçü Ali’ye. Eşeğini çıkarmış ahırdan, sazını vurmuş omzuna, öpüp anasının ellerinden, duasını almış.
Eşeğine binip yollara düşmüş. Masalın devamını okumak için sitemizdeki “Keloğlan masalları” kategorisinde “keloğlanın sazı 2″ masalını okuyabilirsiniz.
Tam Küpçü Ali’nin evinin önünden geçerken, bir türkü tutturmuş:
İyi dinle Küpçü Ali
Bugün günlerden salı
Hor gördün beni ve anamı
Anlayacaksın biraz bekle zamanı
Fakir deyip kızını vermedin
Güya kendince kibirlendin
Küçük gördün beni ve anamı
Anlayacaksın biraz bekle zamanı
Küpçü Ali, peşi sıra bakınıp homurdanırken, kızı, bostandan kederli kederli seyretmiş Keloğlan’ı. Bakakalmış öylece…
Köyünden çıkan Keloğlan, gitmiş gitmiş, eşeği yorulunca inmiş, yularından tutmuş, yolu çok uzakmış. Kimsenin bilemeyeceği kadar çok bir zaman yol almış. Yollarda görenler, “bir garip oğlan, kim bilir hali ne yaman, elinde var bir sazı, yüzünde görünüyor bir sızı derlermiş. Haftalar mı desem, aylar mı, belki de yıllar mı; vara vara kocaman bir şehre ulaşmış Keloğlan.
Şehir mehir dememiş, zaten bağrı hasretten yanarmış, almış sazı eline, vurmuş garip garip teline, asılmış en güzel türküsüne. Bir sarayın önünden geçermiş ama, nereden geçtiğini bile bilmezmiş. Giderek sesi açılmış ve herkesi meraklandırmış. Padişahın kızı, pencereye yanaşıp sesli sesli türkü söyleyen yabancıya dikkatle bakmış.
Şöyle bir türkü söylermiş o anda Keloğlan:
Kocakarı bir anam var,
Birkaç tavuk bir de inek,
Her gün konar kel kafama,
Evsiz kalmış birkaç sinek.
Keloğlanım budur özüm,
Haram malda yoktur gözüm,
Garip hakkı yiyenlere,
Elbet vardır birkaç sözüm.
İnce gönüllü, dünyalar güzeli prenses bayılmış, sanki kendinden geçmiş…
Hem de güneşin vurup ayna gibi parlattığı kel kafası, öyle hoşuna gitmiş ki, sorulmasın. Bir demet kırmızı gül atmış, o da Keloğlan’ın kel kafasına düşmüş. Keloğlan, yukarı kaldırıp başını, bir de ne görsün? Periler kadar güzel bir kız kendisine bakmıyor mu?
Üstelik, bir de el sallarmış. Utana sıkıla karşılık vermiş Keloğlan. Prenses, pencereden çekilmiş.
– Galiba gündüz düşü gördüm, diye diye yürümüş de gitmiş Keloğlan. Bir zaman sokak aralarında dolaşmış, olmuş akşam. Nerede kalsın Keloğlan. Bulmuş bir han. Üç beş kuruşu varmış. Çorba içmiş, kendine gelmiş. Hep aklında prenses varmış, inadına çıkmazmış. “Ham hayal benimkisi”, diyerek, almış sazını eline, vurmuş garip garip teline.
Hancı çıkagelmiş:
– Ey yabancı oğlan, eli sazlı, gönlü yanık oğlan!..
Nedir bunca yolu tepmenin sebebi?
Aşık mısın? Kaçak mısın? Gezgin misin? Nesin? Diye sormuş.
Memnun olmuş bizimki:
– Sağolasın Hancı baba, ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Derdim çoktur, hangisini anlatayım? Gelir gelmez bir kor düştü içime, bir dert daha yüklendi garip gönlüme…”
Hancı bu çocuğu çok sevmiş, üstelik nedense acımış da. İyice deşmek istemiş derdini.
– Bir kıza mı aşık oldun ay Keloğlan? Halin pek yaman!
– He ya, Hancı baba, diye içlenmiş, fakat, boşuna bir aşk benimkisi.
Nedenini sormuş Hancı:
– Niye bu kadar ümitsizsin a be Keloğlan? Ümit olmadan yaşanmaz bilmez misin bunu?
Ne varsa aklında dökmüş ortaya Keloğlan:
– Saray penceresinden bana bakan kim olabilir Hancı baba? Olsa olsa bir prenses olur değil mi ya? Gül attı, düştü kel kafama, sandım ki bir peri kızı girdi rüyama…
Hancı hayretlere düşmüş:
– Vay be, olacak iş mi be yahu? Keloğlan, amma da şanslıymışsın ha, desene ki, prenses sana aşık oldu. Yoksa, o kimseye gül atmaz, ben çok iyi bilirim.
Yine ümitsiz konuşmuş Keloğlan:
– Kel kafam tuhafına gitmiştir be Hancı baba, ne aşık olması. Hem de bilemeden düşürmüştür gülü…
Hancı, merhametli biriymiş, şöyle demiş:
– Bu handa istediğin kadar kalabilirsin Keloğlan. Yemek de yiyebilirsin, yatabilirsin de. Bunları dert edinme, yüzü pak, gönlü ak oğlan…
Böyle birkaç zaman geçmiş.
Sarayın etrafında dönermiş Keloğlan, hemen her gün.
Prenses de, her keresinde onu izlermiş, pencere arkalarından, tabii ki kimselere sezdirmeden. Her izleyişinde biraz daha yanar kavrulurmuş. Fakat, tabii, koskoca bir padişah olan babası, şu yabancı, şu kel kafalı oğlana kız mı verirmiş? 0 yüzden prenses, pek umutsuzmuş… Bir Allah’ın kuluna hiçbir şey dememiş.
Bir keresinde Keloğlanla göz göze gelmiş. Sanki birbirlerine “seviyoruz”, demişler ikisi de. Geceleri uyuyamıyormuş artık prenses. Keloğlan, arada bir sazı alıp, hanın penceresini açar, prensese türküler yakarmış. Sabahlara kadar, pencerelerde kalan Padişah kızı, neredeyse verem olacakmış. Hâlâ hiç kimseye bir şey diyememiş prenses.
Şu dünyada ne olmadık işler olur, ne beklenmedik olaylar gelişir… Sapasağlam padişah, bir gün aniden ölüp gitmiş. Prenses hem üzülmüş, hem sevinmiş. Sarayda ve şehirde tam kırk gün yas tutulmuş.
Keloğlan artık iyiden iyiye ümitlenmeye başlamış, kızın gözlerinden de bunu anlamış. Eşeğinin sırtına binip, sazını eline almış, sarayı dört tarafından dolaşmış. Türküleri ile prensesi yine dertlendirmiş. Ama, saray görevlileri, Keloğlan’ı yaka paça tutup getirmişler saraya. Fakat yeni padişah henüz gelmemiş. Çünkü, şehzade, uzak bir seferdeymiş. Bu yüzden, mecburen Vezir’in huzuruna çıkarmışlar.
Vezir pek merhametli bir adammış.
– Nerelisin Keloğlan? Ne gezinip durursun sarayın çevresinde? Deli misin? Divane misin? Yoksa, bir bilinmez casus musun, diye sormuş.
Kel başını bir kaşımış, iki kaşımış, ağzını burnunu eğip bükmüş, nihayet cesarete gelmiş ve şöyle konuşmuş.
-İşte gördüğün gibiyim Vezir hazretleri. Uzaklardan, çok uzaklardan gelmiş bir garibim. Gördüğünüz gibi bir eşeğim, bir de sazımlayım. İş arıyorum, ne ki akla karayı seçtim, ama hala bulamıyorum.
Vezir
– Sen hangi işten anlarsın be çocuk?
Keloğlan:
– Çok güzel saz çalarım, çok güzel de türkü söylerim. Yetmez mi?
Vezir memnun olmuş:
– Öyleyse sana güzel bir iş çıktı Keloğlan.
Sultan Hanım, Padişah Efendimiz öleli beri ne gülüyor, ne konuşuyor. Seni, O’nu neşelendirmek için görevlendiriyorum. Becerirsen, çok büyük ödül alacaksın. Beceremezsen Cehennem Vadisi’ne atılırsın.
Keloğlan, hemen bir türkü söylemiş, Sultan Hanım’ı bir güzel neşelendirmiş. Bütün bu konuşmaları ve türküyü dinleyen Prenses, sevinçten uçmuş. “Kısmet ayağıma geldi” demiş. Bir akşam üstü, saray bahçesinde gezinen Prensesi gören Keloğlan, omzunda tuttuğu sazını almış eline, oturmuş bir ağacın dibine, bir türkü dillendirmiş;
Bir eşeğim var, bir de sazım
Kendimden başkasına geçmez nazım
Çoktan beri açlıktan kokar ağzım
Bana bir saray kızı lazım.
Keloğlan’ın kendisine naz yaptığını anlayan Prenses, beklemiş ki yanına gelsin, aşkını söylesin, evlenme teklif etsin. Nerede? Çünkü bizim garip oğlan, çok utangaçmış. Yanına bile yaklaşamamış. Hizmetçi kızlardan birini el işaretiyle yanına çağıran Prenses:
– Git, şu Keloğlan’ı tut kolundan, al getir bana. diye emir vermiş.
Keloğlan, utana sıkıla gelmiş:
– Buyursunlar Prensesim beni emretmişsiniz. İşte geldim. Hizmetçi kıza git işareti yapmış Prenses, Keloğlanla biraz konuşmuş. Sonra esas istemini söylemiş. Düşündüm taşındım seninle evlenmeye karar verdim. Kel kafan öyle güzel parlıyor ki. İçim açılıyor seyrettikçe. “Vezir, sana ne istediğini soracak. Prensesi istiyorum de…
Rüyalarda olduğunu sanmış Keloğlan. Bir ara şüphelenmiş kafasını bir ağaca vurmuş, rüyada olmadığını anlamış. Koşa koşa yürümüş, sarayın bir kapısından girip kaybolmuş.
Veziri çağırmış huzuruna:
– Söyle bakalım muradını Keloğlan, demiş, Sultan Hanım, artık iyi oldu. Bundan sonra sarayda kalmana gerek yok.
Dobra dobra mırıldanmış Keloğlan:
– Prensesle evlenmek istiyorum… Sultan Hanım hiç itiraz etmemiş. Hemen düğün hazırlıklarına başlanmış.
Keloğlan, prensesi tek başına bir kenara çekmiş ve diyeceğini demiş.
– Ben seni köyüme götürürüm. işte, bunu kabullenmemiş prenses. Hemen ret cevabı vermemiş, verememiş açıkçası:
– Güneş doğarken kararımı sana söylerim, demiş. Sabaha kadar, ne cevap vereceğini düşünen prenses, inmiş havuz başına gün doğarken, kuşların sesine bayılmış, saçlarını da suya bakarak bir güzel taramış. Bu arada, Keloğlan, karşısına çıkmış. Kel kafası sabah güneşiyle ayna gibi parlarmış.
– De bana, demiş dobra dobra, benimle köyüme gelecek misin, gelmeyecek misin?”
– Ne manasız bir teklifin var senin Keloğlan, diye çıkışmış prenses. Hiç akıl yokmuş sende. Şu görkemli saray hayatı bırakılır da köye gidilir mi? El alem türkü yakar bana. Hem Sultan anam izin de vermez. Boynunu büküp inlemiş Keloğlan:
– Bir garip anacığım var. Aklım hep O’ndadır. Ne yer, ne içer kaç senelerdir. Belki de ölmüştür.
Prenses, bu sözlerden sonra sarsılmış, bir acayip olmuş. Çoktan vazgeçecekmiş ama, Kel kafasının ışıltısını nasıl unuturmuş?. Hele o güzel türkülerini…
Yine kararsız kalmış prenses. Yarın sabah gün doğarken yine aynı yerde son kararını söyleyeceğini bildirip bir gölge gibi sessizce süzülüp gitmiş. Keloğlan iki arada bir derede kalmış. Kafası atmış, o gece gizlice saraydan kaçacakmış. Fakat tam o esnada, bir ihtiyar belirmiş birden bire karşısında. Şöyle demiş:
– Hata yapma Keloğlan, sağdır anan acele etme, prensesin, bekle kararını. Hayırlı ise olsun değilse bitsin, de…
Gece yarılarına kadar uyuyamayan prenses, vazgeçmemiş Keloğlan’dan. Gizlice kaçarsa, şehzade ağabeysinin peşinden geleceğinden korkmuş. Varıp Sultan annesini uyandırmış:
– Keloğlan, pek yaman, Sultan anne. Bir köye gidelim lafı tutturmuş, akşam sabah karga gibi ötüp duruyor. Ne ettim, ne dedimse de, burada kalmaya razı edemedim. Gönlüm gitmek ister, izin ver bana. Gün olur dönerim saraya…
Anası öyle ağlamış ki, gözyaşları sel olmuş:
– Sana mutluluklar dilerim sevgili kızım. Yeter ki sen saadetli bir ömür sür. Çok sıkılırsan, bırakır gelirsin, demiş. Çok neşeli, çalgılı sazlı, bir düğün yapılmış, en çok sazı çalan, en güzel türküleri söyleyen de Keloğlan olmuş. Almış prensesi yanına, düşmüş köyünün yollarına. Eşeği ikisini birden götüremediği için yaya yürümüş. Keloğlan.
Yolda Prensesi görenler:
– Dünyanın sonu geldi galiba, hiç böylesini de görmemiştik, derlermiş. Nice dağları, sayısız köyleri, birçok kasabaları ine çıka geçip köye gelmişler. Keloğlan’ı bir prensesle birlikte karşılayan anası, o kadar sevinmiş ki, ne yapacağını şaşırmış. Bir zaman sonra anası ölmüş Keloğlan’ın. Dünya bu. Neyin ne olacağı belli mi olur? Dönmüşler tekrar saraya… Darısı, muratsızların başına…
(En Güzel Keloğlan Masalları, Emel İpek, Papatya Yayınları)
YORUMLAR
Kemnur
uzadıkça ben de hoşlanmaya başladım öyküden...
romana mı dönüştürsem ki...:)
ilerde o da olur inşallah
bölüm 10 da bağlayacapım bunu...saygıyla
Ve ilk catışma baba-oğul arasında...Bende bir deneme yazdım. Paylaşmak istedim
Hürriyet duygusu asidir; insanı ya öldürür, ya da öldürtür.
Önce soru, sonra hürriyetin ilk engeli, ilk güç sahibi ve önemli rakibi babayı tanırız. Ardından hayatı sorgulayarak tanımaya başlarız. İlk isyan içimizden kendimize…
Henüz on üç yaşında. Gözleri kapkara, saçı kumral, ses tonu yetişkin bir insanın ağzından çıkan sözler kadar derin ve güçlü. İlk sorusunu sormadan önce yüzüme baktı. Ve ardından baba, zaman nedir? diye sordu. Bende avucumuzdaki bir avuç su. dedim. Avucunu su ile doldurdu. Ve su bir ’an da avuçlarının arasından akıp gitti. Dönüp yüzüme baktı ve yürüyerek odasına gitti. Bir kaç gün sonra yeni bir soruyla tekrar yanıma geldi. Peki dedi, Hayat nedir? ’An’ dedim. An? dedi. Yani şuan .dedim. Biraz düşündü ve tekrar sordu. Peki ya geçmişimiz ? dedi. Sustum ,yüzüne baktım ve başımı eğerek, ona git dedim.
Yıllardır geçmişini arayan bir insan, yıllardır bir gelecek uğruna, geçmiş ile an’ın yanılgısını yaşayarak tüketti, tükettik, tüketiyoruz. Üstümüze çöken çirkinlik o kadar ağır ki, zaman geçtikçe, zamanı tükettikçe, aynaya baktığımızda ruhumuzun kirlendiğini acık-seçik görebiliyorduk. Oysa aynadaki görüntü zamanın o meşhur aldanma hissini yüzümüze, aldanmak ! sözcüğü ile seslenerek, adeta bizden öç alıyormuş gibi defalarca haykırıyor... Ya biz? Avucumuzdan akıp giden zamana tutunmak yerine, rüzgarda savrulan bir yaprak misali ...Misal ki ,yaprağın çaresizce oradan buraya savuran rüzgar, ne yapraktan haberdar, ne de insan tükettiği geçmişinden bir haber.
Geçmişin izlerini aklında tutmaktan korkan insan, yüzünü kızartan hatıraların mestini tekrarlarla yaşar. Ve ilk isyan sessizce ya içimizden yazarız, ya da bir kalemle bir kağıt parçasına yazarak başlatırız. Kime? İlk sınırları koyan babama !Peki bu durumda insanın ,kendi içinden kendine yazdığı mektupları neden daha önce açmaz? İlk mektubunu insan babasına mi yazar? Birkaç mektup elime geçti, okuduğumda kendimden geçtim. Bir babaya yazılan ancak cevapsız kalan mektuplar. Bazen sınır koyan, fakat sınır tanımayan biz, ilk iktidar sahibine ya itaat ya da itiraz üzerine mi mektubu kaleme alırız? İlk mektup Kafka’dan. Yıl 1919 Babama Mektup. Yazarken ruhen çocuk, bedenen otuz altı yaşındaymış. İçimizdeki baba duygusunun yarattığı iktidar sarsıntısı belki de biz büyüdükçe küçülüyor. Kafka’dan ’Bazen ortaya yayılmış bir dünya haritasının üzerine seni boydan boya uzanmış olarak tasarlıyorum hayalimde. O vakit bana öyle geliyor ki, içinde yaşayacağım bölgeler ya senin vücudunla kapayamadığın ya da senin ulaşamadığın yerlerdir ancak’. Su gibi bir deryadan, susuz bir deryada boğulmak gibi mi?. Güven duyma duygusu bir babada güvende olma duygusunu ardına alarak itaate mi dönüşüyor? İlk isyan yazılı olarak ortaya böyle çıkıyor sanırım.
Bir başka mektupta Oğuz Atay’dan ölmüş babasına...Yıkılan bir iktidardan sonra bir öç alma, ya da özgürce bağıra bilmenin essiz sövgüsü mü? Acaba itaat ettiren duyguların tümüne bir isyan niteliğinde miydi?’’ “Hürriyet mefhumumu ve bütün saf davranışlarını bildiğim halde aklımı senden aldım. Bazı duygularımı da, sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim”…. Birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen klasik Türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziğine tepkini de sadece, ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime’’. Babanın ölümü sonrasında ona yazılan mektup daha öncesinde bir iç hesaplaşmanın bir iç isyana dönüşmesi,resmi ve kağıt üzerine yazılan bir belge niteliğindedir.
Bir başka isyan. Fyodor Dostoyevski’den babasına ’Aslında senden bir kopek bile istememem gerekir. Kendimi acı fakirliğime gömmem gerek. Ölüm yatağımdan bana destek olmanı istemekten utanmam gerek aslında. Olaylara bakacak olursan seni ancak gelecekle teselli edebilirim. Gelecek ki artık uzaklarda değil ve zaman seni gerçekleriyle ikna edecek. ’Elbette itaatin parasal gücü oğul ile ananın da babaya duyulan saygı ve hürmeti de getirecek. Lakin boş bir güç oğul ile baba arasında anaya da suçlu olmadan acı çektirir.
Hayata ilk soruyu sorduğumuzda cevabımız isyanla başlar. Tutunabilmenin ilk şartı, senden öncekinin yerine geçmektir....İktidar savaşından önce babaya sorulan ilk isyan sorusu, sizce ne olabilir ?
Edebi bir isyan belgesi,ebedi bir belge olarak mirasımızdır
Saygılar
Kemnur
Şaşırtıcı bir hikaye.
Çok ilginç olduğunu yazamayacağım ama,
konu mükemmel işlenmiş yazarınca.
Ne demeli?
Ancak bu kadar olurdu güzel diyeceğimiz hikaye.
Güzeldi.